sanayi devriminden sonra güçlenip silah sanayisini geliştiren avrupa ülkelerinin, diğer güçsüz ülkeleri himayesi altına alarak gerçekleştirmiş olduğu eylemdir.
SÖMÜRGECiLiK (Alm. die Kolonisierung; Fr. Colonialisme; ing. Colonialism)
Sömürgecilik, bir ülkenin başka bir ülke ya da topluluğun topraklarında ekonomik faaliyetler yürüttüğü, çoğunlukla siyasi karakterde bir yerleşim kurmasıdır. Sömürgecilerle toprakları istila edilen yerliler arasında eşitsiz bir ilişki kurulur. Topraklar ve üzerinde yaşayan halklar, sömügecilerin çıkarları lehine uygulanan üretim biçim ve ilişkileri doğrultusunda, toplumsal ve siyasal alanda yeniden örgütlenirler.
Klasik sömürgeciliğin, Avrupalılar tarafından başlatılan ilk keşiflerden 19.yy ortalarına kadar geçen sürede, Yeni Dünyanın işgalinin arkasında yatan toplumsal meşruiyet zeminini Avrupalılarla diğer kıtaların yerli halkları arasında hiyerarşik bir ilişki kurulması ve yerli halkların Avrupa uygarlığıyla karşılaştırıldığında barbar olarak nitelenmesi oluşturur. insanın altında bir kategori olarak değerlendirilen yerli halklara uygarlık götürülmesi, bu durumun yaygın ifade biçimidir.
Klasik sömürgecilik dönemi, Avrupada feodalizmden yeni bir sosyo-ekonomik formasyona geçiş dönemi sancılarının izlerini taşır. Bu açıdan, Haçlı Seferleri, Reform, Rönesans ve feodal dönemin güçsüz krallarının zenginleşme ve güçlenme hırsları, her biri kendi adına sömürgeciliğin zeminini çizmede Avrupa egemen sınıflarının elini kolaylaştırmıştır. Ancak, bütün bu farklı tarihsel olguları üst-belirleyenin kapitalist üretim biçiminin Avrupada yeşermeye başlaması olarak görmek gerekir. Nitekim, Avrupa kapitalizmi olgunlaşmak ve evrenselleşmek için sömürgeciliğe ihtiyaç duymuştur. Bu açıdan, klasik sömürgecilik Avrupa kapitalizminin serpilme yatağıdır.
Klasik sömürgeciliği de kendi içinde iber yarımadası monarkları tarafından uygulanan doğrudan sömürgecilik faaliyetlerini içeren bir ilk dönemle (15. ve 16. yüzyıllar), bu bölge imparatorluklarının zayıflamasıyla tarih sahnesine yeni güçlü imparatorluklar olarak çıkan Hollanda ve ingilterenin ticaret ve finansa dayalı yayılmacılığına dayanan, 17. yüzyılda ağırlığını koymuş sömürgecilik dönemi olarak ayrıştırmak mümkündür.
iberli sömürgecilerin öncelikli motivasyonları Doğuya ulaşmada yeni yollar keşfetmek ve böylece ticarette Müslümanların hakimiyetini kırmaktı. Dönemin güçlü kral ve kraliçelerinin sponsorluğunu yaptığı keşif gezilerinin sonucunda ulaşılan yeni topraklar, bu amaca hizmet etmenin ötesinde, geçiş dönemi sancıları yaşan Avrupaya yeni bir soluk imkânı tanıdı. Kilisenin Hristiyanlığı yayma ateşinin Kıta Avrupasında Rönesans ve Reform tarafından söndürülmesi, bu ateşin Yeni Dünyayı yakmasını engelleyemedi. Öte yandan, Yeni Dünya, gözlerinde siyasi iktidarların meşruiyetinin giderek azalmaya başladığı yoksul köylülerin, topraksızların, kırlardan kentlere göçen ama henüz proleterleşememiş güruhların Kıta Avrupasından tahliye edilmesini ve bu artık nüfusun denizaşırı topraklarda servet avcılığına soyunmasını sağladı.
iber yarımadası monarkları, Yeni Dünyada kurulan koloniler sayesinde yeni gelir elde etmenin ve uluslaşma yolunda ilerlemenin de ilk tohumlarını atmış oldular.
