- aslına bakarsanız, bu öykü çok değerli bir fotoğraf...
herhangi bir kentin en ünlü meydanında, önden arkaya doğru en popüler insanların sahte gülüşleriyle canım-cicimleştiği, sağ yanda ünlü kafelerin, sol yanda ünlü modaevlerinin bulunduğu ve residence'ların göğü adeta delercesine yükseldiği arka fonu ile bir tüketici toplum fotoğrafı bu.
ona dikkatlice bakan bir göz, birbirlerine sahte gülücükler atan onca insanın, kendileri için tüketebileceklerinin çok çok üzerinde üretilmiş tüketim mallarıyla birlikte, birbirlerini de hızla tüketme niyetinde olduklarını göz bebeklerinden okuyabiliyor. onun sahte ve kirli yüzünü, çekildiği meydana tam anlamıyla seren bir fotoğraf. o ne mi dersiniz? kapitalizmin ta kendisi...
- her şey tüketim için! varsın lüzumsuz olsun ne gam!
- söz tüketimi,
- zaman tüketimi,
- para tüketimi,
- mal tüketimi,
- insan tüketimi.
- sahi, bir hilal cebeci vardı, ne oldu onun memelerine? onu da mı tüketti bu medya!
kaliteli bir fotoğrafçının elinden çıktığı da belli. zira, çerçeve çok iyi ayarlanmış, enstantane ve ışık ayarları ise mükemmel. en ince detayları görüp birer-birer birleştirebildiğiniz, pırıl-pırıl ve tek kelimeyle 'kusursuz' bir fotoğraf.
bir olay-bir diyalog kurgusu içerisinde, ilgiyle ve çok rahat okunan bir aşk hikayesi. ilginç tarafı sonu iyi bitmiyor ama hüzünlendirmiyor da zira, öykü içerisinde okuyucuyu şaşırtan hiç bir olay yok! düşünsenize, biten bir aşk bile sızlatmıyor kimsenin yüreğini; o denli ucuz ve değersiz her şey, aşk bile.
'kaliteli olan her şey değerlidir diyemeyiz. zira, varlığa değerini veren de nihayetinde insandır.'
dışarıdan şöyle bir bakıldığında, klasik-dramatik türün bir örneği gibi duran bu öykü, bence hiç çekinilmeden lirik olarak adlandırılabilecek düzeyde coşku doludur. seviyeli bir isyan hali, öykü süresince kendini göstermektedir.
dingin gibi görünen fakat içerisinde fırtınalar esen bir kahramanın bünyesine konuşlanan öykü yazarı, fikirleri ve eylemleri ile elde kılıç, adeta kelleler almaktadır umarsız bedenlerden.
- örneğin, uzun zamandır kamuoyunu meşgul eden şu vicdani ret mevzusu... konu ne kadar sakin bir üslupla fakat aynı zamanda hançer gibi can alıcı keskin ifadelerle ele alınmış. sanki ele alınan konu değil birilerinin ciğerleri ve tam anlamıyla yerinden söküldükleri anlaşılıyor.
"...öğle saatlerinde yaralı bir düşman askeri yakaladık, 17-18 yaşlarında görünüyordu. albayın yanına götürürken, suratında-ki donukluğu farkettim, gözlerinde-ki korkuyu; 'ne işim ver burada benim!' der gibi bakıyordu. ne için savaşmıştı? ben ne için savaşıyordum? benim de tutsak edilme ihtimalim vardı, benim de tek kurşunla ölme ihtimalim vardı, işte o zaman her şey bitecekti, ne devlet kalacaktı ne de başka bir şey..."
- hemen ardına şunu bağlarsak daha da belirginleşecek durum;
"...ama ben şimdi,atsız bir asker olarak;
yelkenlerimi açmış,okyanusun ortasında,neyi keşfe çıktığını bilmeyen bir akdenizliyim. kızılderiliyim, henüz tanımıyorum beyaz adamı, beyaz bir at görüyorum, koşuyor uçuruma doğru. arap çöllerindeyim nedensiz yere. orta asya'dayım göçüyorum batıya.bizim evin bahçesindeyim kuşları seyrediyorum, sonra adını bilmediğim zamansız açmış bir çiçek görüyorum, adı olmadan çiçek olmasının bir anlamı var mı bilmiyorum.sahi neydi senin adın..."
