söykü dergisi sayı 12 satranç

entry25 galeri6
    1.
  1. "herkese merhaba,

    27 sonbahar önce kaybettiğimiz bir yazara borçluyuz bu sayının temasını, bahsettiğim yazar atalarımız üçlemesi ile tanınan ve italyan edebiyatının en büyüklerinden biri olarak anılan italo calvino'dan başkası değil.

    calvino, belli bir tarza sokması kolay olmayan, pek çok tarzda eserler vermiş, fakat çoğu kişinin aklında gerçeküstü - ki postmodern ya da grotesk de denilmiştir - öykü ve romanları ile kalmış bir yazardır. sonsuz yaratıcılığın, ince bir mizahın, güçlü bir kalemin ve iyi bir gözlemcinin birleşimi olan calvino, neden yazdığı sorusuna verdiği, "daha iyi yazabilmek" cevabı ile, günümüzde bu iş ile uğraşan biz amatörlere de sanıyorum, en doğru yolu göstermiştir.

    yakınında patlayan bir bomba sonucu "ikiye bölünen -bir- vikont"'u anlattığı aynı adlı romanında, kişinin sürekli birbiri ile çatışan iyi ve de kötü benliklerden oluştuğunu vurgulaması, bu sayımıza da ilham kaynağı oldu, zira şunu biliyoruz ki içimizde her saniye iyi ile kötünün satranç karşılaşması devam ediyor. bazen biri bir piyon alıyor, bazense diğeri.

    umuyorum ki hayatınız boyunca "iyi"'niz vezirini kaptırmaz.

    hepinize iyi okumalar."(experimental)

    @______________________________________@
    _____________söykü dergisi_________________
    ________________sayı 12___________________
    _______________konu: satranç________________
    @______________________________________@

    yabancı değnek ... (dendromys)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17095198/

    kaderin nanik yapması ... (esesdopiyespiyes)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17350461/

    sandığın sakladığı ... (hanna)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17349334/

    yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek ... (kaideyi taciz eden istisna)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17372201/

    hayal tahtası ... (kilciklitazefasulye)
    http://www.itusozluk.com/goster.php/hayal+tahtas%FD/ @9743552

    satranç öğretmeni ... (liberalisticcommunist)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17316463/

    hayatın pioyunu ... (pythagoreanist)
    http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=30752433

    nosekeni ... (ruya avcisi)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17351145/

    deli tahta ... (saaat)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17312026/

    şah ve ölüm ... (tanzamanitanyeri)
    http://www.uludagsozluk.com/e/17296619/

    @_________________________________________@
    *öyküler yazar isimlerine göre sıralanmıştır.

    web sayfamız üzerinden okumak için:
    http://www.soykudergi.com/12satranc/

    tüm sayılar için:
    http://www.soykudergi.com/

    ***

    duyuru: önümüzdeki sayının konusu "kuş". öykülerinizi, 27 kasım salı akşamına kadar soykuyolla@gmail.com adresine ya da bana iletebilirsiniz. (bkz: söykü dergisi sayı 13 kuş)
    8 ...
  2. 2.
  3. konusu itibariyle de güzel olacak gibi duran sayı.
    3 ...
  4. 3.
  5. 4.
  6. çetrefilli bir konusu olan söykü sayısı. çıkacak olan derginin yazıları ya çok kötü ya da çok iyi olur muhtemelen.
    3 ...
  7. 5.
  8. konusu itibariyle, tarz olarak diğer sayılardan çok daha farklı öyküler okuyacağımıza inandığım sayı. heyecanla bekliyoruz.
    3 ...
  9. 6.
  10. yarın satranç temalı 12. sayı için son gün arkadaşlar!

    not: benim gibi öykülerin taslaklarını toparlamayı son güne bırakanlara hatırlatma yapma amacıyla bu başlık zevkle ve büyük bir iştahla "up"lanmıştır.
    3 ...
  11. 7.
  12. okuyucusuna, " şah ve mat " diyecek yazarlar!

    mat edilmeyi bekleyen yüzlerce okuyucuyuz bizler! kırmayın bizleri, dökün eteğinizdekileri, saçın taşları yerlere! görünsün zümrütler, yakutlar, elmaslar ve akikler! hepsi de farklı farklı renktedirler, rengarenktirler... özenle seçilsinler, pahaları biçilsinler.

    - bugün son gün... son şans... hadi!
    6 ...
  13. 8.
  14. yabancı değnek | dendromys

    hayatımızı devam ettirebilme zorunlulukları, günlük koşuşturmalarımız, omuzlarımızda sürekli ağırlığını hissettiğimiz sorumluluklarımız; çoğu zaman, karşımızdaki apartmanın hoş rengini, her gün alış-veriş ettiğimiz manavın vitrinindeki düzeni, sokağımızın başındaki kestane ağacının ihtişamını derinlemesine irdelememize imkan vermez.

    bilinçaltımızda hep var olmakla kalmayıp kimi zaman değer yargılarımızı dahi etkileyen bu unsurların farkına bir boş vermişlik halinin dingin ortamında varırız. bakmakla görmek arasındaki büyük farkı işte! bu anlarda idrak ederiz. aslında, her gün karşımızda olan o apartmanın renginin; bizim en çok sevdiğimiz renk, her gün alış-veriş ettiğimiz manav tezgahındaki düzenin; takdirle yaşamımıza taşıdığımız intizam hali, her akşam önünden geçtiğimiz kestane ağacının ise bizi en çok etkileyen ağaç olduğunun farkına bu zamanlar varabiliriz.

    bu gerçeği erkek kahramanda;

    " hafif melankolik ruh halinden mutlu oluyormuşçasına atıyordu adımlarını adam. bilinçsizce sokağa çıkmayalı epey bir vakit olmuştu. rast gele girilen sokaklar,sakin yürümenin verdiği rahatlık, daha önce defalarca geçmesine rağmen ilk kez gördüğü evler ve soluduğu havanın tazeliği biraz şaşırtmış ve mutlu etmişti onu."

    sözleriyle, kadın kahramanda ise;

    "...yaşamının kestirmelere olan nefreti de umurunda değildi. arzuladığı tek şey kısa süreliğine de olsa şerit değiştirmekti."

    sözleriyle ne de güzel ifade etmiş yazar.

    yaşam gailesine kendimizi kaptırıp sürekli yokuş çıkmak yormuyor mu bizleri? bu koşuşturma halinde atlamıyor muyuz; yaşamımıza anlam ve değer katan detaylardaki güzellikleri? arada bir vitesi boşa atıp yaşamı dinleme, yaşama dokunma, koklama ve ondan tat alma duyularımıza olanak tanımak gereğine inanmıyor muyuz? kısaca, şerit değiştirip insan olduğumuzu hatırlamak istemiyor muyuz?

    "hayat en ihtiyaç duyduğunda gözünü kırpmış ve onu adeta yüceltmişti. ortada duran piyona kitledi gözlerini. şah olma arzusunu bir kenara bıraktı ve piyonun zamanı olduğunu düşündü. vakit varken huzur çalabilirdi belki biraz hayattan."

    dendromys'i yürekten kutluyorum. kendi iç sıkıntı ve çelişkilerinden kurtulma arzusundaki bir erkek ve bir kadının, plansız birliktelikleri halinde vermek istediklerini başarıyla verebildiği için okuyucusuna.
    9 ...
  15. 9.
  16. kaderin nanik yapması | esesdopiyespiyes

    üvey baba, üvey anne, üvey evlat... hangisinin başına gelirse gelsin, gayri ihtiyari bir yadırgama hali oluşturuyor insanda; öz baba, öz anne ve öz evlat kavramları varken. bir toplumsal şartlandırma halinin sonucudur bu; çocukluktan itibaren, masallar ve hikayelerle işlenen.

    yemeyip-yedirse, giymeyip-giydirse, iyi bir gelecek hazırlamak için var gücüyle çalışsa dahi üvey bir babanın asla bağırma hakkı yoktur bizlere. öz baba, pantolon kemeriyle dövmüş olsa unutulabilir de üvey babanın sıradan bir küfrü çıkmaz akıllardan asla. eldir o, yabancıdır. değeri; bir ressam gibi ölünce, yaşarken kendisine çektirilenlerden sebep pişmanlık hali içinde anlaşılır.

    - bakınız! bu durum ne kadar açık ifade bulmuş hikayemizin şu satırlarında;

    " mustafa abi'ye hiç "baba" demedim. ömrümün en büyük pişmanlığıdır. 'baba' sıfatını hakedecek her şeyi yapmasına ve aslında onu öz babam olarak görmeme rağmen, ona bu mutluluğu yaşatmadım. benden hiçbir zaman böyle bir talebi olmadı ama eminim bu ona verebileceğim en büyük armağan olurdu."