Klasik sömürgeleşmenin Avrupada kurumsallaşmasının ilk tarihi olarak, 1494 yılında, döneminin sömürgeci güçleri iber yarımadası devletlerinden Protekiz ve ispanyanın Amerika Kıtasındaki yayılmacı hırslarının çakışması sonucu, bu devletlerin Papanın çektiği bir sınır çizgisiyle kıtayı aralarında kuzey ve güney kısımlar olarak paylaştığı Tordesillas Anlaşması gösterilebilir.
Klasik sömürgecilik döneminde söylem düzeyinde de olsa kolonilerdeki tüm topraklar hâlâ Kralın kişisel mülkiyeti olarak görülüyordu ve sınırlı sayıda aristokrat bu topraklarda vergi toplama, yasa yapma, adalet tesis etme gibi sınırsız haklara sahipti. Yeni Dünya hızla Avrupadan ithal edilen feodal düzenin çerçevesinde şekillendiriliyordu. Henüz ticari anlaşmalar serbestleştirilmemişti ve plantasyonlarla Afrikadan köle ticareti yaygın bir uygulama değildi. Yerli halkı kırıma uğratan sömürgeciler, Amerikanın ormanlarında, topraklarında köle olarak çalıştırmak üzere insan avına çıkıyorlardı.
Sonuç olarak, klasik dönem sömürgeciliğin ilk yarısı pre-kapitalist bir döneme denk düşer. Bu dönemde kolonilerde Avrupadan göçle gelen yerleşimciler sayıca fazladır; çeşitli plantasyonlar kurulmaya başlandığı gibi, madencilik faaliyetlerine de adım atılır. Dönemin belirleyici özelliğini, sömürgelerin kurulduğu yerlerde yerlilerden gasp edilen altın ve gümüş gibi değerli madenlerin Avrupaya taşınması oluşturur.
17. yüzyılla beraber Avrupada yaşanan kimi ekonomik krizler, sömürgecilik biçiminde de birtakım değişikliklere yol açtı. Değerli madenlerin Avrupaya akması, genellikle lüks madde ithalatına harcanmalarıyla Avrupada yüksek bir enflasyon yaşanmasına neden oldu. Yükselen enflasyon, kira ve kredilerle geçinen toprak sahibi lordların ekonomik anlamda çökmesine, Kuzey Avrupalı tüccarlarınsa yeni yeni oluşmaya başlayan piyasadaki çıkarlarının artmasına yol açtı. Böylece, ileride emperyalizm için çok faydalı işler yapacak olan Hollanda ve ingiliz Doğu Hindistan şirketleri için parlak günler başlamış oldu.
17. yüzyılın Avrupada uzun süreli bir ekonomik kriz çağı olması, iktisadi alanda yeni bir ideolojinin gelişmesine neden oldu: Merkantalizm. Merkantalizm sömürgecilik açısından bir sıçramaya denk düşüyordu. Devletler iktisadi olarak güçlenmek ve kendilerini korumak amacıyla daha fazla hammadde kaynağı arayışına yöneldiler ve çözülen iber yarımadası imparatorluklarının elinde olan Güney Amerika kolonilerine gözlerini diktiler. Bu dönemin dönüm noktalarından birini, şeker kamışı üretiminin Avrupa pazarında fazlasıyla karşılık bulması sonucu yayılması ve Afrikanın köle ticareti yoluyla sömürge sistemine katılması oluşturur.