- ve nihayet;
"...merhaba. ben bir askerim, babam öldüğünde 3 yaşındaymışım. onun mezarına ilk kez gittiğimdeyse 7. annem onun hakkında fazla konuşmazdı. şu yatakta koluna serum bağlı olan, yeşil gözlü güzel kadın, işte o benim annem. ben babasız büyüdüm. 27 yaşında,annemin deyimiyle 'atsız bir askerim'..."
forrest'in yumuşak-sert bu üslubunu ben çok beğendim. inanın! bir yazar olarak bu üslubu koruyabilmek çok zordur. zira, an olur bir heyecana kapılıp açıktan veryansın etmeye başlarsınız ki o ana kadar ortaya koyduğunuz çabanın, yaptığınız işin kıymeti harbiyesi kalmaz.
kısa fakat başarıyla kurgulanmış, etkileyici bir öykü bu. sözcükler, dokunaklı fakat olabildiğince yalın ve anlaşılır cümleleri kurgulamak üzere özenle seçilmişler.
Harmanlanmış konular; insanın yalnızlığı, insanın doğa ile ilişkileri ve evren. inanna Salome bolca emek harcamış, su gibi akan fantastik bir öykü çıkarmış. Tanrı: sarhoşları, çocukları ve mizahçıları korur(Yanılmıyorsam Oğuz Aral'ın bir cümlesi). Bense şöyle diyorum; Tanrı: sarhoşları, çocukları ve şairleri korur. Bu sarhoş bir kahramanın kurduğu düş değil insanda ki boşluğun dökümüdür bana kalırsa.
Bir soruyla başlamış öykü, soruların cevabını içinde barındıran yüzlerce güzel cümleyle kaplı, harika bir metin;
'...bu koskoca evrende, sonsuz ya da sınırlarını henüz bilmediğimiz uzayda nasıl yalnız olunur, mümkün mü bu?'
Biz kimiz evrenin neresindeyiz, dağla deniz arasında bir yerde belki;
'...gökyüzünde pek çoğu ölü, milyarlarca yıldız; ayaklarımızın altında, milyarlarca ölü foraminifer ve kendilerini ayrı ayrı evrenin merkezi sanan insanlar...'
Belki de kurtuluş doğaya dönüştedir, Christopher Mccandlessın yaptığı gibi;
'...ben değil miyim, foraminiferlerin varlığını öğrendikten sonra kumlara sevdalanan.'
Estağfurullah hocam;
' şişeyi yarıladım ama hala hayyam gibi gökbiliminden felsefeye, aşka uzanamadım.'
Biz sandığımızdan daha değersiz varlıklarız, binlerce tür canlı varken;
'...ayrıca biz de ölünce fosilleşiyoruz; kum tanesi güzelliğinde olmasak da petrol filan oluyoruz işte.'
Ve kurtuluş yolları; insan harici bir şey;
'...ama eğer, sen alaaddin'in sihirli lambasından çıkan bir cin olsaydın; senden tek bir dilekte bulunurdum. evet tam isabet; güzeller güzeli deniz kızının, eftalya'nın şimdi yanıma gelmesini dilerdim...'
Zaman olur, dinleyecek kimse yoktur;
'...kum taneciği tüm bilgeliğiyle adamı dinlemekte...'
Yeşilçamdan alışık olduğumuz mutlu sonlardan değil belki ama olsun;
'...elindeki o uzun şey de şarap ise hayallerim gerçek olacak demektir. hem şarap hem deniz kadını...'