    - öz olanın hataları mazur görülür, üzeri örtülürken, üvey olanınkiler ayyuka çıkarılır;

    ""burak, böyle yaparak anneni ne kadar üzdüğünün farkında mısın" diye sorarken sesi azıcık yüksek çıkmıştı ve ben kendimi odaya kapatmış, annemin de kafasının etini yemiştim, "bu adam bana bağırıyor" diye."

    - iş o raddeye varır ki özden beklenenler elde edilemedikçe acısı adeta üveyden çıkarılır;

    " ...ödev yapmıyordum, odamı asla toplamıyordum, dişlerimi odamda fırçalayıp, on beş dakika salyalarımı akıta akıta evin içinde dolanıyordum, arkadaşlarımla kavga ediyordum, evin içinde futbol oynuyor, cam çerçeve indiriyordum. vs vs... akla gelebilecek her türlü haşarılık..."

    - onun iyilikleri daima bir yaranma hali olarak algılanır;

    "...ve tabi ki, babamın yerini almaya çalıştığı, ya da ben öyle sandığım için en nefret ettiğim insandı. tartışmasız. "

    esesdopiyespiyes gerçek yaşamdan bir kesit almış ve 'üvey'e yapılan haksızlıkları, abartmadan, yağlayıp-ballamadan, yalın bir dille ve tüm çıplaklığıyla anlatmış.

    - ne diyelim; ellerine ve yüreğine sağlık.
    8 ...
  17. 10.
  18. yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek - kaideyi taciz eden istisna

    oldukça fantastik ve masalsı, kendisine hayran bıraktıran bir hayal gücünün ürünü yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek. fazla söze hacet yok; çok sevdim.
    yürekten tebrikler..
    8 ...
  19. 11.
  20. şah ve ölüm- tanzamanitanyeri

    hangimiz sormamışızdır ki kendimize "eksik bir şey mi var?" sorusunu. hiçbir zaman tamamlanamayacakmışsın, her an eksilecekmişsin hissi.

    "deniz, mutsuz değildi; eksik hissediyordu kendisini."

    defalarca başkalaşmış hissettik; başkalaştırıldık.

    " ailesinin ve arkadaşlarının yönlendirmeleriyle geçirdi okul dönemini. aldığı tavsiyeleri önemsemiş, etrafındaki insanların görmek istedikleri gibi biri olmuştu. "

    yalnız yaşlanmayı göze alıp, bedelini ödemeyi sırtlanacak güce sahip olmak değil midir zaten tüm mesele?

    "hiç yalnız kalmadığı için korkan paranoyak insanların hayat ticaretidir iki kişilik mutluluk. mutluluğu paylaşmak, benim ilişkilerde aradığım en ucuz romanın adıydı."

    tanzamanitanyeri gönülden tebrikler.
    gönlün hoş, kalemin daim ola..
    8 ...
  21. 12.
  22. sandığın sakladığı | hanna

    tasvir öykünün salçası, tuzu, biberidir. sizi kolunuzdan tutup yazarın hayal dünyasına sokan, kurgulanan olayların geçtiği mekanların kokusunu, nemini, sıcaklığını-soğukluğunu, aydınlığını-karanlığını, heyecanını-neşesini, dehşetini-dinginliğini sizlere yansıtan, hatta yaşatan yegane unsurdur. onsuz öyküler; tatsız-tuzsuz-salçasız, dolayısı ile çok lezzetsiz olurlar.

    "...Karda ayak izlerinin belli olacağının farkındaydı ama kaçmaktan başka da çaresi yoktu. Genç kadın kendi kendine 'Bir adım, bir adım daha; hayır daha hızlı...' diyerek soluk soluğa koşuyor, peşinden gelen kan koklatılmış köpeklerin sesleri yaklaşıyordu. Nefes nefese kalmış göğsü hızla inip kalkarken arkasına bakmadan ay ışığından başka ışığı olmayan bu dipsiz koruda ilerliyor, tıkanmamak için, burnundan nefes alıp ağzından veriyordu ki köpeklerin sesi daha da yakından gelmeye başladı."

    - Nasıl ama?

    adeta, o genç kadının yanındasınız. birlikte el-ele koşmaktasınız; o dipsiz-karanlık koruda... ensenizde kan koklatılmış köpeklerin hırıltılı soluklarını duyarak, kan ter içinde nefes-nefese kaçmaktasınız. bulunduğunuz dünyayı yalnızca soluk alıp-vermek için kullanmaktasınız. siz, tüm benliğinizle orada, o genç kadının yanındasınız.

    güçlü tasvirler insana böyle hissettirirler. koparır götürürler bu dünyadan... sonra bir bakmışsınız ki göğün yedi kat üzerinde zümrüdüanka kuşunun sırtında uçmaktasınız ya da bir genç kadınla birlikte var gücünüzle kaçmakta...

    heyecan verici bir olayın anlatımında sözcükler özenle seçilmeli, kesinlikle yazmış olmak için bir şeyler yazılmamalıdır ki okuyucu o atmosferden uzaklaşıp kendi dünyasına geri dönemesin. onu kolundan tutmuş kendi hayal dünyanıza taşımışsınız bir kez, en güç işi başarmış denizi geçmişsiniz, derede boğulmak olur mu? haydi! şimdi kıskıvrak yakaladığınız okuyucuyu yetenekleriniz ve akıcı anlatımınızla etkileme zamanı;

    " Takla atarak kayıyordu ve yüzüne değen taze karın yanında ayırt etmeyi gayet iyi bildiği bir koku daha duydu; kendi kanının kokusu... kah yuvarlanıyor kah sürükleniyordu ve bu kan kokusunu aldığına göre muhtemelen yüzünde bir yerleri kanıyordu..."

    hanna, kısa hikayeleriyle okuyucusunu doyuran, her şeyi tam tadında, kararında bırakan, iyi bir yazar.

    her ne kadar, yürek hoplatan hikayelerinden sonra gerçek dünyaya alışmak zaman alıyor olsa da bir okuyucu olarak bunu yaşamayı seviyorum ben. onunla zaman yolculuğuna çıkmaktan, her hikayede farklı bir mekanda, farklı bir zamanda ve bambaşka kahramanlarla birlikte olmaktan büyük keyifler alıyorum.
    8 ...
  23. 13.
  24. yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek | kaideyi taciz eden istisna

    öykülerde en zor işlerden biri, tematik kurguyu oluşturmaktır ki bunun için öncelikle öykü temasını seçmek ve ana hatlarıyla ne şekilde bir öyküleştirmeye gidileceğine, yani konunun; trajik mi, romantik mi yoksa mizahi bir bakış açısı ile mi ele alınacağına karar vermek gerekir.

    kaideyi taciz eden istisna'nın daha önceki öykülerinden de aşina olduğumuz en önemli özelliği, tematik kurguyu oluşturma konusundaki becerisi ve çeşit zenginliği.

    - şöyle bir meslek kimin aklına gelir allah aşkına! 'intahar eden insanları gayya kuyusuna gönderme ekibi sorumlu yöneticisi.' üstelik onu da götürür, öykünün 'başkahramanlık' makamına cuk! diye oturtturuverir.

    kimi yazarlar böyledir. bu, sonradan kazanılan bir özellik filan da değildir. çocukluklarında, uyku öncesi kulaklarına fısıldanan ve kendilerini hayal alemlerinden derin uykulara taşıyan, rengarenk dokulu öykü ve masallardan sebep midir bilinmez, ancak öylesine zengin bir hayal dünyaları vardır ki yarattıkları öykü temalarıyla, değme yazarları hasedinden çatır-çatır çatlatırlar.

    son yıllarda, tv kanallarının artması ve izleyicilerin tv dizilerine olan büyük talebi nedeniyle, tv filmi yapımcılığı ciddi bir sektör halini aldı. haftada bir, hatta emniyetli olsun diye iki bölüm çekilen televizyon dizilerinin senaryoları, artık tek bir kişinin başarabileceği bir iş olmaktan çıkıp bir ekip, büyük prodüksiyonlarda ise ekipler çalışmasını gerektirir hale geldi. işte! bu senaryo ekiplerinin arasına da bu tip 'cinfikirli tema mucitleri' serpiştirilir oldu ki seyircinin ilgisi olabildiğince ekranlara çekilsin, bol reyting ve reklam alınsın, hem hizmet alanın ve hem de hizmeti sunanın yüzü gülsün.

    kaideyi taciz eden istisna'nın bu çok önemli niteliğinin yanı sıra dikkatli olması gereken ve bu üstün nitelikle hiç bağdaşmayan bir özelliği var ki o da yazım kurallarına pek dikkat etmemesi.

