"herkese merhaba, geçen hafta duyurusunu yaparak başlattığımız söykü dergisinin ilk sayısını belirlediğimiz tarihte çıkarmayı başardık, hem de oldukça dolu ve kaliteli bir içerik ile. konuyu paylaştığımız günden itibaren 60'nin üzerinde öykü elimize ulaştı, açıkcası bu kadar çoğunu beklemiyordum, neyse ki okuma ve değerlendirme sürecinde "piyonla evlenen vezir" yardımıma koştu, ve üzerimdeki bu yükü isabetli görüşleri ile azalttı. Bir erkek ile tüm pazar günü msn'de konuşacaksın deseler inanmazdım ama 2 paketin üzerinde sigara tüketerek (öykü başına bir tane) bu işin üstesinden geldiğimize inanıyorum.
aslında gelen yazıların hepsi belli bir standartın üstündeydi, lakin dergiye koyacağımız öykü sayısının çok da fazla olmasını istemediğimizden, gerçekten üzülerek, pek çoğunu eledik, elenen yazılar da kesinlikle başarılıydı lakin bir sıralama yaptığımızda dergiye girenlerin bir gıdım daha üstte olduğunu gördük. seçim yaparken kesinlikle yazının kimin tarafından yazıldığına dikkat etmediğimizi ve o konuda subjektif olduğumuzu özellikle belirtmek isterim. (örneğin; ne yazık ki benim bu oluşumu ilk olarak paylaştığım, özellikle yazmasını rica ettiğim 9 yazardan 5 yazarın öyküsünü, her zaman ki performanslarını gösteremediklerini hissettiğimiz için dergiye almazken, normalde bu şekilde yazmadığından farkında olmadığımız fakat yolladıkları öyküleri çok beğendiğimiz pek çok yazarın öyküsünü de dergiye aldık. (henüz öykü yollayan her yazara mesaj yoluyla dönüş yapamadığım için özür diliyorum, ama en kısa zamanda bu açığımı telafi edeceğim ve herkese öyküleri ile ilgili eleştiri ve yorumlarımı ileteceğim.)
umuyorum ki söykü'de yayınlansın, yayınlanmasın girilen her öykü, sözlüğün kalitesine bir katkı sağlayacak ve okur bulacaktır.
öykü yollayan yazarlar başta olmak üzere, desteğini esirgemeyen herkese teşekkür ederim, ikinci sayıda görüşmek üzere.iyi okumalar." (experimental)
sayfaları çevire çevire okuyacağım diyenler için pdf versiyonu: http://www.uludagsozluk.com/soyku/
pdf versiyonu tasarım: experimental
arayüz hazırlık: uludağ sözlük
***
Duyuru 1 : "Ben dergimi tuvalette okumak istiyorum", "ben dergiyi elimle tutmak, sayfa kokusunu duymak istiyorum", "ben arşivciyim, hem de e-kitap okumayı severim" diyenler için, derginin pdf formatında yayını 20 şubat günü yapılacaktır.
Duyuru 2 : pdf formatında ki derginin hazırlanması aşamasında vinyet, kapak ve tasarım konusunda destek olabilecek yazar arkadaşlar bana ulaşırlarsa sevinirim.
Duyuru 3 : ilk sayı ve yayınlanan öyküler ile ilgili yorumlarınızı, görüşlerinizi, tavsiyelerinizi, bu başlığa ekleyebilirsiniz.
Duyuru 4 : ikinci sayının konusu... fare... öykülerinizi 26 Şubat'ı 27 şubata bağlayan akşam, saat 01:00'e kadar bana iletebilirsiniz. 2. sayı yayın tarihi 27 şubat saat 11:00'dir.
güzel bir başlangıçtır. herkesin eline sağlık. bu arada experimental'e özelden yönlendirdiği öykümle ilgili eleştirisi için ayrıyetten halka açık burada da teşekkür ediyorum. istediğim hatta deli gibi ihtiyacım olduğu yapıcı bir eleştiriyi hem de bu kadar keskin hatlarıyla beklemiyor olsam da aldım kendisinden. böyle önem verip tahlil edecekse, bu projeye devam ediyorum. eleştirisiz olsaydı yararlı bir proje olmazdı. bu projeye sadece rekabet ya da dergi çıksın torba dolsun gözüyle bakanlar çok şey kaçırır. gerçekten yazmaya ilgisi olanların kendilerini en iyi yetiştirecekleri unsur olan eleştiri-tahlil için katılmaları gayet uygun olur.
bir kaç entry ye göz ucu ile baktım, daha sonra incelerim ama madem dergi yapıyorsunuz bence resim de eklenebilir entylere.
sonuçta google görseller kimin için hizmet ediyor?
ilk 3 hikayeyi okuduktan sonra bende uludağ sözlük yazarlarına hayranlık uyandırmaya başlayan derginin 1. sayısı. hikayeler şimdiden tek kelimeyle muhteşem. insanda yazma hissi uyandırıyor şiddetle. devamını ve fazlasını bekleriz efendim.
verilen mesaj belli. uludağ sözlükte bir ip uzatıldı ve düğümlenmeye başlandı. her bir öykü bir ip ve bu ipleri tutan güçlü kalemler.
her bir öykü ayrı bir tatda. herkesin yüreğine sağlık. birçoğunun tadına bakabildim öykülerinin ve şahaneydi. uygulamanın devamının gelmesini diliyorum.
niye temenni edeyimki arkadaş gelsin tabii. yazın arkadaş yazın. kafayı kullanın.saçmalasanızda yazın. söykü diyor da.
--spoiler--
Duyuru 3 : ilk sayı ve yayınlanan öyküler ile ilgili yorumlarınızı, görüşlerinizi, tavsiyelerinizi, bu başlığa ekleyebilirsiniz.
--spoiler--
--spoiler--
dikkat bu yazı ağır, çok ağır spoiler içerir. öyküleri okumadan okursanız öykülerin tadı kaçar. "olm bruce willis aslında ölü" tadında bi yazıdır.