Bildiğim kadarıyla Erguvanlar sadece Boğaz çevresinde yetişiyor, fazla bilgi verildiği için burada bir karmaşıklık olmuş olabilir, belirtmek istedim. Şu sıcak yaz gecesinde, bize evrenler arası seyahat yaptırdıktan sonra, Fethiye tarafında denize karşı şarap içtiren yazarın yüreğine sağlık.
Kapalı imgelerle süslü, modern bir savaş yorumu, bir ailenin piknikle başlayıp karanlıkta biten öyküsü. Kafka romanlarında ki o bilinmezlik, insana kurtulsan artık şunlar dedirten bir anlatım, okuyucuya bunu dedirtmek kolay olmasa gerek.
Savaş nedir? insanları öldürmek, nefes olan bir organizmayı, havasız bırakmak mı? Eğer öyleyse delirmiş bir askerin şehri taramasıyla, savaş meydanında iki ordunun birbirini yok etmeye çalışmasının fazla farkı yok;
'...bence kafayı yemiş bir asker tüm şehri katlediyor '
Suçluluk duygusu ne kadar güzel verilmiş burada, hangimiz masumuz ki?
'...adam bir kişinin daha kendisi yüzünden ölmesini istemiyordu.'
Vazgeçilmez olan vicdan vurgusu;
'...genç pilot adayı, kararını vermişti: tepeye ulaşmanın bir yolunu bulacaktı. aileye silahları verdiği için artık kendini vicdanen rahat hissediyordu....'
Hikayenin gidişatını bozan bir cümleydi bu bana göre. Gayet kapalı, kendi içinde çözülen bir anlatım varken, birden bire silah gücünden bahsediliyor, oysa ki o cümleye gelene kadar, tankın kurşun geçirmez camını delen,ölüm makinesi(!) bir silah var zaten ortada;
'...acaba pilot adayı ne yapmıştı? belki bir duvarın dibinde cansız yatıyordu kahramanlığın savaşta her zaman geçerli olmayacağını, modern savaşlarda artık şansın, silah gücünün; sayıca kalabalık olmaya, kahramanlığa göre daha önemli olduğunu biliyordu.'
Büyük bir çaresizlik eşliğinde son kısma giriliyor, sonrasıysa karanlık;
'...köşeye sıkışmışlığın korkunçluğunu bir defa daha hissetti adam. öldürülecek miydiler? ölüm korkusunun karnında bir sancı gibi gücünü kestiğini hissetti.'
Okuyanı yoran, olayı çözmesine sevk eden öyküler hem yazanı hem okuyanı geliştirir ve geniş açıyla düşünmeye, görmeye, dinlemeye sevk eder: Tüm bunları yaptığı için mbaran'a teşekkürler.
Vazgeçilmez konuya(aşk) farklı bir bakış, bu kez yeraltında başlayıp, grek mitolojisinde son bulan bir öykü, belli bölümlerde öykünün koptuğu hissine kapılsanız da, öyküyü akıllıca kurgulamış yazar.
çelik parmaklıklar ve insan ruhu, aslında kendimize mahkumuz;
'...hastahanede o parlak ve çelik parmaklıklar aslında eksilen bedenimizden bir parça değil, ruhun parlak odalarıdır.'
Bazı şeyler yalnız isimde değişir, öz olarak aynıdırlar;
'...işte birine para veriyorsun boklu patates yerine boklu karides koyuyorlar önüne. fiks. '
Doğuştan gelen istemsiz hareketler;
'...hayır ben burada oturup hemşirelerin bacaklarını seyrederken hindistancevizli hayaller kuracağım.'
Bu soru hangimize sorulmadı ki!;
-kendine seçtiğin bu hayat dışında başka hayatlar da olduğunu düşünmedin mi? çevrendeki insanları üzmek yerine kendine bir hobi bulmalıydın.
