söykü dergisi sayı 12 satranç

    10.
  1. yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek - kaideyi taciz eden istisna

    oldukça fantastik ve masalsı, kendisine hayran bıraktıran bir hayal gücünün ürünü yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek. fazla söze hacet yok; çok sevdim.
    yürekten tebrikler..
    8 ...
  2. 9.
  3. kaderin nanik yapması | esesdopiyespiyes

    üvey baba, üvey anne, üvey evlat... hangisinin başına gelirse gelsin, gayri ihtiyari bir yadırgama hali oluşturuyor insanda; öz baba, öz anne ve öz evlat kavramları varken. bir toplumsal şartlandırma halinin sonucudur bu; çocukluktan itibaren, masallar ve hikayelerle işlenen.

    yemeyip-yedirse, giymeyip-giydirse, iyi bir gelecek hazırlamak için var gücüyle çalışsa dahi üvey bir babanın asla bağırma hakkı yoktur bizlere. öz baba, pantolon kemeriyle dövmüş olsa unutulabilir de üvey babanın sıradan bir küfrü çıkmaz akıllardan asla. eldir o, yabancıdır. değeri; bir ressam gibi ölünce, yaşarken kendisine çektirilenlerden sebep pişmanlık hali içinde anlaşılır.

    - bakınız! bu durum ne kadar açık ifade bulmuş hikayemizin şu satırlarında;

    " mustafa abi'ye hiç "baba" demedim. ömrümün en büyük pişmanlığıdır. 'baba' sıfatını hakedecek her şeyi yapmasına ve aslında onu öz babam olarak görmeme rağmen, ona bu mutluluğu yaşatmadım. benden hiçbir zaman böyle bir talebi olmadı ama eminim bu ona verebileceğim en büyük armağan olurdu."

    - öz olanın hataları mazur görülür, üzeri örtülürken, üvey olanınkiler ayyuka çıkarılır;

    ""burak, böyle yaparak anneni ne kadar üzdüğünün farkında mısın" diye sorarken sesi azıcık yüksek çıkmıştı ve ben kendimi odaya kapatmış, annemin de kafasının etini yemiştim, "bu adam bana bağırıyor" diye."

    - iş o raddeye varır ki özden beklenenler elde edilemedikçe acısı adeta üveyden çıkarılır;

    " ...ödev yapmıyordum, odamı asla toplamıyordum, dişlerimi odamda fırçalayıp, on beş dakika salyalarımı akıta akıta evin içinde dolanıyordum, arkadaşlarımla kavga ediyordum, evin içinde futbol oynuyor, cam çerçeve indiriyordum. vs vs... akla gelebilecek her türlü haşarılık..."

    - onun iyilikleri daima bir yaranma hali olarak algılanır;

    "...ve tabi ki, babamın yerini almaya çalıştığı, ya da ben öyle sandığım için en nefret ettiğim insandı. tartışmasız. "

    esesdopiyespiyes gerçek yaşamdan bir kesit almış ve 'üvey'e yapılan haksızlıkları, abartmadan, yağlayıp-ballamadan, yalın bir dille ve tüm çıplaklığıyla anlatmış.

    - ne diyelim; ellerine ve yüreğine sağlık.
    8 ...
  4. 8.
  5. yabancı değnek | dendromys

    hayatımızı devam ettirebilme zorunlulukları, günlük koşuşturmalarımız, omuzlarımızda sürekli ağırlığını hissettiğimiz sorumluluklarımız; çoğu zaman, karşımızdaki apartmanın hoş rengini, her gün alış-veriş ettiğimiz manavın vitrinindeki düzeni, sokağımızın başındaki kestane ağacının ihtişamını derinlemesine irdelememize imkan vermez.