--spoiler--
--spoiler--
"duyuru 3:" benim öykü yazmamda yazmayı sevmemi saymazsak en önemli itici güçtü.
ben de bundan yola çıkarak kendi üzerime düşeni yapmak ve öykülerle ilgili kendimce, kendi zevkime göre eleştiri ve yorumlarımı yazmak istiyorum. baştan söyleyeyim ne edebiyatçıyım ne de eleştirmen; bu bakımdan aşağıdaki yazılar dikkate almaya değmez fikirler içerir.
konu çocuk parkı gibi bi mekan olunca tabi hikayenin içeriğini mekandan bağımsızlaştırmak zor. bu yazdığımız çoğu öyküde de görülüyor. bazı öyküler çocuk parkının içine sıkışıp kalmış gibi.
bir diğer benim için önemli şey gerçeklik. tabi ki bi öykü gerçekçi olmak zorunda değil ama beni etkileyen öyküler absürd bile olsa olabilirlik çerçevesindeyse ve okuyana bir şey diyorsa daha anlamlı.
yanlış anlaşılmamak için bi örnek vereyim. bi adam absürd bi şekilde köpeğin sırtına kediyi kedinin sırtına fareyi bağlayıp elindeki tasmayla üst üste olan bu hayvanlarla sokakta gezebilir. evet bu absürd bişey ama hikaye açısından sorun yok çünkü bunu yapmaya engel bişey yok. bunu yapmasının saçma bi sebebi de olabilir.
ancak günümüz türkiyesinde yaşayan 70 yaşında bi adam için küçükken oynadığı çocuk parkından ve ilerde aynı parka bakarak gözlerinin dolmasından bahsetmek pek gerçeğe uygun gelmiyor bana. 1930 lu 40 lı yıllarda türkiyede kaç tane çocuk parkı vardı varsa çocukların derdi bu muydu bilemiyorum.
bir başka konu hikayenin dili ile ilgili. bence herkesin bi tarzı vardır ve bu tarz ne yazarsa yazsın o yazıya bulaşır. ancak her hikayenin kendince bir anlatımı olmalı ve hatta bazen kendi terminolojisi. sanki bazılarında sadece tasvir ve olaylar -di li geçmiş zamanda anlatılıp bitirilmiş gibi. ben bu anlamda saipsiz in yazdığı öykünün anlatımını ve hikayesini çok beğendim. herkesin bildiği bi hikaye ancak bu kadar okuyucuya bırakılabilirdi. o hikayenin sonunda 3. sayfa haberlerine itaf ettiğini söylemiş ama mesela ben hikayenin sonunda hayat işte böyle bi şey dedim. hikayede pek çok şey okuyucuya bırakılmıştı.
benim öyküye gelince iyi olduğunu düşünmeseydim yollamazdım. onu yerden yere vurmak da size kalsın.
benim en beğendiğim hikaye saipsizin hikayesi oldu. o yüzden sonradan yazmama rağmen hikayesi hakkındaki eleştirimi kesip en başa kopyaladım.
şimdi tekrar okuyun anlatımına dikkat ederek bence çok özgün. yukarıda yazının girişinde de bahsettim. şimdi sadece bir cümle üzerinden anlatımla ilgili fikrimi açmaya çalışacağım.
--spoiler--
şu karşı kaldırımdaki süslü kadın, orospu süheyla...
--spoiler--
anlatıma bak. karşı kaldırımı betimliyor mu? nasıl bi kaldırım? yer ıslak mı kuru mu? kare taşlı mı? hiç biri yok.
ne de süheyla hakkında.
ama bu cümleyi okuyunca hemen kafanızda bi kaldırım (ıslak, kare taşlı, kuru yada yüksek size kalmış) oluşuyor. ve orospu süslü bir kadın.
"şu karşı kaldırımdaki" diyince sanki ordaymışsınız gibi yada bu kaldırımdan karşı kaldırımı çeken bi kameradan olayı izliyormuşsunuz gibi oluyor. daha sonra tek tek ortama başka şeyler ekleniyor. bi pezevenge yaslanıyormus meger diyip onu ekliyorsun. aa sonra apartmanlarda yansıyan mavi kırmızı ısıklar ekleniyor resme. ceset bilmemne gidiyor. süper.
belki bunlar planlanmamış olabilir ama yazının baştan sona harika ve özgün bir dili var gibi geldi bana.
o kadar ki "şu karşı kaldırımdaki süslü kadın orospu zehra" cümlesini bir şiir de bile kullanabilirsin.
öyküyü sevmemin bir sebebi de benim bildiğim, gerçek, kötü bir dünyadan bahsediyor olması olabilir.
_____________küçük kar küresinde deliler ve çocuklar (bandini)____________
herşeyin çok güzel olduğu hikayeler ve mutlu insanlarla dolu bir dünya anlatılan yazılardan pek hoşlanmam çünkü dünya hiç de öyle değil. bu bakımdan bu hikaye ve özellikle "öyle yada böyle öleceğiz ama içimize sonsuz bi yapma başarma gücü yerleştirilmiş" isyanı. bu konuyla birlikte çok güzel olmuş. bu konuyu pek çok filozof tartıştı kitaplarda, hatta bazıları "yaşamı yaşamaya değer ne varki? intihar konusu felsefenin düşünmesi gereken en önemli konudur" bile demişti. ama ilk kez bi öyküde gördüm. bana aceleyle yazılmış gibi geldi biraz daha uğraşsa tadından yenmezdi. ha bir de tabi şu ihtiyarların çocukluklarındaki park meselesi var.
şöyle düşündüm bitince, o ihtiyarlar şu anda parkta oynayan çocukların ikisi olsaydı. ve gelecekte 70 yıl sonradan geriye baksalardı nasıl olurdu. hem bu sayede parkta oynayan çocukların ilerdeki durumlarıyla ilgili "bu kız orospu olacak" falan diyen kötümser ihtiyarın ve arkadaşının sağlam dayanakları olur ve hayatı iyisiyle kotosuyle tartışabilirlerdi... diye düşündüm. zaten konunun üstüne oturduğu düşünce çok iyi bence zenginleşirdi.
_____güneşin saçlarından kendine salıncak yapan çocuk (biradetbeyfendi)____
öykünün altına nick entry uyumu bakınızı verebilirdim. kız arkadaşım okusa aşık olur. gerçekten duygulu, ince bir yazarın kaleminden çıktığı belli bir öykü. kalitesini de tartışmam.
söylediğim gibi benim hikaye konusuna bakışım farklı. hatta marjinal bi noktada olduğum bile söylenebilir.
hatta öyleki bi kaç klasik dışında artık klasiklerin okutulmaması gerektiğini düşünüyorum. romantizm victor hugo ile birlikte öldü bence. romantizm in yerini sanki melankoli almalı artık.
yani dünya eski dünya değil biliyosunuz. herşey çok daha çabuk ve çok daha kötü.