Bukowski vari cümleler ve yeraltına giriş;
'...anlamıyorsun değil mi? dünya üzerindeki hiçbir hobi beni ilgilendirmiyor. oldum olası spordan da nefret ettim, biri hariç. o da seks. dünyanın en yüce sporu, çünkü her iki taraf da kazanır! dünya ters dönmüş bir arabanın arka tekerleği kadar boşuna dönüyor. varlığımızı anlamlandıran şey ise sekstir. eğer bir yaratıcı vasa bu dünyayı insanları rahatlatmak için yaratmadı, ne bir ağaç ne bir hayvan, ne de gökyüzü hepsi bizi sıkıntıya sokmak için var edildi. yağmurun ıslaklığı sonucu kulübeler inşa ettik, hayvanların vahşi içgüdülerine yem olduk, ağaçlardan ise hep nefret ettik, çakmağımızla her fırsatta doğa anaya kafa tuttuk, şimdi ormanın zemininde kozalaklar yerine saatli napalm bombaları olan bira şişeleri var. beyin krizi geçirmeden önce dünyadaki bütün kadınları düzmek istiyorum. düzüşmek.. sonra deliksiz bir uyku '
Devamlı değişen bir evren de yaşıyoruz sonuçta;
'...tanrılar yarattığı mucizeye tanıklık ediyordu şimdi. görünmez ok yaydan fırladı, güneşin aydınlattığı gökyüzünü deldi, kalplerin tam ortasında kocaman görünmez bir delik açtı...'
Nasıl ki Şehrazad'ın masalları Şehinşah'ı yola getirdiyse, Eros'un okları da insanı yeraltından çıkarabiliyor. Bunu tekrardan hatırlattığı için moderndaycowboy'un kalemine sağlık, bu tarz öyküleri devamlı okutur umarım.
Öncelikle çok farklı bir konu olduğunu söylemek gerek, verilmek istene savaş karşıtı mesaj, vermek için kullanılan kahramansa robot, farklı hikayeler okur gibi oluyor insan; bir yandan, teknoloji ve savaş endüstrisinin büyümesi,diğer yandan, savaş karşısında ki barışın son çırpınışları. Yazarı tebrik ediyorum. Zeka kokan bir öykü dökülmüş kaleminden vesselam,bu tarz öykülerini okudukça onu daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum.
Eskilere götüren bir öykü daha, dirsekleri ve dizleri kabuk bağlamışların anlayabileceği bir türden. Duru bir anlatım ve içinde bol miktarda hüzün barındıran cümlelerle.
Geçmiş hüzündür, geçmiş hazandır.
' sohbet ettik diyemeyeceğim çünkü bir sohbet yoktu aramızda. diğer ben sessizliği seviyordu. bir sonbahar hüzünlendirir beni sanırdım. - burada ki hüznün anlamı benim için mutluluktur.-'
Düş inşa edilir düş üstüne;
' köy yerinde çatılar vazgeçilmezleridir çocukların. teker teker çıkarılır oyuncaklar, kilimler. adeta küçük bir ev inşa edilir ev üstüne '
Yerini: kapat şu bilgisayarı na bırakan serzenişler.
' ezan vakti beş dakika daha dışarıda kalma mücadelesi verilir, annenin seslenişine karışan serzeniştine .'
90 larla olan hesaplaşmamız işte burada;
' topraksız kalan suyun da, susuz kalan toprağında başlı başına bir işe yaradığını bildiğim çağımda onları ayrılmaz bir bütün olarak düşünmek istedim. o zamanlarda dizlerimizde kabuk tutsun diye beklediğimiz, tuttuğunda koparılan, koparıldığında da geçmek bilmeyen yaralar unutulmuş, onun yerini bugün yar'a dönüşmüş yaralar almıştı '
Bu cümle beni çok hüzünlendirdi, kimi zaman acıyı özler insan, işte öyle bir şey;
' minderin yumuşaklığından ziyade bir sertlik hissettim. dizim de o tarifsiz sızı. bu acıyı nasıl da özlemişim '
Yazara içten bir eyvallah derken öykünün sonundaki linkin açılmadığınıda bildirmek isterim.