    bilinçaltımızda hep var olmakla kalmayıp kimi zaman değer yargılarımızı dahi etkileyen bu unsurların farkına bir boş vermişlik halinin dingin ortamında varırız. bakmakla görmek arasındaki büyük farkı işte! bu anlarda idrak ederiz. aslında, her gün karşımızda olan o apartmanın renginin; bizim en çok sevdiğimiz renk, her gün alış-veriş ettiğimiz manav tezgahındaki düzenin; takdirle yaşamımıza taşıdığımız intizam hali, her akşam önünden geçtiğimiz kestane ağacının ise bizi en çok etkileyen ağaç olduğunun farkına bu zamanlar varabiliriz.

    bu gerçeği erkek kahramanda;

    " hafif melankolik ruh halinden mutlu oluyormuşçasına atıyordu adımlarını adam. bilinçsizce sokağa çıkmayalı epey bir vakit olmuştu. rast gele girilen sokaklar,sakin yürümenin verdiği rahatlık, daha önce defalarca geçmesine rağmen ilk kez gördüğü evler ve soluduğu havanın tazeliği biraz şaşırtmış ve mutlu etmişti onu."

    sözleriyle, kadın kahramanda ise;

    "...yaşamının kestirmelere olan nefreti de umurunda değildi. arzuladığı tek şey kısa süreliğine de olsa şerit değiştirmekti."

    sözleriyle ne de güzel ifade etmiş yazar.

    yaşam gailesine kendimizi kaptırıp sürekli yokuş çıkmak yormuyor mu bizleri? bu koşuşturma halinde atlamıyor muyuz; yaşamımıza anlam ve değer katan detaylardaki güzellikleri? arada bir vitesi boşa atıp yaşamı dinleme, yaşama dokunma, koklama ve ondan tat alma duyularımıza olanak tanımak gereğine inanmıyor muyuz? kısaca, şerit değiştirip insan olduğumuzu hatırlamak istemiyor muyuz?

    "hayat en ihtiyaç duyduğunda gözünü kırpmış ve onu adeta yüceltmişti. ortada duran piyona kitledi gözlerini. şah olma arzusunu bir kenara bıraktı ve piyonun zamanı olduğunu düşündü. vakit varken huzur çalabilirdi belki biraz hayattan."

    dendromys'i yürekten kutluyorum. kendi iç sıkıntı ve çelişkilerinden kurtulma arzusundaki bir erkek ve bir kadının, plansız birliktelikleri halinde vermek istediklerini başarıyla verebildiği için okuyucusuna.
    9 ...
  6. 11.
  7. şah ve ölüm- tanzamanitanyeri

    hangimiz sormamışızdır ki kendimize "eksik bir şey mi var?" sorusunu. hiçbir zaman tamamlanamayacakmışsın, her an eksilecekmişsin hissi.

    "deniz, mutsuz değildi; eksik hissediyordu kendisini."

    defalarca başkalaşmış hissettik; başkalaştırıldık.

    " ailesinin ve arkadaşlarının yönlendirmeleriyle geçirdi okul dönemini. aldığı tavsiyeleri önemsemiş, etrafındaki insanların görmek istedikleri gibi biri olmuştu. "

    yalnız yaşlanmayı göze alıp, bedelini ödemeyi sırtlanacak güce sahip olmak değil midir zaten tüm mesele?

    "hiç yalnız kalmadığı için korkan paranoyak insanların hayat ticaretidir iki kişilik mutluluk. mutluluğu paylaşmak, benim ilişkilerde aradığım en ucuz romanın adıydı."

    tanzamanitanyeri gönülden tebrikler.
    gönlün hoş, kalemin daim ola..
    8 ...
  8. 14.
  9. hayal tahtası | kilciklitazefasulye (itü sözlük)

    okuyucuların büyük bölümü, düzyazıda şiirsel anlatımı çok sever. dizelerin sonlarındaki seslerin uyumu gibi tümcelerin sonlarındaki sözcüklerin ses uyumu da hem okumada bir akıcılık getirirken hem de düz yazıya şiirsel bir hava katar.

    kılçıklıtazefasülye, bu anlatıma oldukça başarılı bir örnek vermiş; öylesine başarılı bir örnek ki gelin bu satırları dizelere dönüştürüp bakalım ve görelim ki ne denli güzel bir şiir çıkıyor karşımıza;

    " kelimeler yarenlik eder miydi;
    bu biçare haline.
    tutar mıydı elinden,
    tutar da kaldırır mıydı yeniden düştüğü yerden,
    bilmiyordu..
    sadece,
    deli gibi bir yazma isteği..
    kurgulamadan,
    düşünmeden,
    planlamadan,
    öyle çalakalem..
    aktığı gibi..
    döküldüğü gibi.."