şimdi bi örnek vereyim. sefillerde peder jean valjean a iyilik yapıyo ama sonra jean valjean pederin ne kadar gümüş falan şamdanı bilmemnesi varsa çalıp kaçıyo. ama ne oluyo peder ona kızmıyo. şimdi böyle bişey olur mu? en azından "lan yavşak sana iyilik yapıyoz sen orospu cocukluğu yapıyosun" denmez mi? yada isa ya bi tokat atıyolar isa öbür yanağını çeviriyo. şimdi isa bu yüzyılda yaşasaydı, bildiğin isa güngörende otursa mesela en azından " ne vuruyon lan" demez miydi? bence derdi.
hikayenin konusuna yada duygusuna diyecek hiç bir şeyim yok. eline koluna sağlık. sanırım ben biraz kötümserim ve hikayelerde bile güzel bi dünyaya inancımı kaybettim.
bu hikaye bence çok güzel olmuş. hatta yukarılarda onca yazdığım şeye muhalefet ede ede "bak böyle yazarım yinede sonunda gülümsetirim" der gibi. en son umut ölürmüş ya bendeki ölmek üzere olan umuda suni tenefüs gibi oldu.
bu hikayenin sonu bana ve hikayelerle ilgili eleştirilerime de kapak yapmış. kısaca şöyle demiş "evet böyle de yazılır çünkü ben öyle yazdım"
_______________gri şehrin yeşil aşkı (one more for the road)_____________
hikayeyi anlatırken zamanı geriye alıp o ana geri döndüğümüz noktada "aaa ne güzel olmuş" dedim. dili çok güzeldi. böyle bir hikayede bol bol görmeye alışık olduğumuz "kadının kocaman yeşil gözleri buğulanmıştı" gibi beni komaya sokan her hikayenin olmazsa olmazı cümleler yerine çok güzel benzetmeler vardı.
finali de süper bitti. (yalnız adam ıssız adamın orospu çocuğu versiyonuymuş hacı. pis herif işte.)
_______sırf şişman diye kaleci yapılan küçük çocuk (piyonla evlenen vezir)_____
ahaha desem format dışı olacağından demiyorum. çok güldüm. süper fantastik bi hikaye. acayip akıcı hiç sıkılmadım. hele o muharremin dönüşü on numara.
________________orta sahanın hayata bakan dilimi (s time)_______________
iyi hikayelerden biri. kafamda bi çok soru işareti bırakmasından da kaynaklanıyo olabilir bu his. bi şeyi anlamaya çalışmak mı hoşuma gidiyo bilmiyorum ama aklıma takılanlar;
(bu noktadan itibaren yazdıklarıma yazar açıklık getirmiştir. tamamen benim doğru anlamamam söz konusudur.)
aslan'ın babasıyla ilgili olarak babasının annesinin ölümüne sebep olmasından ve aslanın babasıdan nefret etmesinden başka bi şey bilmiyoruz ama finalde aslan baba diye koşarak gidiyo ve enkaz altında kalıyo. sonra bitiyo zaten.
o kadar elif'le ilgili konuşuluyo bi sürü şey oluyo ama finalde elif havada kalıyo, neticede elif o bileti bulmasa bile orda olduğuna göre onun enkaz altında kaldığını biliyo olmalı. ee ozaman bileti bulmasının hikayeye katkısı ne ?
yada elif in psikolojik sorunlu olduğu söyleniyo ama bu bilgi hikayede hissedilmiyo yada nebiliyim işte anladın.
gökyüzünde azalan yıldız metaforunu da çözemedim. yıldızlar azalıyo en son bir yıldız görüyo o babası heralde ama elif hiç yıldız görmüyo o da aslan oluyo heralde diye düşündüm.
neyse işte bu anlamama olayı hoşuma gitti. ayrıca okuması kolaydı, sürükleyiciydi. finali baya bi genişti.
______________________gerçek ve hayal (xcapegoat)___________________
karakter hoşuma gitti benim o sebepten yazmak istedim. hikaye de güzel biraz da arabesk tadında.
bazı yazarlara mesaj attım. yazamadıklarım kusuruma bakmasın yoruldum. belki 2. sayıda.
19 hikaye çok olmuş gibi tadında bırakmak lazım 10 15 arası olsa iyi olur gibi geldi bana ama ben bilmem neyse.
ben, bu çalışmayı görünce kendimi tarif edilemez bir biçimde iyi hissettim. öyküleri yayımlanan diğer arkadaşların da aynı duygular içerisinde olduklarına eminim.
- emek var, alın teri var, özen var,
- coşku var, heyecan var, azim var,
- üstlenilmiş bir göreve karşı duyulan saygı var,
- zamandan ve uykulardan fedakarlık var,
başta experimental olmak üzere emeği geçen tüm arkadaşlara teşekkürler, ellerinize sağlık.
incelendikçe kalitesini belli eden dergidir her öykü ayrı güzellikte tabi ki içinden sıyrılanlar da var experimental ve diğer arkadaşlar için teşekkürler , belki de sözlükte ki en anlamlı oluşumdu .
sözlükte kanımca bugüne kadar oluşturulmuş en harika birliktelik. hepsinden öte mükemmel bir üretim. ortada elle tutulur enfes bir şey var. ve de ciddi bir emek.
ayakta alkışlanır bu üründen dolayı, emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum.
1. sayıyı henüz bitirebildim. Maalesef iş yoğunluğundan yayınlanalı bir süre geçmesine rağmen öykülerin hepsini yeni okudum ve aşağıda eleştirilerimi yazdım. Umarım yazar arkadaşlar alınmazlar. Üslubum net ve sert oluyor. Edebiyat konusunda kendimi bir otorite olarak görmüyor, yaptığım eleştirilerde mantığa bağlı kalarak nesnel yorumlar yapmaya çalışıyor, zaman zaman da şahsi beğeni, ya da tersini ifade ediyorum. Ki yine yazarlar benim yazılarımı da kişisel hakarete dönüşmediği sürece istedikleri kadar sert yorumlayabilirler. Bundan hoşnut olurum.
Yorumlara geçmeden önce değinmek istediğim bir iki konu var;
Öykü formatının bazı yazarlarca yanlış anlaşıldığını görüyorum. Bu bir kural olmamakla birlikte genel geçer öykü anlayışında gerçek ya da kurmaca bir kurgu anlayışı vardır. Siz bir parka bakıp içinizden düşünceler geçiriyorsanız bu nesir olur, süslü nesir sınıflamasına girer diye düşünüyorum. Tabi bu konuda bir mutabakata varmak gerek.
Onun haricinde dergide yer alacak yazıların link, spoiler ya da sözlüğe mahsus diğer ibarelerden kurtulması gerektiği görüşündeyim. Okunan öyküye ait olmayan yabani çalılar gibi göründüklerini düşünüyorum. Ki öykünün yanında müzik önermek okuyucuya ket vurmaktır bence. O yüzden birçok yazar önsöze, sonsöze bile karşı çıkarken yazarların rahatça öyküden bağımsız parçaları paylaşmasını arılığın lekelenmesi olarak görüyorum ve bu da elbette benim görüşüm.