Toplumumuzda cinsellik büyük bir tabu olmuş durumda. Bu insanların çok farklı davranmasına sebep olabiliyor. Neredeyse her gün basından takip ettiğimiz haberler; ensest ilşkiler, tecavüz olayları, töre cinayetleri, genç yaşta evlendirilen kızlar. Büyük bir huzursuzluk yaratıyor. Yazar bu durumu gözler önüne seriyor öyküsünde, büyük bir hınçla okudum. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan kişinin psikolojisini, topluma yansımasını düşünemiyorum. Öyküyle ilgili yazacağım fazla bir şey yok, yalnız şunu söyleyebilirim ki;
'...çantasını koluna geçirdi ve hızlıca salondan çıktı.'
kısmında sonlandırılsa ve gerisi okuyucuya bırakılsa, tam Sait Faik tarzı, daha düşündürücü ve ilgi çekici(bana göre) bir öykü olabilirdi.
Anlatılan konunun, anlatım tarzı ve imla hatalarından daha önemli olduğu bir öykü okudum. Yazarın yüreğine sağlık.
hanna, öyküsünde, okuyucuyu ister-istemez kendisine çeken güzel bir atmosfer yaratmış.
bu tür öykülerin kurgulanmasında aşırı olmamak kaydıyla okuyucuya verilen heyecan, olabilecek beklenmedik gelişmeleri kaçırmamak için pür dikkat kesilen okuyucuda, öyküde geçen olay, durum veya diyalogların detaylarını daha iyi algılamaya itici bir etki yaratır ki bu öyküde, bahse konu durum tam kararında sağlanmış.
iyi-hoş da! ortam sağlandıktan sonra algılanacak yeterince detay yok maalesef! değinmeler çok güzel fakat hep yüzeysel kalmış.
diyelim ki en dişe dokunur tasvirlerden biri bu;
"...kasem yutkundu ve ses borusundan çıkıp dudaklarına çarpan heceler gecenin karanlığında uğultu gibi duyuldu..."
oysa hanna'nın, bu çekirdek kurgu üzerinde öyküyü bir sepet kuşu gibi örebilecek hünerde olduğunu bir çoğumuz biliyoruz. ancak, görebildiğimiz neredeyse tek detay; seher'in çocukluğunda geçirdiği kazalar ve kasem'in onu bu kazalardan koruması ile ilgili olanlar.
"... sekiz aylıkken öyle güzeldin ki, emekliyordun, bahçenizdeki havuza düştün, yardım edecek kimseler yoktu, sana nefes verdim. 6 yaşındayken geçirdiğin trafik kazasında mucize çocuk diye gazetelerde adının geçmesinin sebebi, seni o arabadan burnun bile kanamadan çekip çıkarmamdı. 12 yaşındaki mantar zehirlenmesinden de kurtulman için elimi karnına koymam yetmişti. 16 yaşında açık kalan doğalgaz vanasından sızan o gaz vücuduna girmeden tek bir üfleyişle onu da engelleyebildim ama, ama sana aşık olacağımı bilmiyordum seher..."
bu öykü, sanki biraz daha fazla gözlem, tasvir ve karşılıklı diyaloglar ile uzamak istemiş ama hanna buna izin vermemiş gibi bir durum var ortada.
buna karşın, temanın işlenme şekli gayet iyi, akıcılığı ve bütünlüğü bozan gereksiz zaman geçişlerine yer verilmemiş. öykü neredeyse tek zamanlı olarak başlamış ve bitmiş. bu durum, gel-gitlerden kurtulan okuyucuyu çok rahatlaşmış.
cümle kurgularında sırıtan, göze batan, aykırı bir taraf ve yazım hataları da görmedim doğrusu.
sonuç olarak güzel bir öykü olmuş. daha da güzel olabilirdi bence; eğer ki hanna, bu güzel temayı yakaladıktan sonra biraz daha detaylandırabilse idi öyküsünü.