Yüzyıllarca süren ve sömürgeciliğin bel kemiğini oluşturan köle ticaretinin 19. yüzyılın ortalarında sona ermesi, bir anlamda sömürgeciliğin de tarihinde yeni bir döneme girdiğinin bir göstergesidir. Köle ticaretinin sona ermesinde aydınlanma ile eşitlik fikrinin gelişmesi ve yayılması kadar Adam Smith gibi yaratıcı yazarların bu uygulamanın serbest pazar ilkesine uymaması ve bu açıdan ücretli emek gücü kavramıyla kan uyuşmazlığının olmasıdır. Adam Smithe göre, ücretli işçiler kölelerden daha sıkı çalışmaktadırlar. Ancak, köleliğin kaldırılmasında Fransız Devriminin etkisi daha önemlidir. Bu fikirlerin etkisiyle, 18. yüzyılın sonunda Haitide ayaklanan köleler Fransız sömürge efendilerini ülkeden kovmuşlardır. Ancak, köle ticaretinin pratikteki karşılığının kaybolması, ancak merkantilist iktisadın miladını doldurması ve yerini serbest ticaret ilkesine bırakmasıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın başında, kapitalizme geçişte öncü ülke ingiltere, köle ticaretini yasakladığı gibi diğer ülkelerin de yasaklamasını sağlamıştır. Yasakla beraber yasal olduğu günlerin yarı fiyatına satılmaya başlanan kölelerin sağladığı ucuz emek gücü, ingilterenin ticaretteki üstünlüğünü zedeliyordu. Bu uğurda ingiltere, köle ticaretini sürdüren ülkelere savaş ilan edebilecek kadar kapitalizmin kurallarını belirlemeye kararlıydı. Nitekim, yeni tür bir sömürgeciliğin kurallarını belirlemekte de gecikmedi.
ingilterenin yeni sömürgecilikteki öncü rolü, Britanyada, Kıta Avrupa devletlerine göre çok daha erken dönemde yaşanan kapitalistleşme sürecine bağlanabilir. 1688 sürecinde devletin şahsi bir mal olması meselesine son veren ingilterede siyasetle ekonominin ayrışması ve siyasi yönetimin kişisel/özel bir yönetimden anonim bir yönetime geçişi, aynı ülkenin dış politika şeklini de belirledi. ingiltere, Kıtanın eski tür saray evliliği politikaları, devamlılık savaşları, hanedanlık birleşmeleri mantığı üzerinden devinen ortaçağlı siyaset sahnesini terk edip, bu devletleri elde ettiği sömürgelerle dengelemeye, kıtadaki baskısını geri çekmeden uzaktan kontrol politikası gütmeye başladı. Bir anlamda, eski tür emperyal politikaların yerini daha dolaylı ve bir o kadar etkili emperyalist politikalar aldı.
Aslında 1870 sonrasını kapsayan bu döneme emperyalizm dönemi olarak ad koymak daha doğru olacaktır. Zira imparatorların sömürgeler yoluyla zenginleştikleri dönemler, yerini ulus-devletlerin emperyalist eğilimlerine bırakmıştır. Üstelik, emperyalist yayılmacılık, türlü sömürgeleştirme politikalarını aynı anda bağrında taşıyan ama temel motifinin finans sermayenin gelişmesi olduğu bir süreçtir. Emperyalist düzenin kullandığı sömürgeleştirme politikalarının bu dönemki ana özelliklerine odaklanmak, adına yeni sömürgecilik de denilen bu dönemi anlamayı kolaylaştıracaktır.
Yeni sömürgeciliğin belirgin özellikleri üzerine devam etmeden önce atlanmaması gereken bir noktayı, 19. yüzyılın ortalarında, henüz insanlığı Birinci Dünya Savaşına sürükleyecek yeni vahşi yayılmacı politikalar tekrar işleme konulmadan önce, egemen sınıfların da destekler göründüğü anti-sömürgecilik rüzgârı oluşturuyor. 1815te Fransanın Amerika kıtasında ve Doğuda kaybettiği koloniler, 1822 yılında Portekizin Brezilyayı yitirmesi, Kuzey Amerikadaki 13 koloninin ingiltere ile iplerini koparması gibi somut mücadelelerin sonucunda oluşan bu rüzgâra, 1852 yılında Disraelinin, haddinden fazla genişleyen sömürgelerin artık bir yük haline geldikleri sözleri damgasını vurur. Öngörülen, bütün kolonilerin yakında bağımsızlıklarına kavuşacağıdır. Hatta yeni sömürgeciliğin dizginlerinden boşanacağı yılların arifesi olan 1868 yılında, Bismarck, sömürgeciliğin ana yurda yaptığı varsayılan katkıların çoğunun hayali olduğunu söyler. Ancak, 19. yüzyılın bu güçlü kişiliğinin fikri, 4 yıl içinde hızla tersine dönecektir.