    "...ikinci katta ki ofisine çıktı."

    oysa çok kolay! nasıl söylüyoruz; "kattaki" o halde öyle yazacağız. eğer demiş olsaydık ki;

    "...ikinci katta ki o kat apartmanın en geniş katıdır..."

    bir açıklama, bir gerekçe gerektirmeli o 'ki' ki 'ki'yi ayrı yazalım değil mi efendim!

    "... her şeyden haberin var gibi. bu çok sık rastlanmaz. "

    'bu','şu','o' olabilmesi için gözümüzle görmeli ya da elimizle tutabilmeliyiz. yani, 'bu çok sık görülmez' dersek doğru olur ama burada kast edilen gözle görülmeyen bir niteliktir dolayısı ile 'buna çok sık rastlanmaz' olmalıydı.

    akıcı ve zaman zaman romantik bir anlatım. farklı konuda, farklı mekanda ve farklı yapıdaki insanlara gömülü tanıdık karakterler. 'onlar ermiş muradına' tadında güzel bir son.

    - bir okuyucu olarak daha ne isterim ki ben!
    7 ...
  25. 14.
  26. hayal tahtası | kilciklitazefasulye (itü sözlük)

    okuyucuların büyük bölümü, düzyazıda şiirsel anlatımı çok sever. dizelerin sonlarındaki seslerin uyumu gibi tümcelerin sonlarındaki sözcüklerin ses uyumu da hem okumada bir akıcılık getirirken hem de düz yazıya şiirsel bir hava katar.

    kılçıklıtazefasülye, bu anlatıma oldukça başarılı bir örnek vermiş; öylesine başarılı bir örnek ki gelin bu satırları dizelere dönüştürüp bakalım ve görelim ki ne denli güzel bir şiir çıkıyor karşımıza;

    " kelimeler yarenlik eder miydi;
    bu biçare haline.
    tutar mıydı elinden,
    tutar da kaldırır mıydı yeniden düştüğü yerden,
    bilmiyordu..
    sadece,
    deli gibi bir yazma isteği..
    kurgulamadan,
    düşünmeden,
    planlamadan,
    öyle çalakalem..
    aktığı gibi..
    döküldüğü gibi.."

    öylesine öykü konuları vardır ki işledikçe işleyesi gelir yazarların. aslına bakılırsa, boşuna da değildir bu ısrar zira, alıcısı-okuyucusu hiç bitmez.

    en bilineni, bir kadın ve bir erkeğin duygusal ilişkilerini ele alan, bol romantik içine az dramatik veya trajik ya da tam tersi karışımlı öykülerdir. "benim o taraklarda bezim olmaz!" tavrı sergilemeye çalışan katı görünümlü insanlara da bakmayın siz! onlar bile romantizmin büyülü ve sıcak atmosferine dayanamaz, bir süre sonra yumuşar-gevşeyiverirler.

    - şu güzel anlatıma hangi katı yürekli insan ve ne kadar dayanabilir ki;

    "... çok mu zor birini sevmek.. en kolayı bu oysa.. yalansız, dolansız, hesapsız, bir sonraki adımı planlamadan, böyle yaparsam daha mı çok bağlarım diye düşünmeden.. en kolayı sevmek değil mi? yanlış mı yaptım bunca sene ben? elimden gelen tek şey sevmekti benim, sevdim.. yaşarken ölür gibi sevdim. canımdan bir parçayı verir gibi sevdim.. hayatı sevdiğim gibi sevdim..."

    - içtenlik... yazarın, onun sayesinde okuyucu üzerindeki etkiyi ikiye katladığı bir sır değil! hatta, öyle bir an gelir ki o okuyucu şunu bile düşünmeye başlar: " bunları yaşamayan birinin yazması çok zor!"

    "...kafamın içinde bir baloncuk var.. sabun köpüğü gibi.. ama o kadar masum değil.. her gün biraz daha büyüyor. ne zaman patlar bilinmiyor.. patlarsa hemencecik ölürmüşüm.. ameliyat da edemiyorlar.. yeni teknoloji bir tedavi öngörüyorlar ama o da çok riskli.. felç ihtimali, iyileşme ihtimalinden daha çok... üstelik hastalığı yok etmiyor, sadece büyümeyi durduruyor.. yani ölüyorum ali.. tedavi olmazsam sürpriz bir zamanda, tedavi olursam yarım bir hayatla.."

    yazarın, hissettiklerini anlatım kabiliyetini kutlamamak elde değil. öyle düşünmekteyim ki kendisini kahramanının yerine koyarak; ne düşünür, neler hissederdim diye düşünerek yazma tekniğini kullanıyor. anı, bizzat yaşayarak tam amatörce yazıyor. kim bilir, yazarken belki de ızdırap çekiyor, göz yaşı döküyor.

    bu tekniği kullanan yazarlar, öykülerini kaleme alırlarken kendilerini o denli kaptırırlar ki hüngür hüngür ağladıkları dahi bilinen bir vakadır. sonuç? sonuç, duygu yüklü böylesi güzel, okunası öyküler çıkıyor.

    kılçıklıtazefasülye; seni yürekten kutluyorum! lakin, şu sonu 'iki nokta yanyana'lı cümleler kurma alışkanlığından vazgeç! zira, okuyucuda ister istemez telgraf metni okuyormuş gibi garip, dahası dikkat dağıtan sevimsiz bir etki yaratıyor.
    8 ...
  27. 15.
  28. hayatın pioyunu | pythagoreanist (ekşi sözlük)

    amerikan 'harlem kültürü'nün etkisinde doğan 'underground' tarzı öykücülük türkiyede de belki biraz farklı biçimde; kendilerinin "harbi türkçe" bizlerin ise "bıçkın ağzı" olarak tabir ettiğimiz yazar-okuyucu diyalogları ile hayat buluyor.

    "...geçenlerde yine rutin cinayetlerimden birisini işliyordum. tam kafayı gövdeden ayıracaktım ki şeyi farkettim, benim hiç kız arkadaşım olmamıştı, daha doğrusu yine aklıma girmişti..."

    bu tür hakkında, dilbilimcilerin "yazım dilini bozdukları" ve bu nedenle de "türkçe'ye ciddi zararlar verdikleri" gerekçesi ile çekinceleri olsa da örneğin; hakan günday'ın iki eseri; kinyas ve kayra ile zargana ciddi bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başarmıştır.

    'hayatın pioyunu' biraz daha farklı ve aslında tür olarak gönül rahatlığı ile 'underground' kapsamına sokabileceğimiz bir yapıda da değil. zira 'underground' örnekleri, yaşam ilişkileri ve toplumsal değer yargılarını adeta topa tutan üslubu ile daha radikal bir görünümdedir. rap adı verilen müzik akımının da altlığını oluşturan bu kültürün protest yaklaşımı, öykümüzde, yerini soğukkanlı ve cinfikirli bir üsluba bırakmış;

    "...kan dediğimiz sıvıda insanı insan yapan duygular beslenmelidir. beynin vücudu yönettiği ve kalbin sadece kan pompaladığı toplumun insanlarını öldürmekten zevk de duymuyorum..."

    polisiyeyi andırıyor lakin o da değil çünkü esrarlı bir ya da birden fazla cinayet olayının çözüm süreçlerinin heyecan içerisindeki anlatımı da yok! bu öyküde. bir seri katil var fakat lafzen ve -di'li geçmişte anlatıyor cinayetlerini. polisiye gibi o anı yaşama heyecanı yok! olmuş bitmiş herşey, geçmişte kalmış.

    "...kurbanın başını elime aldım ve usulcana boynuna dokundum. şehvetle orayı öptüm ve yaladım. bir elim sakallarını okşarken diğer elimle boynunun en yumuşak yerini bulmaya çalışıyordum. erekte olduğum gerçeğini değiştiremem ama bıçağı aniden sapladığımda küçükken babam beni dövdüğünde yastığa bıçak sakladığım anlar geldi aklıma. öyle masalsı bir yumuşaklığa kavuşuyordu ki elim, bir an olayın zevkine kapılıp kolumu açılan delikten içeri sokmak istedim. denedim de, ama et biraz sertti açıkçası. at eti gibiydi, yedim oradan biliyorum..."

    bir kısım okuyucunun " bu ne amk!" dediğini duyar gibiyim. kimisi de diyor ki " bu adam öykü filan yazmamış resmen kafa bulmuş!" değil dostlar! emin olun değil! bu da böyle bir tarz ve 'dikkat çekerek' vermek istediklerini okuyucuya verme prensibi güdüyor. okuyucu tahammül gösterir ve öyküyü bitirebilirse, bir şeyler de alacak elbet!

    detaylarına takılmadan geneline baktığınızda, gerçekten önemli konulara değinildiğini, ciddi yaralara parmak basıldığını görüyorsunuz. zaten, öyküden alıntı ikinci paragraf da buna güzel bir örnek.