Son olarak da şuna biraz üzüldüğümü söylemeliyim ki yazıların hemen hepsinde imla hataları, kelime hataları az ya da çok var. Dergi yeni yayınlanmış olsa normaldir, düzeltecek vakti olmamıştır derim belki ama yayınlanalı 20 gün olmuş (sanırım yakındır en azından) ve yazar bir kez bile kendi yazısını okuyup analiz etmemiş mi? Ben şahsen yazdığımı tamamen gözden geçirmeden sözlüğe koymuyorum. Ki, o şekilde bile hatalar çıkabiliyor. Yine de insan böyle bir oluşumda yer alıyorsa kendi redaktörlüğünü de yapmalı diyorum. Ve esas olaya giriyorum;
Öncelikle beklemediğim bir hamle olduğunu söylemeliyim. Bu şekilde bir öykü oluşturmak zordur. Düşünsel algıdan şimdiki zamana geçebilmek için diyaloglara, dış seslere ihtiyaç duymayan bir öykü olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Sonundaki müziğin iyi seçilmesi de beğenilmesinde etkendir diye düşünüyorum.
Bunlarla birlikte klişeye kaçmamış, özgün cümleler barındırıyor. Gece 3 den sonra yazılmış hissi uyanıyor insanda. Misal;
-Bankta oturmak bile ruhumu asıyordu.
-Bu kadar kalabalıkken içim, oturduğum bankta benden başka kimse kalmamıştı.
Bunlar hikayenin artıları. Genel olarak benim gözüme çarpan eksiklikleri de yok değil. Bunların başında öykünün kısa olması, genel bir kurgu geliştirilmesi zor, bir fragman gibi durması var. Bu tabi ki bir tercih meselesi ama biradetbeyfendi burada son anlarını tasvir eden bir yaşlıyı fotoğraflamış. Daha uzun kurgularını merak ediyorum.
Öykü genelinde birkaç cümlenin hatalı yazıldığını düşünüyorum. Örneğin;
Geçmişim aynı dalgaların eşsiz tokat sesleri bedenime
Ömrümce hiç almadığım kadar derin bir nefes aldım, doldurdum ruhunun her yerini, tuzlu oksijen acılarıma acı katarak son defa kanatıyordu bir tinimi, acıdıkça hafifliyordum.
ilk cümlede sesleriydi bedenime ya da sesleri bedenimin tercih edilebilirdi. ikincide ise iyelik önce 1. Sonra 2. Sonra tekrar birinci tekil şahıs olarak kullanıldığı için kafa karıştırıcı. Tabi yazının şiirsel niteliğini düşünürsek söz ettiklerimi yapmak zorunda da değil. Farklı bir güzelleme de yapabilir.
Son olarak da Oysa hani tatlı bir dedeydim ben kısmı hiç olmasa daha iyi olurmuş. Onun ölmek üzere olan bir yaşlı olduğunu hepimiz biliyoruz.
Fazla eleştirmemişimdir umarım. Çünkü yazıyı genel olarak beğendim. Klişeye kaçmadan böyle bir yazıyı yazmak zor olmalı. iyisin dostum.
Geçmiş ve bugün arasında analoji yapan ve bir çocuğun mantığının saflığı ile yetişkin insanların hapsolmuş hayatlarını kıyaslayan bir öykü. En az baştaki çocuk kadar hapsolmuş olan ana karakterin şimdiki hali seküler mantık içinde ezilmiş hissi veriyor. Ve bu yüzden de bu anksiyete devam ediyor. Öykünün bu mesneti güzel.
Ancak, aynı çocuğun küçükken de sosyofobik zımbırtısının olması öyküyü desteklemiyor. Annesine mavi ördek olur, çünkü ben ördeği maviye boyadım diyen bir çocuğu yıllar sonra aynı cümleyi tekrarlayan, dolayısıyla genel geçer mantık yerine çocukların o uçuk mantığını yeğleyen bir profil olarak çizecekseniz, onun şu anki toplumdaki yalnızlığı ile herkesin aynı uçarılıkta olduğu çocukluğu arasında da tam ters bir bağlantı çizmeniz gerekir. Yoksa anlatının çocuk masumluğu ile bağlantısı kesilmiş olur. Kısaca çocuğun küçükken diğer çocuklarla oynayamaması, aralarına girememesi bu öykünün zayıf noktası bence.
Bir de öykü içinde geçen maviye boyadım temasını sonunda tekrarlamasına gerek olmadığını düşünüyorum. Ben olsam patron öyle rapor olmaz dediğinde, yine öyle olmaması gereken soğuk kahvesinden bir yudum alırken muzipçe güldüğü şekilde bitirirdik. Yani böyle de anlaşılırdı, göze sokmaya gerek yok.
Klasik sandviç tipi olacak ama eksiklikleri ile birlikte başarılı bulduğum bir öykü oldu.
Zamansal kaymalarla ilerleyen fakat aynı olayı işleyen bir öykü. Genel bir samimiyet içerisinde ve tek adam ekseninde yazılmış 3 parçalık bir sandviç gibi. Sallanmak elbette bir metafor burada ve öykünün imlediği sevdiğin insanların yanında iken hiçbir zaman ayakta olamazsın, ya da kendin olamazsın, ama özgür ve tek başına ayakta kaldığın zaman da yalnız kalırsın teması gayet güçlü. Bunu çok belirterek vermemesi de takdire şayan.
Ancak ben öykünün sonunda tam başardığını düşündüğü anda hızla yere kapaklamasını beklerdim. Daha pesimist ve dünyanın boktan bir çocuk bahçesi olduğunu, en fazla bir ısırık aldırıp sonra yine hayal kırıklığı verdiğini anlatmak adına. Ama experimental farklı bir yol seçmiş. Annem duysa terleme derdi diye. Bana kızmaz umarım. Tarzımı biliyor en azından.
Bir de kendi nicki geçmesi ve öykü isminin mastar şeklinde olması hoşuma gitmedi. Belki hoşuna gidenler de vardır. Ben sevmiyorum o kurgusal olanda ben buradayım demeyi. Tercih diyelim.
Bunlar dışında hikayenin okuyucuyu çekmek ve içinde tutmakla ilgili bir sıkıntısı yok. Kendini okutuyor. Biraz daha delici cümleler ile daha da iyi olabilir. Ben tuttum şimdilik.