    öylesine öykü konuları vardır ki işledikçe işleyesi gelir yazarların. aslına bakılırsa, boşuna da değildir bu ısrar zira, alıcısı-okuyucusu hiç bitmez.

    en bilineni, bir kadın ve bir erkeğin duygusal ilişkilerini ele alan, bol romantik içine az dramatik veya trajik ya da tam tersi karışımlı öykülerdir. "benim o taraklarda bezim olmaz!" tavrı sergilemeye çalışan katı görünümlü insanlara da bakmayın siz! onlar bile romantizmin büyülü ve sıcak atmosferine dayanamaz, bir süre sonra yumuşar-gevşeyiverirler.

    - şu güzel anlatıma hangi katı yürekli insan ve ne kadar dayanabilir ki;

    "... çok mu zor birini sevmek.. en kolayı bu oysa.. yalansız, dolansız, hesapsız, bir sonraki adımı planlamadan, böyle yaparsam daha mı çok bağlarım diye düşünmeden.. en kolayı sevmek değil mi? yanlış mı yaptım bunca sene ben? elimden gelen tek şey sevmekti benim, sevdim.. yaşarken ölür gibi sevdim. canımdan bir parçayı verir gibi sevdim.. hayatı sevdiğim gibi sevdim..."

    - içtenlik... yazarın, onun sayesinde okuyucu üzerindeki etkiyi ikiye katladığı bir sır değil! hatta, öyle bir an gelir ki o okuyucu şunu bile düşünmeye başlar: " bunları yaşamayan birinin yazması çok zor!"

    "...kafamın içinde bir baloncuk var.. sabun köpüğü gibi.. ama o kadar masum değil.. her gün biraz daha büyüyor. ne zaman patlar bilinmiyor.. patlarsa hemencecik ölürmüşüm.. ameliyat da edemiyorlar.. yeni teknoloji bir tedavi öngörüyorlar ama o da çok riskli.. felç ihtimali, iyileşme ihtimalinden daha çok... üstelik hastalığı yok etmiyor, sadece büyümeyi durduruyor.. yani ölüyorum ali.. tedavi olmazsam sürpriz bir zamanda, tedavi olursam yarım bir hayatla.."

    yazarın, hissettiklerini anlatım kabiliyetini kutlamamak elde değil. öyle düşünmekteyim ki kendisini kahramanının yerine koyarak; ne düşünür, neler hissederdim diye düşünerek yazma tekniğini kullanıyor. anı, bizzat yaşayarak tam amatörce yazıyor. kim bilir, yazarken belki de ızdırap çekiyor, göz yaşı döküyor.

    bu tekniği kullanan yazarlar, öykülerini kaleme alırlarken kendilerini o denli kaptırırlar ki hüngür hüngür ağladıkları dahi bilinen bir vakadır. sonuç? sonuç, duygu yüklü böylesi güzel, okunası öyküler çıkıyor.

    kılçıklıtazefasülye; seni yürekten kutluyorum! lakin, şu sonu 'iki nokta yanyana'lı cümleler kurma alışkanlığından vazgeç! zira, okuyucuda ister istemez telgraf metni okuyormuş gibi garip, dahası dikkat dağıtan sevimsiz bir etki yaratıyor.
    8 ...
  10. 17.
  11. deli tahta | saaat

    1800'lü yılların sonlarına doğru resim sanatında olduğu gibi 1900'lü yılların başlarında şiir, öykü ve roman gibi yazın türlerinde de realizm akımına karşı; kısaca, 'bilinçaltının karmaşıklığını sanata yansıtmayı gerekli gören' sürrealizm akımı doğdu ve gelişti.