    örnekler çoğaltıla-bilir;

    "...insanlık ne çektiyse klişelerden çekiyor ben de ilk kurbanımı kilisede öldürdüm. tanrı'nın gözünün önünde onun çaresizliğini bütün dünyaya gösterdim..."

    bir başkası;

    "...ben paranın insanları dolaylı yoldan öldürdüğüne inanırım..."

    ve daha başkası;

    "...vezir aklının gücüyle savaşır, kimsenin göremediğini görür ve bilgelik her zaman insana derin bir bakış açısı kazandırır. sen hayatın piyonuydun, bu senin suçun değil. hayatın sen doğmadan sana öngördüğü bir roldü. o yamuk kafan gibi, şekilsiz vücudun gibi. ya da matematik okuyup geldiğin bu durum gibi. tanrı herkese hakettiği bir biçimde eziyet eder. sen de bunun kanıtlarından birisi olacaksın..."

    ben, biçime-üsluba ve meşrebe bakarak bir eser hakkında iyidir/kötüdür kararı vermenin yanlış olduğunu, okuyucu olarak hiçbir esere önyargılı bakamamak gerektiğini düşünenlerdenim.

    - yalnız! benden naçizane bir tavsiyedir yazara;

    hayatın klişeleşmiş gerçeklerini kâle almamak başka şeydir, okuyucuyu kâle almamak başka! bu tip öykülerde bu hassas dengeyi çok dikkatli kurmak ve kollamak, öykünün hiçbir aşamasında okuyucuyu kâle almıyormuş hissi vermemeye özen göstermek gereklidir. ha! dikkat edilmezse ne olur? o vakit yazar yine olur ama yazılanı okuyan olmaz.
    6 ...
  29. 16.
  30. nosekeni | ruya avcisi

    ortaçağdan günümüze, önce kendileri daha sonra yeraltı zenginlikleri beyaz adamlarca sömürülen afrikalıların, bitmek-tükenmek bilmeyen çileleri, şimdilerde yaşanan kabile savaşları ve açlıkla olan mücadeleleri... kadın ve çocukların böylesi bir ortamda maruz kaldığı iğrenç muameleler... ve tüm bunların, kongolu sosyolog nosekeni'nin ağzından, tüm çıplaklığı ile; el bebek-gül bebek yetiştirilmiş genç fransız köşe yazarı elita'nın yüzüne bir tokat gibi çarpılması. belki de hayatında ilk kez, bir beyaz olmaktan dolayı çektiği büyük sıkıntı...

    rüya avcısı, detaycı bir yazar. bu özelliğinden dolayı kendime çok benzetiyorum. öykülerimde benim de en çok eleştirildiğim konuların başında geliyor bu nitelik. olaysız geçen, sürükleyici olmayan, bilgi verme mahiyetindeki, aslında olabildiğince kısa tutulması gereken ve okuyucuyu bilhassa başlangıç bölümü gibi en riskli yerde öyküden koparabilecek, en azından motivasyonunu bozacak detaycı anlatımdan ne yazık ki vazgeçemiyoruz.

    - kolay sanmayın! bu durum, bir yazar için sigara içmek, tırnak yemek kadar kötü ve vazgeçilmesi zor bir alışkanlıktır.

    "bu defa aynı hataları yapmayacağım!" diye kendi kendinize sözler verir kafanızda kurguladığınız öyküyü kağıda dökmeye başlarsınız. öykü biter! baştan sona bir okursunuz; güzeldir lakin... aman demeyin! ne olur böyle söylemeyin! 'lakin', 'ama', 'fakat', 'şayet' türünden sözcükleri asla kullanmayın! zira, bu sözcükler etkilerini hep giriş bölümü üzerinde gösterirler. "şunu da ifade edeyim", "bunu da araya sıkıştırmam gerek", "falanca mutlaka olmalı", "filanca olmazsa olay anlaşılmıyor", "ötekisi illaki olacak!", "berikisi olmazsa olmaz!" derken bir bakarsınız; yazdıklarınız öykü değil hikaye olmuş ama bildiğiniz, düşündüğünüz gibi değil tam bir yılan hikayesi...

    - zordur zor! ben kendimden biliyorum.

    elita'nın da gazetedeki köşesinde bir çığır açmak ve adını duyurmak üzere içerisinde bulunduğu, kişisel çıkarlara odaklandırılmış, para ve kariyeri için her kapitalist ve günümüzde gizliden gizliye de körüklense emperyalist güdüler etkisindeki insanları; sağlı-sollu, sertçe tokatlayan, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" tavrında okunası bir öyküdür bu.

    - işte! beyaz gazeteci elita'nın yüzünde patlayan sert bir tokat;

    "...siz zamanında "siyah ırkı eğitmek için buradayız!" deyip bu bahaneyle kıtamızın her bir köşesini keşfe geldiniz. sonra dininizi tanıttınız; bizi kendinize bağlayacak ortak bir unsur aradanız çünkü bizim ham zenginliğimizi sömürebilmek için buna ihtiyacınız vardı. çok farklıydık! Siz beyaz bizse siyah! Ama siz Hıristiyan biz de Hıristiyan olunca işler biraz kolaylaşacaktı ve öyle de oldu!.."

    - ...ve bir başkası;

    "...tanrı beni bağışlasın, ne zaman isa'nın ve havarilerinin tasvirini görsem bize hiç benzemediğini ve bizden neden hiç bahsetmediğini düşünüyorum. Sanki sadece siz beyazların peygamberiymiş hissine kapılıyorum..."

    - müthiş etkilendiğim ve defalarca okuduğum bir gözlem, indirici darbe;

    "...madenlerimiz için buraya gelen beyazlar, bizi yönetebilmek için eskiden sınırların hiç olmadığı kıtamızda bizler adına, insanlık adına(!) sınırlar çizdiler; yetmedi ülkeler içinde insanları kabilelerine göre sınıflandırdılar. Ne kadar fark o kadar ayrım ne kadar ayrım o kadar kaos! bir kabileye siyasi ayrıcalıklar verilip diğer kabile hor görüldü derken düşmanlıklar iyice bilendi ve erkeklerin ellerine silah verildi, katliamlar karşı katliamları getirdi. şimdi bir zamanlar sınırları olmayan bu bölgelerde sınırlar çizilen alanlarda madenlerin kavgasına tutuştular. O da sömürgecilerin vereceği çok az miktar para için. Öyle bir tuzağa düşürüldüler ki ellerindeki madenleri savaşırken Avrupalılara kaptırdıklarını hiç fark etmediler. Savaşta olma 'nedenimiz' savaşmamızdan daha önemli, çünkü bu savaş bitse bu nedenler yüzünden tekrar başka bir iç savaş başlayacak..."

    içerisinde ciddi tespitler barındıran, detaylı araştırma hatta belki gözlemlerin sonucu ortaya çıkarılmış ve benim çok beğendiğim bir öykü oldu bu! kesinlikle okumanızı tavsiye ederim; en azından afrika üzerine oynanmış ve oynanmakta olan oyunları, gerçekleri görebilmek için.

    yazardan küçük bir isteğim var; öykülerle tiyatro oyun senaryoları arasındaki önemli fark, senaryolarda geçen diyaloglarda söylem sahibinin isminin yazılmasıdır. bu, oyuncuya, ezberlemesi gereken metni göstermek ve özellikle sahne provalarında, bıraktığı yere geri dönmesinde kolaylık sağlamak içindir ancak öykülerde, söylem sahibinin ismini yazmak okuyucuya yapılan bir kabalık olarak algılanır. zira, tümcelerin gelişinden kimin ne söyleyebileceği zaten bellidir. üstelik bu durum, okuma akıcılığını da kötü yönde etkiler.

    "../..

    Elita: inançlı mısınız?

    Nosekeni: evet, inançlıyım.

    Elita: hangi inançtansınız?

    Nosekeni: siz Avrupalıların getirdiği din işte, hıristiyanım.

    Elita: bunu neden böyle tepkili bir şekilde söylediniz?

    ../.."