Ummadığım şekilde bu sayıdaki en beğendiğim öykülerden. Sonundaki birkaç mantık boşluğunu doldurmamasını saymazsak gayet başarılı. Hikayeyi okuyucunun gözüne sokmadan ve belirli bir ritimle ilerliyor.
köye birden akşam indi, bir kalabalık hüzünle taşıdılar babasının cesedini.
ama o gün nasıl da güzeldi hava...
Gibi olumlu-olumsuz sırtlamalarıyla öyküyü ayakta tutuyor ve samimi olmayı başarıyor. Küçük bir çocuğun babasını kaybettiğindeki düşüncelerinin tasviri işte böyle saf olmalı. Yapış yapış değil.
Babası ile ilgili hiç çocuk olmamıştı ironisini ekmeği elleriyle bölen büyük adam şeklinde ete kemiğe bürünüyor. Ancak burada babasının ölüm nedenini bilemiyoruz. Elbette bunu bilmemiz gerekmeyebilir ancak ortada bir ölüm var ise destekleyici başka bir faaliyet ya da olayın olması gerekir diye düşünüyorum. Zira adam neden öldü sorusuna öykü bir şekilde cevap(lar) sunabilmeli.
Son olarak da çocuk parkı temasını çok net kullanamadığını, aynı öykünün babayı kaybetmek temasına da rahatça uyabileceğini, bu sebeple de çocuğun hep gitmek istediği oyun alanı yanında bir alt metinle de parkın desteklenmesi gerektiğini ve saklandığı kırmızı çiçekli tünelin içinden izledi cümlesinin harika bir cümle olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim.
Tersten yürüyen bir öykü. Kurgu olarak önce detaydan yürüyerek daha sonra ana karakterin niteliğini belirtiyor, sonra da o karakteri üçlüyor. Sonlara doğru cidden başarılı olduğunu düşünüyorum. Sadece bazı indeks cümlelere ihtiyacı var. Doğru yerlere serpiştirilmiş böyle cümlelerle öykü daha da koşar.
Chaplin in the kid de yaptığı ya da daha popüler bir örnekle slumdog millionare de görülen samimi çete burada a çizilmiş. O yüzden toplumun yumuşak karnı olan bu dışlanmışların işlenmesi yeni bir şy değil. Fakat kendini okutması ve yapaylığa kaçmaması bu durumu göz ardı ettiriyor.
Sondaki tiner çekme sahnesinin ritüel gibi tasviri hikayenin punch line dediğimiz kısmı. Ve en saf kısmı da bence burada gerçekleşiyor. Bir nevi boyalı kuş varyasyonu. Ve artık geriye dönüş yok. Bu minvalde en başta yere düşen kızı da kaldırmasa, bunca dışlanmışlığına rağmen hala sevgi dolu şeklinde lanse edilmese daha çiğ bir öykü olurdu.
Bir de son paragrafa hiç gerek yok. Onsuz tamamlanmış zaten. Ben sevdim.
Nadide bir parça. Panoramik olarak çocuk parkını alıp hayata izdüşüren yaşlı bir adamın gözünden saflığın anlatılışı. Ben beğendim ve az çok benzer şekilde yaklaşmışız.
Öykünün en güçlü postulatı çocukluğun panteizme benzer şekilde eşyanın doğasına hakim olması. Yani daha sonra öğrenilen kavramların prangalarından yoksun olan çocuk zihni berrak bir şekilde olgulara yaklaşıyor ve daha sonra zihni kirlenen bizler ise sürekli anlamlandırmaya , çözmeye çalışıyoruz. Diğer herkes gibi yaşlanınca erdem ve içgörü sahibi olunduğunu iddia etmek yerine doğumdan sonra hep kirlendik fikri akla yatkın.
Yine silahla oynayan çocuk ile geçmişi kıyaslaması ama müdahil olmak yerine ne denli kirli bir süreç de olsa kendi haline bırakmayı seçmesi güzel detaylar. En azından gençlikteki gibi canla başla kafa tutmaya, yenmeye çalışmıyor artık. Bu bile bir dirhem bilgelik barındırıyor sanırım.
Zaman yolculuğu kısımlarını ve başlığın mastar halinde olmasını pek sevmedim. Sürekli geri dönüşlerin ise bazıları iyi bazıları tam değil bence. Ya da kararında tutulmalı. Ama en önemli eksik yine bir tasvir öyküsü olması. Bu aslında genel bir sorun sadece bu öyküyle ilgili değil ama öykülerimiz hep devinimden uzak, sessizce izleyen iç sesler şeklinde. Bunu da yıkmak gerek.
Sokak ağzıyla yazılmış ağır roman tadında, karagümrük kokusunda bir öykü. Fazla bir kurgusu yok. işte sıkılıp gündüz içmeye parka giden bir adamın sevip de kavuşamadığı eski sevgilisine sessiz tiradı sadece. Ki bir kısmı da alıntı sanırım. Spoiler falan yazılmış.
Sokak edebiyatına asla karşı değilim. Fazla mainstream olana karşıyım. Alt kültür ya da suburban edebiyat iyidir, parçalayıcıdır ama bu bir edebiyat formu değil bana göre. Daha çok içip içip kederlenen bir adamın daha önce binlerce kez duyulmuş sözcükleri birleştirişi. Yani kurgu vasat ama cümlelerin dizilişi ve olayın niteliği özgünlükten uzak.
Bunlar haricinde kısaltmaların (bu küfür de olsa) burada yer almasının hiçbir mantığını göremiyorum. Birçok imla hatası mevcut ve öykünün ortaya yerine spoiler yazılması benim retinama batıyor. Bu son söylediklerim kişisel beğenilerle ilgili olabilir. Bir mantığı var ise de açıklanırsa sevinirim.
Çocuk parkı temasına girmekte geciken, bunu yarısından sonra başaran bir anlatı. Genel itibariyle kendini okutan yapısı ve sık sık duymuş olduğunu düşündüğüm halde yineleyeceğim Umut Sarıkaya benzeri mahalli kırık konuşmaları ciddiyet ile verme karşıtlığından absürd bir mizah oluşturma anlayışı ile yazılmış daha anlaşılır bir mizahi öykü.
Eski sevgili ile karşılaşılan Karagümrük hikayesi gibi olmamasıyla bana göre bir tık üstte. Aynı segmentte oldukları için söylüyorum bunu. Tabi bir artısı da herkesin saf çocukluk temasını işlerken gayet laçka ve pis çocuklarla karşılaşması. Elbette bu yine samimiyet biçemiyle veriliyor.