    realizm, isminden de anlaşılacağı üzere ya gerçekler ya da akla, mantığa, gözlerin görüp-kulakların duyduğu, elle tutulur şeyleri konu edinip-onlar üzerinde temellenerek, gerçekçi yaklaşımlar üzerine kurgulanan olayların yansıtıldığı resimler, şiirler, öyküler ve romanlarda hayat buluyordu.

    buna mukabil, kimi sanatçılar; yalnızca bilinen değil hayal edilen, hatta doğru bilinenin tam aksine, birtakım şeylerin de insanların yaşamını etkileyip-yönlendirmekte olduğunu, bilinç denen kavramın alt ve üstünün de bulunduğunu savladılar. pablo picasso, salvador dali gibi ressamlar, andre breton, paul eluard, Luis Aragones gibi yazın ustaları bu akımın öncü ve yakın takipçileri oldular.

    - deli tahta, çok kısa ve sürrealist bir öykü denemesi.

    kahramanlarını; bu tarzın genel karakteristiğine uygun olarak, bilinçaltlarında yarı oluşmuş veya henüz ham haldeki düşünce ve hislerle okuyucuya aktarmaya çalışmış. diğer bir deyimle; sadece bilinçaltlarında esen fırtınaları yansıtarak, karakterleri tanımlamayı ve analiz etmeyi okuyucuya bırakmış.

    çoğunlukla fantastik öykü ya da romanlarla karıştırılan sürrealist öykü ya da romanlarda, gerçekliğin farklı bir yorumu vardır. buna karşın, fantastik eserlerde olduğu gibi doğaüstü olaylara veya gerçekdışı canlılara; olay ve o olayın kahramanları olarak değil, benzerleri şeklinde yer verilir.

    -şöyle ki;

    "...Sarı sarı akan şelale benzeri yapılar..."

    - bu 'benzerlik' vurgulandıktan sonra öykünün devamında, şu şekilde yazılmasının da bir mahsuru yoktur;

    "...bir gün öyle bir şey gördük ki tüm hayatımız yokuştan aşağı yöne meyillendi. 'Sarı sarı akan şelalerin' içinde bir ölü bedeni..."

    - zira, artık bizler bilmekteyiz ki 'sarı sarı akan şelale benzeri yapılar' onlar. yani, pavyonların girişlerini süsleyen neon lambaları, bizzat şelalenin kendisi değil.

    kavrayabildiğim kadarıyla, giriş bölümünde yazılanlar, şöylesi bir resmi nakşediyor beynimizde;

    'güzel kadınlar-çirkin adamlar, yaya geçitleri-umumi tuvaletler, gündüz ve gece hayatıyla kültürpark... hep aynı... tekdüze... artık yeniliklerin yaşanmadığı haliyle adeta bir ölüden farksız; para, eğlence ve cinsel açlığın ortak noktası olan ve artık kimlere hitap ettiğini kendisi de şaşırmış olan pavyonlar... bir-bir geçiyorlar gözlerimizin önünden ve intibah sokağının ortasındaki ezilmiş bir kedinin cansız bedeniyle sorgulanmaya başlıyor yaşam... 'bir' kedi olması önemli zira, iki, üç, beş olsalar asıldan sapıp detaylarda boğulacağız... kafasını mı ezmiş, yoksa vücudunu mu çiğnemiş. teker oradan mı geçmiş, yoksa buradan mı gibi anlamsız detaylara kafa yoracağız. ölmüş işte! ne önemi var ki; ne zaman, nasıl, hangi şekilde ve şartlarda öldüğünün, bunu öğrenmenin o kediye ne faydası var, yaşamıyor ki artık. '

    - ve şu detayı, unutmadan aklımızın bir köşesine yazıyoruz! " güzel kadınlar, çirkin adamlar."