    - rüya avcısı, ellerine, aklına, yüreğine sağlık!

    heyecan dolu safarileriyle anımsamaya alıştırıldığımız fakat gerçekte, insanlık onuruyla bağdaşmayacak iğrençliklerin yaşandığı afrika'nın öbür yüzünü, beyaz adamın kirlettiği yüzünü tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdiğin için...

    "diğer kabilenin erkekleri tarafından ard-arda, vahşice tecavüz edildiğinden kalça kemiği kırılmış bir afrikalı kadın" ı bizlere tanıştırdığın için...

    kapitalistlerin/emperyalistlerin yüzü manda gönündendir. döktükleri göz yaşları ise çoğunlukla bir timsahınkine eşdeğer. dolayısı ile onlardan bir utanma, hicap duyma beklentimiz olmaz. olsa da tatlı bir hayal olur zaten! bizlerin, bu tür realist öykülerle etkileyebileceklerimiz; bertold* ustanın da dediği gibi "...henüz insan olduğunu unutmamış, vicdan müessesesine kilit vurmamış, yüreğinde hissettiğini gözünden yaş olarak dökebilen...", vahşi kapitalizmin eşiğindeki, "benden sonra tufan" deyip-dememe noktasında olan kişilerdir.

    az kişi deyip geçmemek, asla! azımsamamak gerek. koskoca ülkeleri yönetenler kim bir düşünün hele, bir avuç insan değil mi? eh! bizler içerisinden de gün gelir beyaz atlı bir cengaver çıkar elbet! ağzından ateşler saçan ejderhayı kılıcıyla dize getirip peri padişahının kızıyla evlenir de dünyaya kral olur. herkesi eşit kılar, sınırları kaldırır da bizler de o kral adamın dünya ocağında kardeşçe yaşar, hakça paylaşırız üretileni.

    - aah! ah! sol elim... yine sen geldin aklıma birden, bilmem ki neden?

    edit: yazım kuralları.
    4 ...
  31. 17.
  32. deli tahta | saaat

    1800'lü yılların sonlarına doğru resim sanatında olduğu gibi 1900'lü yılların başlarında şiir, öykü ve roman gibi yazın türlerinde de realizm akımına karşı; kısaca, 'bilinçaltının karmaşıklığını sanata yansıtmayı gerekli gören' sürrealizm akımı doğdu ve gelişti.

    realizm, isminden de anlaşılacağı üzere ya gerçekler ya da akla, mantığa, gözlerin görüp-kulakların duyduğu, elle tutulur şeyleri konu edinip-onlar üzerinde temellenerek, gerçekçi yaklaşımlar üzerine kurgulanan olayların yansıtıldığı resimler, şiirler, öyküler ve romanlarda hayat buluyordu.

    buna mukabil, kimi sanatçılar; yalnızca bilinen değil hayal edilen, hatta doğru bilinenin tam aksine, birtakım şeylerin de insanların yaşamını etkileyip-yönlendirmekte olduğunu, bilinç denen kavramın alt ve üstünün de bulunduğunu savladılar. pablo picasso, salvador dali gibi ressamlar, andre breton, paul eluard, Luis Aragones gibi yazın ustaları bu akımın öncü ve yakın takipçileri oldular.

    - deli tahta, çok kısa ve sürrealist bir öykü denemesi.

    kahramanlarını; bu tarzın genel karakteristiğine uygun olarak, bilinçaltlarında yarı oluşmuş veya henüz ham haldeki düşünce ve hislerle okuyucuya aktarmaya çalışmış. diğer bir deyimle; sadece bilinçaltlarında esen fırtınaları yansıtarak, karakterleri tanımlamayı ve analiz etmeyi okuyucuya bırakmış.

    çoğunlukla fantastik öykü ya da romanlarla karıştırılan sürrealist öykü ya da romanlarda, gerçekliğin farklı bir yorumu vardır. buna karşın, fantastik eserlerde olduğu gibi doğaüstü olaylara veya gerçekdışı canlılara; olay ve o olayın kahramanları olarak değil, benzerleri şeklinde yer verilir.

    -şöyle ki;

    "...Sarı sarı akan şelale benzeri yapılar..."

    - bu 'benzerlik' vurgulandıktan sonra öykünün devamında, şu şekilde yazılmasının da bir mahsuru yoktur;

    "...bir gün öyle bir şey gördük ki tüm hayatımız yokuştan aşağı yöne meyillendi. 'Sarı sarı akan şelalerin' içinde bir ölü bedeni..."

    - zira, artık bizler bilmekteyiz ki 'sarı sarı akan şelale benzeri yapılar' onlar. yani, pavyonların girişlerini süsleyen neon lambaları, bizzat şelalenin kendisi değil.

    kavrayabildiğim kadarıyla, giriş bölümünde yazılanlar, şöylesi bir resmi nakşediyor beynimizde;

    'güzel kadınlar-çirkin adamlar, yaya geçitleri-umumi tuvaletler, gündüz ve gece hayatıyla kültürpark... hep aynı... tekdüze... artık yeniliklerin yaşanmadığı haliyle adeta bir ölüden farksız; para, eğlence ve cinsel açlığın ortak noktası olan ve artık kimlere hitap ettiğini kendisi de şaşırmış olan pavyonlar... bir-bir geçiyorlar gözlerimizin önünden ve intibah sokağının ortasındaki ezilmiş bir kedinin cansız bedeniyle sorgulanmaya başlıyor yaşam... 'bir' kedi olması önemli zira, iki, üç, beş olsalar asıldan sapıp detaylarda boğulacağız... kafasını mı ezmiş, yoksa vücudunu mu çiğnemiş. teker oradan mı geçmiş, yoksa buradan mı gibi anlamsız detaylara kafa yoracağız. ölmüş işte! ne önemi var ki; ne zaman, nasıl, hangi şekilde ve şartlarda öldüğünün, bunu öğrenmenin o kediye ne faydası var, yaşamıyor ki artık. '

    - ve şu detayı, unutmadan aklımızın bir köşesine yazıyoruz! " güzel kadınlar, çirkin adamlar."

    - sanki biraz daha uzun olabilirmiş bu bölüm. ve daha derin ifadeler içeren sözcüklerle az daha allanıp-pullanmak istiyor gibi tümceler. yine de hoş, güzel ve akıcılar elbet!

    - gelişme bölümü girizgahındaki şu tümceyi de ekliyoruz aklımızın aynı köşesine;

    "...önemli olan sorgulamaksa frengileri, ölmekten pek de caymamak gerek yeri geldiği zaman..."

    'bir kimsesiz ile bir megaloman yanyanadırlar şimdi...kimsesiz, bir megaloman olduğu için mi kimsesiz kalmıştır yoksa, konuşacak kimsesi olmadığından kendi kendisi ile konuşmaktan mı megaloman olmuş... bu, bizleri bilindik yumurta-tavuk, tavuk-yumurta sarmalına götürürken, aslında onlar; o kişinin bilinçaltındaki biri kimsesiz ve diğeri megaloman alt benlikleridir. sonraları bir de sözde deli katılacaktır aralarına ve sorgulayacaklardır bir konsomatrisin bedeninde; ölüyü ve yaşayanı.'

    - şimdi! aklımızın aynı köşesine bunu ve şu son anektodu da aktaralım;

    "...Öptüm elini, tam başıma koyacakken yapışık dudaklarıma fısıldadı son nefesini, ölmek dedi. Eee dedim. Ölmek dedi. Eee dedim, güzel kadınların sahip olmadığı tek şey dedi..."

    - ve nakli yekun edelim ki başka bir paragrafa çıksın kıssadan hissemiz;

    " güzel kadınlar, çirkin adamalar...önemli olan sorgulamaksa frengileri, ölmekten pek de caymamak gerek yeri geldiği zaman... bir konsomatris hergün bir yenisiyle tanıştığı erkeklerle ne kadar ölü ise erkekler de hergün pavyona gidip onunla birlikte olmayı arzulayan tekdüze akıllarıyla o kadar canlıdırlar" dedi; sözde deli benliğimiz.

    - ve ölmek dedi; güzel kadınların sahip olamadığı tek şey...

    biz yorumu böyle yaptık! başkası, başka türlüsünü de yapabilir şüphesiz. sürrealist öykülerin genel özelliği budur; geniş bir hayal dünyası içerisinde okuyucuya sayısız alternatifler sunarlar. okurken, hayal dünyanızın genişliğiyle bağlantılı, yazarın hiç düşünmediği, aklına dahi getirmediği okyanuslara yelken açarsınız. öyküleri, kahramanlarının kabiliyetlerini ve dahası, anafikirleri sizler yaratırsınız.

    saaat'ın kısacık sürrealist öyküsünü, belki de onun misliyle fazla bir alanda, karınca-kararınca irdelemeğe, analiz etmeğe çalıştık. bundan önce fantastik öyküler gelmişti fakat bu öykü, bildiğim kadarıyla sürrealist türün ilk örneği ve biraz da onun için üzerinde fazlaca durma gereği hissettim.