Bu kısa öykünün eksisine gelelim. Neden öykünün yarısına kadar askerlikten söz ediliyor? Öykünün genel temasına ne gibi bir katkısı vardır? Şahsen ben okurken baştan ne amaçla o denli askerlik, çarşı izni, genelev diye bahsettiğini anlamadım. Öykünün ortasına kadar süren bu prolog kısmı öykünün gücünü azaltan ve yazarın plansız olaya giriştiğini gösteren bir unsur bence.
Genel olarak başarılı diyebileceğim bir öykü. Yalnız fikrimce daha uzun yazılmalı ve kendi bütünlüğünü sendelemeden taşıyabilmeli.
Oldukça naif bir hikaye buldum bu öyküde. Bir kadının iç sesi yine bizi yönlendiren. Onun kayıp, düşük hayatının kısa bir anlığına pik yapıp tekrar eğrilmesi. Kötücül bir anlatım, kendini özel hissettirme ve kaybetmeye dair. Sıkça işlenen bir konudur tabi. Yalnız burada kadın karakterin yalnızlığı, içine girdiği ilişkinin detayı verilmeyerek arttırılmış. Hatta ilk birliktelikleri, geçirdikleri zamanları anlatışı bile ben tek kişiyim diyor. Yazarın bunu kurgulayıp kurgulamadığını bilmiyorum ama ben gayet bencil belki de narsist bir kadın karakter gördüm. Yoksa insanlardan kopuk, en can arkadaşım dediği kişiye bile burun kıvıran, her şeyden hoşnutsuz ve o denli değer verdiği ilişkisini birinci tekil olarak aktaran bir kadın neden çizsin?
Bunun haricinde toplum içindeki mizantropun yahut bir şekilde kayıp, kopuk özelin hikayesini iletmesi öykünün gücünü düşürüyor. Biz kadının o yorulmuşluk içindeki halini dinlerken hayattan beklentisi olmamasını o şekilde almasak sanırım daha sağlıklı olurdu. iyi ifade edebildim mi bilmiyorum ama ana karakterin sıradan olması bazen daha doğallık verir.
Elbette başta link vermenin, brechtiyen yabancılaştırmadan biraz beride duran okuyucuya seslenmenin, spoiler yazmanın ve hepsinden öte yayınlanan yazısının üzerinden birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen bir sürü imla hatası (özellikle yanlış virgül kullanımları) olmasını makul bulmuyorum. insan yazdığı şeye değer verirse onu redakte etmez mi?
Gerçekten de bir çocuğun ağzından yazılmış gibi durmasıyla bütünlük gösteren bir öykü. Tabi fazla optimist, masalsı ve pamuk şeker kıvamında olduğunu belirtmek gerek. Tüm bunları belirtirken de olayın daha çok çocuk parkı yerine direkt çocuklar, kıskançlık, aşağılık kompleksi gibi temaları futbol alt zemininde verdiğini de belirtmeli.
Genel olarak hikaye bütün. Kendini okutuyor. Çocuk kalbi ya da küçük prens gibi bir format söz konusu. Üstelik salt şişman bir çocuğun uzaktan izleyip düşündüğü/düşlediği bir yapıda da değil. Devinim var.
Güzel güzel yazmaya devam etsin. Benim tarzım değil açıkçası bu denli patlayan şeker öyküler ama iyi diyorum. Bir de bu hikayenin ana fikri, alt metni yahut amacı nedir merak ediyorum. Hani kaşağı da bir çocuk öyküsüydü ama bir alt metni, anlatacak bir derdi vardı. Umarım onu da görürüm.
Güzel bir hayal kırıklığı hikayesi. Tek ağızdan, tek kalemde çıkmış bir köşe yazısını andırıyor ve biraz da 80ler çocukluğuna öykünerek samimiyetten dem vuruyor. Tabi ben böyle söyleyince basitleşiyor gibi oluyor ama değil. Zira ben yazılanı samimiyetsiz bulmadım.
Büyüyen bir çocuğun retrospektif vizöründen yıkılan bir hayalin tanımlaması yapılıyor. Zaman mefhumu fazla mevcut değil. Bunlar güzel. Ancak son cümlenin önüne düşen paragrafın oldukça klişe ve anlatıyı basit bir köşe yazısına çeviren bir etkisi olduğunu söylemeliyim. O paragrafa gerek yok. Ondan bir önceki cümlende ne dediğini hepimiz anladık zaten. Yani sona konan bir özet öykünün sıcaklığını götürebilir bazen.
Birkaç imla hatasını saymazsak gerçekten güçlü öykü. Beğendim. Merak unsuru ve totem kullanımları yerinde. Giderek azalan yıldız ile kurulan analoji, karakterin hayal dünyası ile gerçeğin çocuk parkındaki simgesel karşılaşmaları başarılı. Futbol ve aşk gibi büyüklerin oyunu ile çocuk parkından sıyrılıp gerçeğin, oyundan başını kaldırman gerektiğinin acısı, tiz çığlıklar ve anlamsızca hayatın cezalandırması.
işte güçlü birkaç duygu. Ve bunlar işaret ede ede verilmemiş. Başarılı buldum dostum. Hisseden ve hissettiğini aktarabilen bir yazar. Özgün olduğunu umuyorum. Kutlarım.
Şiirsel bir anlatımla bezenmiş ve çocuk parkını sadece fon olarak kullanan panoramik bir resim. Genel itibariyle nakış gibi seçilip işlenmiş tümceler ve güzel bir çizim var. Suburban yaşamın genel karakteri ve kaybetmeye mahkum olma tandanslı yapısı ağır roman misali şiirsellik eşliğinde süzülüyor. Bunu yazan yazar ya sarhoş olmalı ya da aşık. Genel anlamda.
Bir de o ghetto yaşamı tasvir ederken naiflikten ötede biraz daha pis olmalı, küfürün rezillikle kaynaştığı bir ortam oluşturmalı diye düşünüyorum. Böylesi biraz daha küçük iskender formunda iken öylesi daha can yakıcı, daha sarsan bir öykü olabilir. Celine gibi.
Sonunu beğenmediğimi söylemeliyim ama. Biraz daha uçarı ve tam zirvede bitirebilirdi. Hani kanyonu gösterip atlamayabilirdi, ya da sadece o soğuk çeliğe bakıp gülümsedi diye bitirebilirdi.
Öncelikle bir yazınızı dergiye gönderiyorsanız bu başlığı sol tarafta görünce ya da facebook da adımı aratmayın gibi interaktif sözlük jargonlarından uzak durmalısınız. Ya da bu yazıyı dergiye koymamalısınız. Yani benim görüşüm böyle.