    - sanki biraz daha uzun olabilirmiş bu bölüm. ve daha derin ifadeler içeren sözcüklerle az daha allanıp-pullanmak istiyor gibi tümceler. yine de hoş, güzel ve akıcılar elbet!

    - gelişme bölümü girizgahındaki şu tümceyi de ekliyoruz aklımızın aynı köşesine;

    "...önemli olan sorgulamaksa frengileri, ölmekten pek de caymamak gerek yeri geldiği zaman..."

    'bir kimsesiz ile bir megaloman yanyanadırlar şimdi...kimsesiz, bir megaloman olduğu için mi kimsesiz kalmıştır yoksa, konuşacak kimsesi olmadığından kendi kendisi ile konuşmaktan mı megaloman olmuş... bu, bizleri bilindik yumurta-tavuk, tavuk-yumurta sarmalına götürürken, aslında onlar; o kişinin bilinçaltındaki biri kimsesiz ve diğeri megaloman alt benlikleridir. sonraları bir de sözde deli katılacaktır aralarına ve sorgulayacaklardır bir konsomatrisin bedeninde; ölüyü ve yaşayanı.'

    - şimdi! aklımızın aynı köşesine bunu ve şu son anektodu da aktaralım;

    "...Öptüm elini, tam başıma koyacakken yapışık dudaklarıma fısıldadı son nefesini, ölmek dedi. Eee dedim. Ölmek dedi. Eee dedim, güzel kadınların sahip olmadığı tek şey dedi..."

    - ve nakli yekun edelim ki başka bir paragrafa çıksın kıssadan hissemiz;

    " güzel kadınlar, çirkin adamalar...önemli olan sorgulamaksa frengileri, ölmekten pek de caymamak gerek yeri geldiği zaman... bir konsomatris hergün bir yenisiyle tanıştığı erkeklerle ne kadar ölü ise erkekler de hergün pavyona gidip onunla birlikte olmayı arzulayan tekdüze akıllarıyla o kadar canlıdırlar" dedi; sözde deli benliğimiz.

    - ve ölmek dedi; güzel kadınların sahip olamadığı tek şey...

    biz yorumu böyle yaptık! başkası, başka türlüsünü de yapabilir şüphesiz. sürrealist öykülerin genel özelliği budur; geniş bir hayal dünyası içerisinde okuyucuya sayısız alternatifler sunarlar. okurken, hayal dünyanızın genişliğiyle bağlantılı, yazarın hiç düşünmediği, aklına dahi getirmediği okyanuslara yelken açarsınız. öyküleri, kahramanlarının kabiliyetlerini ve dahası, anafikirleri sizler yaratırsınız.

    saaat'ın kısacık sürrealist öyküsünü, belki de onun misliyle fazla bir alanda, karınca-kararınca irdelemeğe, analiz etmeğe çalıştık. bundan önce fantastik öyküler gelmişti fakat bu öykü, bildiğim kadarıyla sürrealist türün ilk örneği ve biraz da onun için üzerinde fazlaca durma gereği hissettim.

    - ne diyelim! ellerine sağlık saaat kardeşim! seninle şu "güvercinler ve meksika" hakkında da bir ara konuşmak isterim.

    edit: yazım kuralları.
    7 ...
  12. 12.
  13. sandığın sakladığı | hanna

    tasvir öykünün salçası, tuzu, biberidir. sizi kolunuzdan tutup yazarın hayal dünyasına sokan, kurgulanan olayların geçtiği mekanların kokusunu, nemini, sıcaklığını-soğukluğunu, aydınlığını-karanlığını, heyecanını-neşesini, dehşetini-dinginliğini sizlere yansıtan, hatta yaşatan yegane unsurdur. onsuz öyküler; tatsız-tuzsuz-salçasız, dolayısı ile çok lezzetsiz olurlar.