Bir yol hikayesi, memleketine doğru yola çıkmış bir öğrencinin iç yolculuğunun ve Anadolunun kaderciliğinin kısa ve net olarak anlatıldığı bir öykü. Bir Zamanlar Anadoluda yı seyretmiş biri olarak (ki beklentilerim çok daha fazlaydı o filmden) farklı dünyalara gittim, bende o otobüsün içinde şoföre kızanlar arasındaydım.
Anadoluyla başlayan bir hikaye;
anadolu'ya has bir tevekkülle 45 numaralı koltuğa yerleşmişti. zira; her şeyi hayra yorma, tevekkül, kanaat, tevazu, fedakarlık, cesaret, edeb ve yumuşaklık, merhamet, fazilet, kötülük yapana iyilikle mukabele etme ve hep iyi düşünüp iyiye yorma gibi insani hasletler olmaksızın, anadolu'da yaşama tahammül edilemezdi. yaşamak zaten başlı başına bu denli zorken, bir de ekstradan; diğer insanlarla kaynaşmak, hangi davranışları hangi reflekslerle yaptıklarını anlamak, neyi sevip neyi sevmediklerini bilmek, tahammül aralıklarını kestirmek ve daha bir sürü şeyi aynı anda yapmak gerekiyordu.
Hayat filmlerde ki gibi değil tabi;
'...salt karanlıktan başka hiçbir şey yoktu. halbuki filmde, katille olay yerine giderlerken ve durup top gibi ağacı ararlarken, her şey ne kadar da aydınlık, belirgin, açık-seçik.'
Anadolu insanı tanıtılıyor usulca;
'...zira anadolu'da erkek olmak; hiçbir şeyden korkmamak, delicesine korkuyor olsa bile kimseye belli etmemekti.'
Biraz abartılmış gibi: Anadolu insanı, hoşgörülüdür, ağırbaşlıdır. Ağzını burnunu dağıtmaz, gider deli,kanlıca konulur Anadolu insanı;
'...kuduz bir sokak köpeği saldırırsa eğer onu elleriyle öldürmekti. eve giren hırsızı kovalamak, yakalayıp, bastırıp alaşağı etmekti. geçimsiz komşunun ya da trafikteki hasmının ağzını burnunu dağıtmaktı. en azından dağıtacağını, merak etmemelerini söyleyerek güven telkin etmekti. sokaklarda bağırıp çağıran sarhoşlara, madde bağımlılarına kafa tutmak, canı pahasına posta koymaktı. tüm bunlar, o erkeğin kalemi işler olmasa da, giydirilen elbise buydu ve eli mahkûm giyilmeliydi.'
Burası çok hoş: milliyetçiliği kılıf olarak kullananlara alttan bir:Hadi oradan deyiş;
- şikayet var kardeşim, bekleyin.
- şikayet mi? amirim kim şikayet etsin bizi?
- ..........
- biz kimsenin canına, malına, ırzına, namusuna bakmayız. vatanını, milletini seven milliyetçi insanız biz abi.
- bekle orda!
Bize çok şey kaybettiren, en kötü huylarımızdandır.
'...yoksa, salt şark kurnazlığı bu kadar anlayış için yeterli miydi? '
Hikayenin böyle bitmesi çok hoş, yürüdüğü yol okuyanın evinin yolu olmuş bundan sonra;
'...ayrılacağı ilçenin otogarına doğru, hızlı hızlı yürümeye başladı.'
Yazarı tebrik ediyorum, ellerine sağlık sinasizafer.
Kazanmanın yolunun kaybetmekten geçtiğine inanmış bir meczupun hikayesi dökülmüş bilgisayar ekranına. Cep telefonunu, bilgisayarı, televizyonu reddederek özgürlüğünü kazanan Ekremin hikayesi. Pür dikkat okunması gereken bir eser bu, ben yazarın tavsiyesine uymadan incesaz-Firar eşliğinde okudum(özür dileyerek), söyleyecek fazla bir şey bulamıyorum, ne yazsam hadsizlik olacak gibi geliyor, bu yüzden kısa tutacağıma, ellerine sağlık be Ekrem Hocam.