Sömürgeciliği niceliksel olarak betimlemek doğru olmayabilir. Hatta, içerdiği zulüm ve kıyımın hesabı ve karşılaştırması yapılamaz. Ancak, yeni sömürgeciliği yeni yapanlardan birisinin daha önce olmadığı kadar çok miktarda toprağa el konması olduğu söylenebilir. Ancak, bütün bu el koyma sürecinin arkasındaki meşruiyet kaynağı, artık uygarlaştırıcı misyon olmaktan başka bir yere kaymıştır: Rakip ülkeye üstünlük sağlamak ve sınıf savaşımının ulusu dağıtıcı etkisini bertaraf edecek bir vatanseverlik duygusunun gelişmesi. Bunlar, 19. yüzyılın liberal dünüşürlerinden Alexis de Tocquevillein önermeleridir. Dahası Tocqueville, yerli halkların boyun eğmesinin sağlanmasıyla uğraşılması yerine, birçok yerleşmecinin sömürgelere taşınması fikrini öne sürer.
Yeni sömürgecilik, Avrupadaki reel politikanın denizaşırı yerlerde yansımalarını bulması anlamında ulusal hükümetler için önemli bir mücadele alanıdır. Ancak, en az bu siyasi mücadele kadar önemlisi klasik sömürgecilik döneminin hammadde ve artık nüfus tahliyesi, vb özelliklerinden ziyade, yeni pazar arayışıdır. Bu açıdan, klasik sömürgecilik döneminde, feodal bir üretim tarzının egemen kılındığı sömürgelerin yerini yeni sömürgecilik döneminde piyasa ekonomisinin kuralarına göre şekillendirilen görece bakir topraklar almıştır: Afrika ve Asya. Değerli madenlerin ve toprakların mülkiyet hakkının yalnızca ingiliz vatandaşlarına verilmesi için özel bir idari sistem kurulan Afrikada, emek süreçleri konusunda da sömürgeci güçler son derece yaratıcıydılar. Bileşik sistemi kurdular. Buna göre, madenlerde çalışan siyah işçiler aynı zamanda buralarda yaşamaya ve dışarı çıkmamaya mecbur ediliyorlardı.
Afrika ve Asyadaki geniş alanlar Avrupadaki sermaye fazlasını yatırmak için verimli topraklardı. Sermayenin güvenliğini sağlamak için ulusal hükümetler bu topraklarda siyasi anlamda da hüküm sürme isteğini gösteriyorlardı. Avrupada burunları savaş kokusu alan hükümetler çılgınca yeni askeri liman ve üs arayışına girmişlerdi.
Bu yükselen tansiyon sonrasında eski sömürgeci ülkelerle yeniler arasında Afrikanın talanı esnasında sürtüşmeler doğdu. 1884-5 Berlin Konferansında Avrupalı güçler masaya oturmaya karar verdi. Bu açıdan, Berlin Konferansı gelecekteki ittifakların bir ön provası sayılabilir. Bu anlaşma, Yeni Sömürgeciliğin kurumsallaştığının da ifadesi olmuştur. Aynı zamanda, Avrupadaki çekişmelerin Afrikadaki paylaşımda gerginliklere yol açmaması için bir önlem olarak alınmıştır.
Bu süreçte siyasi egemenlik nosyonunun norm dışılaştırıldığını, hukukun söylem düzeyinde barındırıyor olsa da evrensellik iddialarından vazgeçtiğini, batılılaşma denilen olgunun hızla tarih sahnesine ama ilk ve en önce emperyalist dürtülerden ayrışık olmadan girdiğini görüyoruz. Bu dönemde, Çin imparatorluğunun topraklarında imtiyazlı yabancı tüccarlar hukuki dokunulmazlıklarıyla cirit atarken, Japonya hızlı bir batılılaşma hamlesiyle vakit kaybetmeden kendini sömürgeci yayılmacılığa angaje ediyordu.