    "...Karda ayak izlerinin belli olacağının farkındaydı ama kaçmaktan başka da çaresi yoktu. Genç kadın kendi kendine 'Bir adım, bir adım daha; hayır daha hızlı...' diyerek soluk soluğa koşuyor, peşinden gelen kan koklatılmış köpeklerin sesleri yaklaşıyordu. Nefes nefese kalmış göğsü hızla inip kalkarken arkasına bakmadan ay ışığından başka ışığı olmayan bu dipsiz koruda ilerliyor, tıkanmamak için, burnundan nefes alıp ağzından veriyordu ki köpeklerin sesi daha da yakından gelmeye başladı."

    - Nasıl ama?

    adeta, o genç kadının yanındasınız. birlikte el-ele koşmaktasınız; o dipsiz-karanlık koruda... ensenizde kan koklatılmış köpeklerin hırıltılı soluklarını duyarak, kan ter içinde nefes-nefese kaçmaktasınız. bulunduğunuz dünyayı yalnızca soluk alıp-vermek için kullanmaktasınız. siz, tüm benliğinizle orada, o genç kadının yanındasınız.

    güçlü tasvirler insana böyle hissettirirler. koparır götürürler bu dünyadan... sonra bir bakmışsınız ki göğün yedi kat üzerinde zümrüdüanka kuşunun sırtında uçmaktasınız ya da bir genç kadınla birlikte var gücünüzle kaçmakta...

    heyecan verici bir olayın anlatımında sözcükler özenle seçilmeli, kesinlikle yazmış olmak için bir şeyler yazılmamalıdır ki okuyucu o atmosferden uzaklaşıp kendi dünyasına geri dönemesin. onu kolundan tutmuş kendi hayal dünyanıza taşımışsınız bir kez, en güç işi başarmış denizi geçmişsiniz, derede boğulmak olur mu? haydi! şimdi kıskıvrak yakaladığınız okuyucuyu yetenekleriniz ve akıcı anlatımınızla etkileme zamanı;

    " Takla atarak kayıyordu ve yüzüne değen taze karın yanında ayırt etmeyi gayet iyi bildiği bir koku daha duydu; kendi kanının kokusu... kah yuvarlanıyor kah sürükleniyordu ve bu kan kokusunu aldığına göre muhtemelen yüzünde bir yerleri kanıyordu..."

    hanna, kısa hikayeleriyle okuyucusunu doyuran, her şeyi tam tadında, kararında bırakan, iyi bir yazar.

    her ne kadar, yürek hoplatan hikayelerinden sonra gerçek dünyaya alışmak zaman alıyor olsa da bir okuyucu olarak bunu yaşamayı seviyorum ben. onunla zaman yolculuğuna çıkmaktan, her hikayede farklı bir mekanda, farklı bir zamanda ve bambaşka kahramanlarla birlikte olmaktan büyük keyifler alıyorum.
    8 ...
  14. 13.
  15. yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek | kaideyi taciz eden istisna

    öykülerde en zor işlerden biri, tematik kurguyu oluşturmaktır ki bunun için öncelikle öykü temasını seçmek ve ana hatlarıyla ne şekilde bir öyküleştirmeye gidileceğine, yani konunun; trajik mi, romantik mi yoksa mizahi bir bakış açısı ile mi ele alınacağına karar vermek gerekir.

    kaideyi taciz eden istisna'nın daha önceki öykülerinden de aşina olduğumuz en önemli özelliği, tematik kurguyu oluşturma konusundaki becerisi ve çeşit zenginliği.

    - şöyle bir meslek kimin aklına gelir allah aşkına! 'intahar eden insanları gayya kuyusuna gönderme ekibi sorumlu yöneticisi.' üstelik onu da götürür, öykünün 'başkahramanlık' makamına cuk! diye oturtturuverir.

    kimi yazarlar böyledir. bu, sonradan kazanılan bir özellik filan da değildir. çocukluklarında, uyku öncesi kulaklarına fısıldanan ve kendilerini hayal alemlerinden derin uykulara taşıyan, rengarenk dokulu öykü ve masallardan sebep midir bilinmez, ancak öylesine zengin bir hayal dünyaları vardır ki yarattıkları öykü temalarıyla, değme yazarları hasedinden çatır-çatır çatlatırlar.