    - ne diyelim! ellerine sağlık saaat kardeşim! seninle şu "güvercinler ve meksika" hakkında da bir ara konuşmak isterim.

    edit: yazım kuralları.
    7 ...
  33. 18.
  34. şah ve ölüm | tanzamanitanyeri

    - etkileyici başlangıçlar her zaman güzeldir. tutar okuyucunun elinden ve çeker götürür, bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkarır. hissettiğiniz ölçüde gerçek bir serüvendir yaşadıklarınız.

    "...tahta gıcırtıları, asılı duran ölü bedenin sessizliğine eşlik ediyordu. Ayağından kayıp giden bir tabure değil, satranç tahtasıydı. Son hamlesini yapmıştı Deniz, ölüm onun oyunu bilinçli kaybetmesinden ibaretti. Şahını ileri sürüp, oyunun bitmesini bekledi..."

    - ve gerekçesi;

    "...Çaresizlikten değil, amaçsızlıktan. Mutluluk hep içimdeydi, ruhuma kimse erişemedi. Bu sana göre bir son, ruhum özgür kalacak ilk defa..."

    - inişli-çıkışlı, düşüşlü-kalkışlı yaşam şartlarında ruhsal dengemizi sağlayan, bir pamuk ipliği sanki... kiminde biraz daha kalın, kiminde ise daha ince. üzerinde daima kaldırması beklenenden daha fazla bir yükle, ne zaman ve ne şekilde kopacağı belli olmayan bir pamuk ipliğine bağlı yaşamlar.

    kâh, o anki ruh haliyle ve ani bir kararlarla yaşam bağlarını koparanlar, kâh, çok kez deneyip bir türlü yaşama tutunamayanlar. ya anlık duygusal patlamalar ya da hayata mağlubiyetlerden bezmişlik hali değil midir, bizleri o sona hazırlayan.

    "...Deniz, mutsuz değildi; eksik hissediyordu kendisini. ailesinin ve arkadaşlarının yönlendirmeleriyle geçirdi okul dönemini. aldığı tavsiyeleri önemsemiş, etrafındaki insanların görmek istedikleri gibi biri olmuştu. hiçbir zaman planı olmamıştı, dalgaların kıyıda bıraktığı izler kadar sürekliydi yaşam düzeni. zaman ilerledikçe yaşadığı ilişkiler ve etrafındaki insanlarla ilgili yaptığı gözlemler, onu gerçeklerle burun buruna getirmişti. bir fil kadar yavaş ve sabit hareket ediyordu, hedefinden uzaklaşmadan..."

    - hata yapma korkusudur, deniz'deki. tıpkı tanınmayan bir mikrobun vücuda girdiğinde asker hücrelerin yaptığıdır; telaş ve şüphe...

    başarısızlıklar telaş ve şüphe yaratır. zira, tamamen kendisinin kurgulayıp geliştirdiği, tepkilere, tacizlere ve saldırılara karşı savunma mekanizmasını geliştirip-güçlendirebildiğinde insan, yani, önceden aşılanmış ve güçsüz saldırılarda kendi antikorlarını üretebilmiş olsa mücadele edecektir ama öyle değildir durum, kendisine öğretilen yaşamı sürdürmektedir deniz. kendi kurgulayıp-geliştirdiği bir yaşamı değil. başarısızlık, kavram olarak dahi yoktur sözlüğünde ve sırf bu yüzden;

    "...acılarını kontrol edemiyordu ama önüne geçebiliyordu, huysuz bir atı yönlendirmek gibi. yaşam bir tecrübe kaynağıdır; Deniz ölesiye susamıştı tecrübeye, bugün başlayan doygunluk hissi, hiç bitmedi. ateş toplarıyla çevrili rüzgarlar, savunmasını hiçbir zaman yıpratmadı. şüphesiz tecrübeyi kale edinmişti kendisine, arkasına sığınıyordu..."

    - adeta okuyucunun içine işleyen, çok güzel, doyurucu ve net ifadeler. deniz'i ve hissettiklerini, hissettirmiyor mu bir bir?

    "...her zaman şüpheciydi, bunun sebebi yaşadıklarıydı. şüphe, insanı her türlü hileye karşı koruyan bir vezir gibidir; kontrol edilemezse insanı delirtebilir..."

    - keşke yazar, kendi düşüncesini de aynı zaman kipleriyle verseydi de bunlar; yukarıda olduğu gibi 'geniş zaman kipleriyle filozofi yapmak' şeklinde algılanmasaydı.

    şöyle ki;

    "...her zaman şüpheciydi, bunun sebebi yaşadıklarıydı. şüphe, insanı her türlü hileye karşı koruyan bir vezir gibiydi; kontrol edilemezse insanı delirtebilirdi..."

    bir zaman kipinin değişimiyle, etki bir anda nasıl da değişiyor değil mi? okuyucunun gözünde; " 'bilmiş' yazar gidiyor, 'bilge' yazar geliyor".

    "..."kendine iyi bak" dedi ve evine döndü Deniz..."

    - işte! pamuk ipliğinin koptuğu andır bu... bu andan sonra deniz, kendini ne kadar yatıştırmaya, teselli etmeye çalışsa, inandırmak için çabalasa da beyhudedir artık! herşey bir yana, bir sele kapılış anında tutunulacak tek dal da kopmuştur.

    "...Yere bıraktı kitabı yavaşça, yatağına uzandı. Vücudunu dinlendirdi ve pencereyi açıp derince hava çekti içine. Penceresinin hemen önünde büyüyen ağaçtaki kuşları dinledi ve görevlerini tamamladığını düşünerek oyun tahtasına yöneldi..."

    ve son;

    "...Tuhaf bir gülümsemeyle sessizce veda etti: "Mutluluk isteğiyle!""

    - neredeyse, 'bir intaharın anatomisi' adını alsa yadırganmayacak türden bir öykü çıkmış ortaya şah ve ölüm'de.

    - "yazarın, okur-yazar olması elzemdir lakin, lâl olmuşu makbuldür" demiş üstat şinasi.

    yazarların, öykülerinde kendini gizleyebilmesi çok önemlidir. illaki konuşması gerektiğine inanıyor, bir şeyler söylemek için yanıp tutuşuyorsa da kahramanlarını konuşturur. söyleyebilecek bir kahraman yoksa da önce onu yaratacak sonra ustaca öyküsüne ilikleyip konuşturacaktır. kalem onun elindedir.

    - tanzamanitanyeri! gerçekten çok keyif vericiydi.

    bir intaharın öncesini ve sonrasını kaleme almak; yaşanan olayın yarattığı ortamın okuyucuya tam olarak yansıtılamaması, intahar gerekçelerinin yeterince ortaya konulamaması, kısacası, okuyucunun yeterli ölçüde tatmin edilememesi durumunda, 'sığ kalışlara' sebebiyet verir ki bu manada, kaleme alınmaları, bir yazar açısından en riskli öykülerdir.

    - ben, bir amatör çalışması olarak değerlendirildiğinde, tanzamanitanyeri'nin bunu çok da iyi başarabildiğini düşünüyorum.

    konuldukları yerlere; gerek nitelikleri, gerekse çaplarıyla birkaç boy büyük gelen aşka dair şu tespitler içinse, belki birer öykü dahi kaleme alınabilirdi.

    "...Aşk kontrol edilebilirdi onun için, hatta en sefil zevklere kurban edilebilirdi..."

    "...Piyondur aşk, yem edilir en umutsuz hayatlara..."

    edit: yazım kuralları.
    4 ...
  35. 19.
  36. 1 yeni bildirim ile öğrendiğimiz sayı.
    1 ...
  37. 20.
  38. gene türlü çeşitli ergenliklerin yapıldığı sayıdır. bi tane cezmi ersöz bile fazla geliyordu bir de bunlar çıktı. çakma cezmi ersözler sizi. evet.
    1 ...
  39. 21.
  40. satranç öğretmeni-liberalisticcommunist

    “yaşamımıza nerede ve hangi şartlarda başlayacağımızı seçme hakkımız yok! “

    tam isabet!
    ırkçılığın, sınıf ayrımının, cinsiyet ayrımının ve yoksulluğun acımasızlığını anlatmada kullanılabilecek çok uygun bir çaresizlik cümlesi. tanrının tüm insanlara doğarken seçme ve seçilme hakkını vermemiş olması ne kötü…

    “-selamınaleyküm beylee! hayıılı işleeniz olsun! bualaada tavlayı iyi bildiğini iddaa eden bii yiit vaamış delee. tanıyanınız bileniniz vaa mıdı?”