Öyküden ziyade anı tarzında gerçek bir hikayeden hareket eden yatılı okul, küçük çocuk, gurur kırılması ve bu kırıklığın tüm hayata yayılan çekilmiş enerjisi tadında anlatılmış bir yazı. Şahsi olarak içimizi ısıtan sıcacık hikayeler gibi şeyleri sevmem. Yani yazılan gerçek olsa dahi babam cebindeki son parayı çıkartıp verirdi gibi cümleler samimiyetten öte kendini anlatma derdine düşmüş bir ispat çabası hissi verir bana. Yazar istediğini yazmakta özgür elbette.
Lineer kurgusunda zaman zaman yalpalamalar da yok değil. Bu yabancılaşmayı sağaltmak için kendi dip notları yerine kurgunun içine çekmeye çalışırsa daha iyi olur kanaatindeyim. Zira öyküdeki çocuk yazarın kendisi olsa dahi orada artık kendisi değil. Anladınız sanırım.
Dramatik yapısı kendini çabuk ele veren bir öykü. Çoğu kişinin başarılı bulacağı bir hikayedir muhtemelen ama bu tip öyküleri çok görmüş biri olarak çok etkilendiğimi söyleyemem ne yazık ki. Yazım stili, devamlılığı ve karakter çiziminde sorun yok. Lakin klişe konuyu klişe sonla bitirirseniz sizi acımasızca eleştirirler.
Bunun yanında futbol aşkını, yahut bir çocuğun en büyük haylinin kelimenin tam anlamıyla kırılmasını anlatan bu öykünün 2 yerine çocuk parkı kelimelerini koyarak da sıyrılamazsınız diye düşünüyorum. Yoksa derginin teması olmasının pek bir önemi kalmıyor.
Karakter küçükken parka gidiyor, sonra 2 A4 futbol aşkı anlatılıyor, sonra yine parka gidiyor. Bu bir ilinti değildir. Ya da konu içine girmek değildir bana göre.
Tüm bunları saymazsak futbol ve çocukluk hayallerinin gerçekleşmesi/yarım kalması hakkında bütünlüğe sahip bir anlatı.
Azla yetinemeyen ve kendi entelektüel birikimini kaldıramayan bir erkekle buluşmasının vasatlığını, geçtiği parkta yağmurla, aztec mitosuyla atan bir kadının öyküsü. ilginç bir konu, ilginç bir gelişim açıkçası. Ana karakter daha saldırgan ya da daha çekinik olsa daha başarılı olurdu diye düşünüyorum. Özellikle böyle makul miktarda ukalalık ve sayılan sanatçı adları insanları irrite eder. Bu durumda da şahsi kanaatim yazının içinden koparmamak adına ya çok ukala olmalı ya da karakter ters dönmeli.
Bunun haricinde aztec tanrısıyla Andre Gide in (ve elbette Beethoven ın) Pastoral Senfonisi benzeri güzellemesi, dans edişi, sevişi yaratıcı bir çalışma. Lakin zeitgeist misali sadece içinde bulunulan ana odaklanmış olmasıyla eklemli bir öykü yapısı eksik kalıyor.
Bir de şunu söyleyeyim. Öykünün başında, sonunda falan link, şarkı sevmeyen bir insanım. Hadi beni geç de öykünün sonuna o kocaman resmin konması nasıl bir kitsch liktir. isteyen, Tlaloc u bilmeyen aratıp bulmaz mı zaten? Anlatını yapıp reverans edecekken vikipediye dönüşen bir prensesin peşinden kim koşar?
Derginin en iyi 2-3 öyküsünden biri. Kendi içinde tutarlı bir trio ve alternatif sonlar, alternatif sonuçlar barındıran bir anlatı. Uzunluğu tam kıvamında, diyalog var, hareket var, inşaata sıçan, bally çeken ve bunu dosdoğu anlatan çocuk adamlar var. Samimi bulduğumu belirtmeliyim.
Hakan Günday ı severek okuduğunu tahmin ettiğim yazar 2. Kısımdaki flashback de fazlasıyla mantıklı. 1. 3. Bölümlerde (ki ikisi aynı zaman dilimi) kimyasaldan uçmuş bir durumda ve zaten 3. Bölümün sonuna doğru tüm mantık kuralları ya da zaman oyunları çürüyor. Yalnız burada şöyle bir sorun var. 2. Bölümde yazar geçmişe döndüğünde nasıl zihni değişiyor. Çocukluk günlerinde zihninin berrak olmasıyla şu an kompleks olması arasında ters bir korelasyon var. Kısaca 2. Kısımda anlatıcının bir anda tutarlı olması flashback in içinden seslenme yanılgısına dönüşüyor. Yani anlatıcı o günleri anlatmak yerine o günlere döndüğü için zamansal bir kırılma oluyor. Bu da elbette öyküleme hatasıdır.
Bunun yanında ya da bağlacını 4-5 kez yada olarak yazmasa, öyküdeki birkaç imla hatasını düzlese ve sonunu şimdi eşim dostum benim hasta sanıyor, yastayım hiç kimse bilmiyor tadında bitirmese daha iyi olabilirdi.
Öyküden ziyade küçük bir fragman gibi buldum. Tam olarak ne anlatmak istediği açık değil. Sadece kızını çocuk parkına getirdiğinde kendi duygusal bunalımına düşen bir kadının portresi ise pek anlamlı bulmuyorum. Çünkü herkes bu veya buna benzer durumları zaten kendi öyküsünün içine sıkıştırıyor. Zemine yayıyor, ana fikir olarak kullanmıyor. Anlatabildim sanırım?
Onun dışında sevdiği kişiyle evlenemeyen, başkasından olan çocuğunu keşke o sallasa diye hayıflanan olgun bir kadının serzenişinden çocuk parkı analojisi çıkarmak zor olmalı. Yazar baya uğraşmış sanırım. Nedense aklıma kramer vs kramer i getirdi. Onda böyle bir park sahnesi vardı. Çok da alaklı değil gerçi.
yaşlılık moruklama düzeyine vardığında aynı ölçüde bir bunaklıktan da söz edilemiyorsa, diğer bir deyişle vücudun yaşlılığı ile beynin yaşlılığı orantılı değilse, o insan için durum gerçekten kötüdür.
düşünün bir kez! zehir gibi çalışan bir beyniniz var lakin, vücudunuzun yerinden kalkmaya mecali kalmamış. bir nevi yaşlı bir bedene mahkum edilmiş gencecik bir ruh taşımaktasınız. zor bir durum gerçekten.