    son yıllarda, tv kanallarının artması ve izleyicilerin tv dizilerine olan büyük talebi nedeniyle, tv filmi yapımcılığı ciddi bir sektör halini aldı. haftada bir, hatta emniyetli olsun diye iki bölüm çekilen televizyon dizilerinin senaryoları, artık tek bir kişinin başarabileceği bir iş olmaktan çıkıp bir ekip, büyük prodüksiyonlarda ise ekipler çalışmasını gerektirir hale geldi. işte! bu senaryo ekiplerinin arasına da bu tip 'cinfikirli tema mucitleri' serpiştirilir oldu ki seyircinin ilgisi olabildiğince ekranlara çekilsin, bol reyting ve reklam alınsın, hem hizmet alanın ve hem de hizmeti sunanın yüzü gülsün.

    kaideyi taciz eden istisna'nın bu çok önemli niteliğinin yanı sıra dikkatli olması gereken ve bu üstün nitelikle hiç bağdaşmayan bir özelliği var ki o da yazım kurallarına pek dikkat etmemesi.

    "...ikinci katta ki ofisine çıktı."

    oysa çok kolay! nasıl söylüyoruz; "kattaki" o halde öyle yazacağız. eğer demiş olsaydık ki;

    "...ikinci katta ki o kat apartmanın en geniş katıdır..."

    bir açıklama, bir gerekçe gerektirmeli o 'ki' ki 'ki'yi ayrı yazalım değil mi efendim!

    "... her şeyden haberin var gibi. bu çok sık rastlanmaz. "

    'bu','şu','o' olabilmesi için gözümüzle görmeli ya da elimizle tutabilmeliyiz. yani, 'bu çok sık görülmez' dersek doğru olur ama burada kast edilen gözle görülmeyen bir niteliktir dolayısı ile 'buna çok sık rastlanmaz' olmalıydı.

    akıcı ve zaman zaman romantik bir anlatım. farklı konuda, farklı mekanda ve farklı yapıdaki insanlara gömülü tanıdık karakterler. 'onlar ermiş muradına' tadında güzel bir son.

    - bir okuyucu olarak daha ne isterim ki ben!
    7 ...
  16. 7.
  17. okuyucusuna, " şah ve mat " diyecek yazarlar!

    mat edilmeyi bekleyen yüzlerce okuyucuyuz bizler! kırmayın bizleri, dökün eteğinizdekileri, saçın taşları yerlere! görünsün zümrütler, yakutlar, elmaslar ve akikler! hepsi de farklı farklı renktedirler, rengarenktirler... özenle seçilsinler, pahaları biçilsinler.

    - bugün son gün... son şans... hadi!
    6 ...
  18. 15.
  19. hayatın pioyunu | pythagoreanist (ekşi sözlük)

    amerikan 'harlem kültürü'nün etkisinde doğan 'underground' tarzı öykücülük türkiyede de belki biraz farklı biçimde; kendilerinin "harbi türkçe" bizlerin ise "bıçkın ağzı" olarak tabir ettiğimiz yazar-okuyucu diyalogları ile hayat buluyor.

    "...geçenlerde yine rutin cinayetlerimden birisini işliyordum. tam kafayı gövdeden ayıracaktım ki şeyi farkettim, benim hiç kız arkadaşım olmamıştı, daha doğrusu yine aklıma girmişti..."

    bu tür hakkında, dilbilimcilerin "yazım dilini bozdukları" ve bu nedenle de "türkçe'ye ciddi zararlar verdikleri" gerekçesi ile çekinceleri olsa da örneğin; hakan günday'ın iki eseri; kinyas ve kayra ile zargana ciddi bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başarmıştır.