Bu esnada, sömürgecilik karşıtı her türlü bağımsızlık hareketi Avrupalı sömürgeci güçler arasındaki gerilimleri erteliyor ve bağları bir süreliğine de olsa kuvvetlendiriyordu. Berlin Konferansının ardından sömürgeci ülkeler için diğer bir bağlanma noktasını Çindeki Boxer Ayaklanması oluşturdu. Bu bağımsızlıkçı hareket aynı zamanda Çindeki yerleşik Mançu Hanedanlığını da tehdit ediyordu. Tüm bu ve benzeri anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadeleler, arkalarına 20. yüzyılda solun teorik alanda da uğraşı haline gelecek olan ulusal bağımsızlık, işbirlikçilik gibi kavramları bırakacaklardır.
Sömürgeciliğin dünya-tarihsel bir ölçekte anormalleşmesini sağlayan 1917 Ekim Devrimidir. Ancak bu sürecin sosyalist mücadele açısından kimi zaman oldukça ters etkili sonuçları olmuştur. Dünyada ve Türkiyede birçok sol akımda anti-sömürgecilik, anti-emperyalizm, ulusal bağımsızlık vb. unsurların baskınlığına karşın, anti-kapitalizm çok çekinik hatta esamesi okunmayan bir unsur haline gelmiştir. Bu, Dünyaya daha çok yoksul ülke ve bölgelerin geri kalmışlığının zengin ülkelerdeki kapitalist gelişmenin bir ürünü olduğunu ileri süren Bağımlılık Okulu teorisyenlerinin armağanı olurken, Türkiyede de Demokratik Devrim tezinin zemininde kendine yer bulmuştur.
Bağımlılık Okulu tezlerinde olduğu gibi, Demokratik Devrimci tezler de toplumsal dönüşümün öznesi olarak işçi sınıfını görmez. Hatta sınıf analizinin sömürge geçmişi olan feodal toplumlarda geçerli olmadığı düşünülür. Bu yaklaşımlara göre, ülkelerin geri kalmışlıklarının nedeni gelişmiş ülkelere olan bağımlılıklarında ve hâlâ feodal geçmişlerinden kapitalizme tam anlamıyla bir geçiş yapamadıklarında yatar. Bu nedenle de mücadelenin iki ana hattı vardır: Burjuva demokratik devrimlerini tamamlamak ve bağımlılık halinden kurtulmak. Oysa ki, sömürge geçmişi olan ülkelerde feodal üretim tarzının hüküm sürdüğünü söylemek birçok açıdan eksikli ve hatta tarihsel olarak yanlıştır. Yeni sömürgecilik döneminde, sömürgelerde burjuvazi ve işçi sınıfı yeterince gelişmemiş olsa da, kapitalist pazarın işleyiş ilkeleri yerleştirilmeye başlanmıştır. Marxın sömürgeciliğin toplumları ilerletici faydası olduğu yönündeki iddiasını da aslında Komünist Manifestodaki vurgular olmadan okumak anlamlı değildir: Kapitalizmin yayılma ve derinleşme eğilimi. Buna göre, kapitalist yayılmacılık gittiği yerlerde de kapitalist ilişkileri kurar ve kapitalist sömürüyü derinleştirir. Ancak, sömürge ülkelerde kapitalistleşme, sınıfsal dinamiği Marx ve Engels tarafından düşünüldüğü anlamda işçi sınıfı lehine beslememiştir
Marx ve Engels, sömürge sorununa ahlaki açıdan onanacak bir yerden bakmıyor olabilirler; ancak, modernleşmeci okulların yola çıktığı yerden de yola çıkmamaktadırlar. Bu okullarda, sömürgecilik toplumsal modernleşme ve refah yolunda önemli bir adımken, Marx ve Engelste dünya devriminin önündeki engelleri kaldırmaya kapitalist sömürgeci devletlerin sunduğu bilinçsiz bir katkıdır. Sömürgeci ülkeler, sömürgelerde toplumsal durumu maddi olarak daha iyi bir hale koymazlar, yalnızca üretici güçlerin gelişmesinin önkoşullarını oluşturabilirler. Bu açıdan, Marx ve Engelste sömürgecilik, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip oldukları gibi evrensel bir ilke ve demokratizm üzerinden değerlendirilmemiş, onun yerine işçi sınıfının yakın geleceğine dair beklentiler temel ölçüt olarak alınmıştır.