bu iki huysuz ihtiyarı okuyunca, insanların bu halleri canlandı kafamda birden-bire. yani, güya moruklamışlar, üstüne-üstlük biraz delilik de var serde ama maşaallah kafalar zehir gibi çalışıyor;
"...gençler hep şuna inanır: ''yaşlı insanlar tecrübeli, bilgili, hayatı okuyup içmiş insanlardır ve artık hayatlarının sonlarında huzur ile yaptıklarına bakıp haklı bir gurur duyarlar.'' yeni sıçılmış boklar! halbuki şu bankta oturan yaşlıların ölmeyi beklemekten başka hiçbir işleri yoktur. artık hayallerim, ideallerim yok, fiziksel gücümü ve güzelliğimi kaybettim, cinselliğim biteli çok oldu, çalışmıyorum, her yanım paslı bir el arabası gibi gıcırdıyor, yaratıcılığım, heyecanım, zekam yok oldu. her yaşın ayrı bir güzelliği var değil mi? toplumal amnezi. siktiğimin aptalları!.."
kabul ediyorum! üslup sert biraz, üstelik yer yer amiyane ifadeler de içermiyor değil. buna mukabil, beni irite etmedi lakin, kimilerini edebilir de;
"...şu sevimli gördüğün salıncaktaki çocuk 16 yıl sonra senin şimdi 6 aylık olan torununun bekaretini alacak ve tüm arkadaşlarına onu nası becerdiğini, altında inlerken çevresinde çember şeklinde ateş yakılmış bir sincap gibi çaresiz titrediğini söyleyecek. şu kumda oynayan iki velet erkek fahişe olacaklar. bedenlerini pazarlayıp, göbekli zenginlerin bıyıklarını emerken narkolepsi olan bir tanesinin payını da diğeri götürecek ve makatları dikilemeyecek kadar yırtılınca kıçındaki bokları toplamak için bir torbayla gezmek zorunda kalacak. şu topun peşinden koşan küçük kız 13 yıl sonra tuvaletleri yalayıp bulduğu en çirkin, en kaba heriflere pembeleşinceye kadar kıçını şamarlatan, seviştikten sonra koprofil tavırlar geliştiren, üzerine işenmesinden tahrik olan, tüm o estetik antik yunan görünümünün kirletilmesinden hayvani bir zevk alan, at semeni kadar değerli bir orospu olacak..."
yukarıdaki paragrafta anlatılanların hangisi, günlük yaşamda örneklerine rastlamadığımız insan tiplemeleridir? söylemlerde abartılmış olan ne vardır? evet! gerçektirler ancak, duymaya, dinlemeye, yüzümüze vurulmasına tahammül edemeyeceğimiz cinsten.
- olaylara bir de yazarın penceresinden bakalım;
bazen kafanızdaki o huysuz ihtiyarı, belki de her harfiyle acı gerçekleri beynimize bir çivi gibi çakan; kaybettiği cinselliği diline vurmuş yaşlı bunağı, okuyucunuzun gözünde tam anlamıyla canlandırabilmesi için kendinizi buna mecbur hissedersiniz.
bandini, dünya durdukça var olacak tek akımın; realizm'in hikaye dalındaki daha da iyi örneklerini sergileyebilecek birikim ve yeteneğe sahip.
o'na önerim; argo'da kontrolu hiç elden bırakmaması zira, ipin ucu bir kaçar ve iş kırılma eşiğini aşarsa, onca uğraşısı heba olur-gider ve yazdıkları alelade, sığ şeyler halini alı-verirler.
öykülerde o anı anlatmak, olayın geçtiği o asıl anın yaşandığı sahnenin tüm dekorunun ve kahramanlarının, okuyucuların gözlerinde eksiksiz canlanmasını sağlamak, yüzlerdeki mimiklere varıncaya kadar hiç bir detayı atlamadan-her şeyi tastamam ve olduğu ya da düşlendiği gibi vermek bir yazarın en büyük dileğidir.
öykü sanatçılığı da bu değil midir zaten; olan ya da düşlenen olayları, sözcüklerin imgeleme güçlerini alabildiğine kullanarak, kimi zaman da onların betimledikleri anlamlara yenilerini ekleyerek okuyucuya aktarma ve 'o anı' yaşatma sanatı.
- işte! sizlere, bir babanın ölüm anı tasviri;
"...yaşamının son anları olduğunu anlamak hiç de zor değildi. artık, hastalağının verdiği acıları da duymuyordu. dudaklarında garip bir tebessüm ve kapaklarını, kalan son gücü ile açabildiği donuk fakat büyük anlamlar yüklü gözlerle baktı yüzüme. mutluydu ve garip bir biçimde mutluluğunu bana da yaşatıyordu. bakışlarındaki her anlamı çözmeye, bu değerli anlara ilişkin hiç bir ayrıntıyı kaçırmamaya özen gösterirken, avucunun içinde tuttuğu elimi sıktı. doldu gözleri... doldu gözlerim... ardı ardına iki derin nefes alıp-verdi. göz kapakları düşünce yüzünden süzüldü yaşlar, çözüldü elimi sıkan elleri, çözüldüm. kapandım üzerine, değil ağlamak adeta sel olup aktım."
melek kız indi güneşin saçlarından yapılmış salıncaktan. hava kararıyordu inceden...
gök kuşağındaki çocuk vazgeçti süzülmekten hayallerinde. tahterevallideki buğday tenli kız, terk etmişti küçük delikanlıyı. parkta kimse kalmamıştı. bu kadar kalabalıkken içim, oturduğum bankta benden başka kimse kalmamıştı. ciğerlerimi doldurmuştum. karışıyordu acıyla perçinlenmiş, geçmişle katmerlenmiş, aşkla devrilmiş, yaşamakla delinmiş son nefesim evrenin tüm varlığına. yine kendi kendime son sözüm, seni çocuklar gibi sevdim demişken bitti gücüm, düştü kolum banktan aşağıya, kulağımda son tınıyla düştü avucumdan ömrümün son kum tanesi..."
biri 'realizm'in diğeri 'romantizm'in etkisinde kaleme alınmış iki ayrı tasvir. ne düşünüyorsunuz? sizce de hoşlar değil mi?
- ve şu tüyleri diken diken eden sözler.
"...yüzümü döndüğümde son defa parka, gözlerini kaçırıyorlardı çocuklar benden. oysa hani tatlı bir dedeydim ben.
bu da yalandı biliyordum."
kimi öyküleri okuduktan sonra doğrulup yerinizden kalkarken kendinizi leziz bir balık ziyafetinden kalkmış kadar mutlu hissedersiniz. doymuşsunuzdur lakin, hazmetmek için iki adım yürümek ve üzerinde biraz düşünmek gerekir. belki de onu, tam anlamıyla içselleştirebilmeniz için.
- kısacık olmasına karşın bu, böylesine güzel bir hikaye olmuş. yazanın eline-yüreğine sağlık.