Bu sayıda, sigara yakılmasını tasvir eden çok öykü okuduğumu belirtmek isterim;
sallanmayı kesti. paltosunun ceplerini karıştırıp bir sigara çıkarttı. zor da olsa yakmıştı. dertleşecek kimsesi yoktu.
baba yadigârı daktilosuna bir kâğıt yerleştirdi. odanın ışığını söndürüp birkaç tane mum-ve bir sigara- yaktı. mahrem şeyler aydınlığı sevmezdi.
kadın daha şiddetli ağlamaya başladı. tamam. peki şöyle yapalım. bir sigara yaktı. ben ağlamanızın nedenlerini tahmin edeyim, siz de evet veya hayır deyin.
Ölü Ozanlar derneği, Not:Seni Seviyorum, Shakespeare birer birer geçiyor gözünüzün önünden. Daha bir heyecanla bekliyorsunuz sonraki cümleyi. Cümleler yazılırken özenle çalışılmış üzerinde,Van Gogh yeni bir eser yaratıyor ve yanıbaşındasınız;
mesela; deli gibi sevdiklerini iddia eder insanlar. bu gariptir zira insanlar genelde sevmediklerini söyledikleri şeylere özenirler nedense. uçmak isteyen bir kaplumbağanın serçeyi dışlaması gibi bir durum işte
Başbakanlık Ekrem koruma müdürlüğü çok hoş;
'sevgili kadınlar!
bu mühim bilgiyi sizlere ulaştırmayı bir borç biliriz! bahsi geçen ekrem adındaki şahıs (meczup olarakta bilinir.) kadınlarla ilişkilerinde pek bir pısırıktır. cesareti yoktur. o kadar ki; bir kadına nasılsınız derken bile tek nefeste söyleyemez.
olur ha gönlünüzü kaptırırsanız;
ilk yapmanız gereken sakin olmak! bunu ona belli etmeyin! gülüşlerinizle ona ümit verin. her şey yolunda mesajı verin. ona ilgi duyuyormuş gibi yapın. sonra ufak ufak siz onda yer edin.
sayın bayan baktınız olmuyor, yüzüstü bırakın gidin yahu!
saygılarımızla
başbakanlık ekrem koruma bölümü.
Son olarak söylenemeyenlerle biten bir başlangıç;
duygularımı sana anlatmak isterdim ama, hissettiklerimin seni üzmesinden korkuyorum. kaybolmaktan korkuyorum. kaybetmekten korkuyorum....
Öyküler için kesinlikle daha kapsamlı eleştiriler gerekiyor ama kabul ola
Eski Türk filmleri tadında bir öykü, eses kıza araba çarpar kör olur, ilerleyen sahnelerde bir araba daha çarpar ve iyileşir, tabi o kadar basit bir öykü değil, büyük bir yaratıcılık ve çok iyi bir bağlanmış bir son.
üzülsekte, değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabulleniyoruz elbet;
'...siyah beyaz bir filmdi artık hayat onun için. annesi olduğu yere yığıldı. babası ise "daha kötü de olabilirdi" düşüncesiyle kendini avuttu.'
Bir uzvundan tam ya da kısmi olarak faydalanamayanların diğer uzuvları gelişir, ileri derecede astigmat bir hocam vardı, en arka sırada ki fısıldaşmaları dahi duyardı. Rastgele yazılmamış cümleler olduğu hemen belli oluyor;
'...zorlanmadı bu sayede. bir yandan da keman dersleri alıyordu. müzik zekası muhteşemdi. o kadar kolay öğreniyordu ki, hocası bile şaşırıp kalmıştı.'
Bu cümle birikim gerektirir, kelimelerin uyumu, tınısı, ve hikayeyi bir anda bağlaması, ustaca;
'...göremeyecek" dediler. "renkleri göremeyecek" hala benden tanrıya inanmamı bekliyorlardı.'
Hayal gücü, cümlelerin ahengi, anlatımda ki akıcılık, yazarın kalemine sağlık, büyük bir zevkle okudum.