    öykülerde ve romanlarda, dil ve kahramanların onu nasıl kullandığı sosyo-ekonomik durumu belirtmede gerçekten büyük bir yardımcıdır. böylece yazarı çok şey anlatmaktan da kurtarır. yöre ağzını direkt vererek bulunulan atmosferi ve ortamı anlatmada başarılı olan yazar canlılığı da ön plana çıkarabilmiştir ve bir öykü ne kadar canlıysa o kadar inandırıcı olur.

    “70'li yıllar lambalı televizyonlar dönemiydi. bırakınız! şimdiki gibi elektronik televizyonları, transistörlü televizyonlar bile henüz icat edilmemişti. o dönemler, yegane televizyon kanalı olan trt’nin kısıtlı yayın süresi içerisinde; kağıttan oyuncaklar yapmayı, evlerde her zaman gerekli ufak-tefek tamirat işlerini ve satranç oyununu öğreten programlar yayınlanırdı. okuldan ayrılmış olmanın verdiği boşluğu ve öğrenme açlığımı gidermek için kendimi, dükkanda hep çalışır vaziyette duran ceviz kasalı emektar tüplü televizyona vermiştim. benim için o televizyon, öğretmenim tahsin elibol’un yerini almıştı sanki.”

    liberalisticcommunist’in öykülerinde beğendiğim kısım eskiyi şu ana taşıma isteği ve azmi. diğer öykülerin çoğunda şuana veya geleceğe odaklanma durumu göze çarparken, liberalisticcommunist eskiye adeta saygı duyar ve onu asla bir kenara bırakmaz. hangimiz büyüklerimizin geçmişte, elektrik olmadığında gaz lambası kullandıklarını beraberinde diğer hikayeleri anlatırken merakla dinlemedi?

    “- hadi şefik, hadi! çırağı kalfa etmeden sünnet ettirmeyi başardın gari. neredeyse umumhaneye gidecekti de cavır diye vermeyecekti zilliler.”

    gülümseten bir espri.

    “bir insan, bir başka insan için sımsıkı bağlı olduğu ilkelerinden neden fedakarlık eder? cevabı; sevgi ve vefadır zahir! zaten, başka hangi duygu, uçuk cezmi’yi ya da kemal amca’yı görünmez bir el gibi tıpışlaya tıpışlaya o avluya sokabilecek güçtedir?”

    öykülerde en sevdiğim ayrıntı mesaj veren kısmıdır. öyküyü bitirdiğimde beni düşündürecek bir konusu mutlaka olmalı. okuyucular eğlendikleri kadar düşünmeyi de severler bu bağlamda onca verilmiş detayın amacını şimdi daha iyi anlıyorum. mesela eski televizyon parçalarının ve yine eski moda bir televizyonun bu kadar detaylı anlatılmasının amacı nedir diye sorduğumda bunu tek bir sözünün; “düşünmüşümdür hep; o an için değersiz gibi görünen bazı şeylerin değeri neden zamanla artar da artar? içinden çıkamamışımdır bir türlü lakin, bundan da çıkarılması gereken bir hisse olsa gerektir, beşer adına.” ifadesinin hazırlığı için kullanmış olduğunu fark ettim. liberalisticcommunist’e ince ince işlediği öyküsünden dolayı teşekkür ediyor, gelecek öykülerini merakla bekliyorum…
    5 ...
  41. 22.
  42. yarım kalan bir aşk için veziri feda etmek-kaideyi taciz eden istisna

    zekice kurgulanmış, heyecanlandıran, sürükleyici, farklı ve oldukça romantik bir öykü.

    kurgusu o kadar zekice hazırlanmış ki her kasıtlı ayrıntının bir sonraki hedefi gerçekleştirmede başarıyla kullanıldığını görüyorsunuz. olayların gelişimi tutarlılık açısından gayet yerinde. içinde kendini ele veren boşa çıkan tasvir ve ifade bulmak mümkün değil.

    yazarın öyküde emre ve merve gibi klasik türk isimlerini ve beatrice, jakob gibi yabancı isimleri kullanması dikkatimi çekti. yazar, “gayya” gibi az duyulmuş bir terimi sıradanlaştırmadan(cehennem kuyusu) direkt öyküye dahil etmeyi uygun görmüşken, karakterler için de daha sıra dışı isimler tercih edebilirdi ama etmedi. benim anladığım, kaideyi taciz eden istisna’nın amacı tasvir edilen ruhani ortamda hiçbir farkın bulunmadığı, oranın alelade ve gayet evrensel bir yer olduğu izlenimini vermek. insan okuyunca bir an böyle bir şeyin gerçek olması isteğiyle doluyor. okuyucuları öykü’ye bağlayabilmek için mutlaka onların ortak bir özelliğine, hislerine ya da düşünce yapısına hitap etmek gerekir. tüm öykü ve romanların her dinden, her ülkeden, her renkten insana hitap edebilmesi ve kendine bağlayacak kadar detaya girmesi çok zordur. amaç esere bağlamaksa mutlaka ortak bir nokta bulunmalı ve evrensellik kazanılmalı.

    öyküde eleştireceğim tek kısım şu ( meyve veren ağaç çok zeki! bu yüzden biraz zorlamak hoşuma gidiyor)

    “dedikten sonra dışarı çıktı emre. hayatında gördüğü en güzel kızdı.
    çok uzun bir hayatı olmamıştı ama o şimdiye kadar gördüğü en güzel kızdı, ve cehennemde, sonsuz kuyu’da geçirecekti bundan sonraki hayatını. odanın camından kıza baktığında, böyle olmaması gerek dedi içinden. bir çözümü olmalıydı… ama yoktu.”

    tamamıyla ruhani ve manevi bir iklimde geçen bu öykü bu kadar insani ve maddi bir boyuta aniden indirilmemeliydi.
    emre’nin, sırf merve’nin bu kadar güzel olmasına abayı yakmış olması atmosfere en azından yazarın tüm öykü boyunca vermek istediği fikre ve duygulara pek yakışmamış gibi.

    merve’nin güzelliği dikkat çekmesi için bir neden olabilir ama öykü kurgusunca emre’nin ona aşık olması için yeterli olmamalıydı. “güzellik” üstüne temellendirilmiş aşk fazlasıyla maddi kaldı; olaya biraz daha ruh katmalıydı yazar. peki nasıl mı?
    kurgusunda emre ile merve’nin iletişimine fazlaca yer vermeliydi, emre’nin aşık olmasını sağlayacak kadar zamana ihtiyaç vardı ya da ilk görüş aşkıysa daha sağlam bir neden olmalıydı. örneğin; “merve çok güzeldi bundan daha önemlisi gözlerinde kendinden daha güzel bir ruhun ışığı vardı, ilk güzelliği onu fark ettirdi sonrasında ruhunun ışıltısı onu kendine kilitledi ” tarzı maneviyat taşıyan bir cümleyle bu kısmı kurtarabilirdi.

    bu beklentimin bu kadar belirgin olmasının nedeni, yazarın son cümlelerinde aşkın ruhunu maddiyattan öteye taşıyacak olağan üstü güzel cümleleri kurabilmiş olmasında yatıyor;

    ” ben yardım etmedim sana. seni hatırlıyordu. aşkın gücü, benim kader çizgimden daha büyükmüş. cennetin yedinci katında, size sonsuz bir hayat veriyorum. ”

    merve sessizliğini bozdu. ” yüce el- halik, cennet’in yedinci katı yerine, dünyada bir hayat, tekrar sınanmak için bir beden istesek ? ”
    ” cennetin yedinci katını reddetmek istiyorsanız… ”
    ” onunla, bir hayat, cennet’in yedinci katı gibi zaten… “
    ….

    ” en güzel anlarda böyle yolların ucunda çıkar insanının karşısına. ”

    o kadar güzel bir cümle ki aklınızda mıhlanıp kalıyor ve bu cümleyi tekrar şu şekilde karşımızda görmek;
    ” en güzel anlarda böyle yolların ucunda çıkar insanının karşısına. ” dediğinde, merve bir kez daha durdu. bu cümleyi daha evvel sonsuz kuyuya gitmeden önce o söylemişti. şimdi tekrar duyuyordu. bir kez daha şaşırmıştı ama bu gece o kadar çok şaşırmıştı ki, artık normal gelmeye başlamıştı.

    yazarın öyküyü hassas bir şekilde birbirine dahice bağladığını kanıtlıyor. bu cümlenin ilk kullanıldığı yer umutsuzluk diyarıyken son söylendiği yer umut vadeden bir yerin olması çok hoş.