    'hayatın pioyunu' biraz daha farklı ve aslında tür olarak gönül rahatlığı ile 'underground' kapsamına sokabileceğimiz bir yapıda da değil. zira 'underground' örnekleri, yaşam ilişkileri ve toplumsal değer yargılarını adeta topa tutan üslubu ile daha radikal bir görünümdedir. rap adı verilen müzik akımının da altlığını oluşturan bu kültürün protest yaklaşımı, öykümüzde, yerini soğukkanlı ve cinfikirli bir üsluba bırakmış;

    "...kan dediğimiz sıvıda insanı insan yapan duygular beslenmelidir. beynin vücudu yönettiği ve kalbin sadece kan pompaladığı toplumun insanlarını öldürmekten zevk de duymuyorum..."

    polisiyeyi andırıyor lakin o da değil çünkü esrarlı bir ya da birden fazla cinayet olayının çözüm süreçlerinin heyecan içerisindeki anlatımı da yok! bu öyküde. bir seri katil var fakat lafzen ve -di'li geçmişte anlatıyor cinayetlerini. polisiye gibi o anı yaşama heyecanı yok! olmuş bitmiş herşey, geçmişte kalmış.

    "...kurbanın başını elime aldım ve usulcana boynuna dokundum. şehvetle orayı öptüm ve yaladım. bir elim sakallarını okşarken diğer elimle boynunun en yumuşak yerini bulmaya çalışıyordum. erekte olduğum gerçeğini değiştiremem ama bıçağı aniden sapladığımda küçükken babam beni dövdüğünde yastığa bıçak sakladığım anlar geldi aklıma. öyle masalsı bir yumuşaklığa kavuşuyordu ki elim, bir an olayın zevkine kapılıp kolumu açılan delikten içeri sokmak istedim. denedim de, ama et biraz sertti açıkçası. at eti gibiydi, yedim oradan biliyorum..."

    bir kısım okuyucunun " bu ne amk!" dediğini duyar gibiyim. kimisi de diyor ki " bu adam öykü filan yazmamış resmen kafa bulmuş!" değil dostlar! emin olun değil! bu da böyle bir tarz ve 'dikkat çekerek' vermek istediklerini okuyucuya verme prensibi güdüyor. okuyucu tahammül gösterir ve öyküyü bitirebilirse, bir şeyler de alacak elbet!

    detaylarına takılmadan geneline baktığınızda, gerçekten önemli konulara değinildiğini, ciddi yaralara parmak basıldığını görüyorsunuz. zaten, öyküden alıntı ikinci paragraf da buna güzel bir örnek.

    örnekler çoğaltıla-bilir;

    "...insanlık ne çektiyse klişelerden çekiyor ben de ilk kurbanımı kilisede öldürdüm. tanrı'nın gözünün önünde onun çaresizliğini bütün dünyaya gösterdim..."

    bir başkası;

    "...ben paranın insanları dolaylı yoldan öldürdüğüne inanırım..."

    ve daha başkası;

    "...vezir aklının gücüyle savaşır, kimsenin göremediğini görür ve bilgelik her zaman insana derin bir bakış açısı kazandırır. sen hayatın piyonuydun, bu senin suçun değil. hayatın sen doğmadan sana öngördüğü bir roldü. o yamuk kafan gibi, şekilsiz vücudun gibi. ya da matematik okuyup geldiğin bu durum gibi. tanrı herkese hakettiği bir biçimde eziyet eder. sen de bunun kanıtlarından birisi olacaksın..."

    ben, biçime-üsluba ve meşrebe bakarak bir eser hakkında iyidir/kötüdür kararı vermenin yanlış olduğunu, okuyucu olarak hiçbir esere önyargılı bakamamak gerektiğini düşünenlerdenim.

    - yalnız! benden naçizane bir tavsiyedir yazara;

    hayatın klişeleşmiş gerçeklerini kâle almamak başka şeydir, okuyucuyu kâle almamak başka! bu tip öykülerde bu hassas dengeyi çok dikkatli kurmak ve kollamak, öykünün hiçbir aşamasında okuyucuyu kâle almıyormuş hissi vermemeye özen göstermek gereklidir. ha! dikkat edilmezse ne olur? o vakit yazar yine olur ama yazılanı okuyan olmaz.
    6 ...
© 2025 uludağ sözlük