    öykü muhteşem, yazarın ellerine sağlık…
    5 ...
  43. 23.
  44. yabancı değnek-dendromys

    “ayakları onu nehir kenarına götürmüştü. iki tek atıp, kendiyle kutlamayı düşündü zafer saydığı yenilgisini. nehrin akış hızına paralel olarak arındığını hissediyordu. siparişi masaya gelmiş ve düşüncelere karışmış tebessümüyle seyre dalmıştı. çok geçmeden masaya bir kadının gelip oturmasıyla irkildi. anlamaya çalışırcasına kadını izlerken:”

    ana karakterin iç hesaplaşmasının ardından yaşadığı huzur bir anda yabancı bir kadının teklifsizce masasına oturmasıyla bölünüyor. bu sürpriz misafir ve alışılmadık tavırları, okuyucunun dikkatini çekmeye ve öykünün devamını okutmaya yetecek bir giriş için gayet şık durmuştur.

    “-gayet basit. seviyorum hiç tanımadığım biriyle satranç oynamayı, bir sonraki hamleni bilmiyorum ama bir daha oynarsak bileceğim sonrakinde ve keyif aldığım bu oyun repliklerini ezberlediğim bir filme dönüşecek. dikkatle baktığım yabancı gözlerin bana konuşmaya başlayacak ve büyü bozulacak. yani; kendim için”

    bu sözler kadının esrarengiz tavırlarını anlatmak için iyi düşünülmüş ve satranç temasını çok daha anlamlı kılmıştır.

    “sadece gülümsemişti adam. ilk ve son kez aynı masada oturduklarının bilinciyle son derece keyifle sürdürdü oyununu.”

    burayı okuduktan sonra ister istemez bende bile ufak bir huzursuzluk hasıl oldu. huzuru bekleyen adamın böyle tatlı bir kaçıkla geçireceği birkaç saatlik zaman diliminden sonra kadına biraz bağlanması ve sonra kadının gideceğinden emin olması onun yaşayacağı zararsız ve muhtemelen kısa kederi öncesinden hissettiriyor.

    “hayatta hiç risk almamış, önüne hangi yemek konulmuşsa onu yemişti düne kadar”

    kahramanın bir önceki karakterini ve durumunu anlatmada kullanılabilecek hem ekonomik hem de işlevsel bir benzetme.

    “hayat en ihtiyaç duyduğunda gözünü kırpmış ve onu adeta yüceltmişti. ortada duran piyona kitledi gözlerini. şah olma arzusunu bir kenara bıraktı ve piyonun zamanı olduğunu düşündü. vakit varken huzur çalabilirdi belki biraz hayattan.”

    “kadehlere yenileri eklendikçe düşlerini ortaya çıkarıp bir bir gerçeklere meydan okudu. yalnız bir adamın gölgesine düşmek…kendi elleriyle bir an yaratmak istemişti,istemiş ve gerçekleştirmişti. aradaki huzursuz zamanı düşündü sonra, gittikçe uzaklaşan’’ bir gün’’ü . mecali kalmamış olması umurunda değildi. yaşamının kestirmelere olan nefreti de umurunda değildi. arzuladığı tek şey kısa süreliğine de olsa şerit değiştirmekti.”

    kahramanların iç dünyalarını anlatmadaki ustalığı ve temayı gerçekten ilginç bir şekle sokarak kullanması çok hoş. dendromys bizi kişilerin yalnızlığı ve kederlerinde bir yolculuğa çıkardı. betimlemeler ve benzetmelerle iyice belirginleşen kahramanların yolculuğunda kendinizi onlarla birlikte satranç oyununda bulursunuz. ve hiç bitmese dediğiniz bu müsabakada ufak zaferler var, bunu okuyunca keşfedebilirsiniz, okunması gereken hoş bir öykü.
    4 ...
  45. 24.
  46. kaderin nanik yapması-esesdopiyespiyes

    esesdopiyespiyes’in kendine has bir tarzı var. içindeki, “hayatın özel bir kesitini” öyküleştirme merakı, bizi de onun merakını paylaşarak hikayelerini okumaya heveslendiriyor. sıra dışı bir olay değildir üvey evlat, üvey baba ve anne olmak… gelin görün ki üvey kelimesini görünce insanın tüyleri diken diken oluyor; sanki “üvey “ sıfatı hor gören, zarar veren, acı çektirenlere verilen bir unvanmış gibi…

    hikaye anlatıcısı kendini ve yaşadığı travmayı anlattıktan sonra kendini nasıl dışa vurduğunu bir haylazlığını anlatarak örneklendiriyor;

    “orrooooospuu çocuuğu vedaat, orospu çocuuğuuuu vedaaaat! vedatın anası deniiz, s*meyen keriiizz, heeey!!”

    okurken bir an tebessüm ediyorsunuz ve buna ihtiyacımız da vardı hani çünkü bir tarafta sorunlu bir çocuk, evlenmek zorunda olan dul bir anne, ve üvey bir baba var.

    esesdopiyespiyes, bize “üvey” kavramını gözden geçirmemiz için bir öykü anlatıyor, insanın içini ısıtan ve biraz da acıtan cinsten.

    öykü konusu boyunca üvey bir baba ve üvey bir evladın aralarındaki ilişkinin değişen boyutunu, ve zamanla birbirilerine bağlanma sürecini görüyorsunuz ama içinde en derin hissedilen ve sizi etkisi altına alan kısmı “pişmanlık duygusu”.

    yazar, baba figürünü bize yeniden çizdi. bu hikayeyle şunu düşündüm; bir insanın sadece bir annesi bir babası yoktur, eğer bize bir baba, anne sıcaklığıyla sevgi ve emek veriliyorsa bu değerli sıfatları kilit altında tutamayız.

    “her akşam, satranç maçı için evden gelmesini bekliyordum ve haftasonları günde en az dört saatimizi satranç maçına ayırıyorduk. uzun zaman sonra ilk defa üvey babama “mustafa abi” demiştim.zamanla bu durum benim de hoşuma gitmeye başladı, eskisi gibi kendimi yıpratmıyordum. annem mutluydu, mustafa abi mutluydu. itiraf ediyorum, en mutlusu da bendim. bir anda efendi çocuk olmadım kabul, ama zamanla, büyüdükçe makulleşti tavırlarım. mustafa abi’ye duyduğum nefret ise, satranç maçlarından hemen sonra yok oldu. evet, sandığımdan basit olmuştu onu sevmek.”

    baba demekten sakınan ve bunu bir kez dahi diyememiş olmanın verdiği vicdan azabını yaşayan bir insanın bize anlattığı anlamlı bir öyküdür. dumanı üstünde tüten taze çayın huzuru kadar huzurlu ilerleyen ve akıcı olan öykülerin için teşekkürler esesdopiyespiyes.
    2 ...
  47. 25.
  48. sandığın sakladığı-hanna

    hanna çok iyi bir dil kullanıcısı; ifadeleri, tasvirleri oldukça temiz ve dikkatli seçilmiş.

    “takla atarak kayıyordu ve yüzüne değen taze karın yanında ayırt etmeyi gayet iyi bildiği bir koku daha duydu; kendi kanının kokusu… kah yuvarlanıyor kah sürükleniyordu ve bu kan kokusunu aldığına göre muhtemelen yüzünde bir yerleri kanıyordu. köpeklerin kabaran iştahı ve alay eder gibi ulumaları daha da yaklaşmıştı ki elinde sımsıkı tuttuğu şeyi daha da iyi kavradı. başına buyruk yuvarlanan bedeni, nihayet ona dakikalarca gibi gelen birkaç uzun saniyenin sonunda durdu. sırt üstü durdu ve gökyüzüne baktı, dudakları usulca kıpırdadı; ‘ ven necmi iza heva’ (çöktüğü zaman yıldızlara and olsun, necm suresi, 1. ayet).”

    okurken kelimeler adeta akıyor. bu bir okuyucuyu okumaya odaklamak için önemli sebeplerden sadece biri; ikincisi öykünün kurgusunu gayet ilginç ve hoş buldum yalnız daha fazla detay (gerekli detay) olmalıydı. hanna tadında kalsın istiyor ve bunu da başarıyor ama daha etkileyici olması daha fazla soruya cevap verebilecek kadar detay barındırmasıyla mümkün olabilirdi.

    temayı ilginç bir şekilde öyküye yerleştirmesi başka bir tebrik konusu. yazarın ellerine sağlık.
    5 ...
© 2025 uludağ sözlük