Marx ve Engelsin ingiliz Sömürgeciliği özelindeki ve Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarının dışında, sömürgecilikle feodalizm ve kapitalizme geçiş tartışmalarının iç içe geçmesinin bir nedeni de Batı Avrupanın kapitalistleşme yolunda çok ilerlediği bir dönemde, 18. yüzyılın sonlarına doğru, Doğu Avrupada bu gelişmeye bağlı bir biçimde ikinci servaj döneminin başlamasıdır. Buna göre, Batıdaki kapitalist gelişmenin koşullarını yaratan biraz da Doğudaki ikinci servaj dönemidir. Osmanlı Devletinin de son dönemi bir anlamda bu ikinci servaj döneminin parçası olarak görülmüştür ve Osmanlının yarı sömürgeleşmesi tartışmaları da bu resmin üzerine oturtulmuştur. Elbette, bu yarı-sömürgeleşme saptamasının altında yatan Osmanlı dış borçlanmaları ve ticaret anlaşmaları da tabloya eklenmelidir.
Bu açıdan, burjuva devrimlerinin tamamlanması ile kapitalizme geçiş arasında doğrudan bir bağ kurulmasının yanında, bu ülkelerin toplumsal gelişmemişliklerinin nedenini, tamamlanamayan burjuva devrimlerinde aramak, sosyalist mücadelenin de içeriğini anti-kapitalizmden koparıp sadece sömürgecilik karşıtı, anti-emperyalist bir hatta yerleştirmek olmuştur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Türkiyede bu tartışmanın kaynağında Osmanlının son döneminden itibaren yarı-sömürge bir devlet olduğu fikri yatmaktadır.
Bu genel kanı, Türkiye solunun tarihini uzun yıllar belirlemiştir. Solun teorik aklının zeminini belirleyen yarı-sömürgecilik tartışmalarının sonucu, milli olanın gelişmesi idealidir. Bağımlılık tartışmalarının genelinin işaret ettiği emperyalist merkezlerle işbirliği yapan komprador burjuvaziye karşı millici bir burjuvazi şarttır. Bu açıdan da Demokratik Devrimcilik tezlerinde, Türkiyede toplumsal gelişimin tamamlanması ve Türkiyenin yarı-sömürge olmaktan kurtulması için milli burjuvazi doğal müttefik olarak görülmüştür. Bu görüşe göre, ülkede henüz burjuva demokratik devrim tamamlanmadığından ve zayıf bir burjuvazi olmasından ötürü sömürge tipi faşizm görülmektedir. Batı tipi burjuva demokrasisi henüz ülkede yerini alamamıştır. Sonuç olarak, devrimci demokrasinin yarı-sömürgeci ülkelerdeki ve Türkiye özgüllüğündeki saptamalarının olumlu anti-emperyalist işlevleri ile birlikte, bilimsel sosyalizm ve geleneksel solla kan uyuşmazlıkları olmuştur.
bir yandan da olumludur. çünkü sömürgeci milletler aynı zamanda yüksek medeniyetli, ileri milletlerdendir. örneğin güney amerika'ya, orta amerika'ya, güney afrika'ya medeni avrupa milletleri gelmese buradaki yaşam koşulları şimdikinin çok çok altında belki de orta afrika seviyesinde idi. mandacılık fikrinin altında da medeni milletler sayesinde medenileşmek düşüncesi yatar.
ben şimdi görüyorum, mağarasından menderes döneminde çıkmış adam tc'ye sömürgeci diyor. ulan sömürgeciler sayesinde eline yüzüne bakılır hale gelmişsin götoğlanı daha ne istiyorsun.
(bkz: sömürgecilik) bu, insan emeginin, ulkenin yeralti ve yerustu zenginliklerinin yok pahasina satin alinmasi ya da toplulugun pazar haline getirilmesi bicimindedir.
sömürgeciliğin de çeşitleri vardır: kimisi vardır gelir ülkene el koyar; yer altı ve yer üstü zenginliklerini alıp götürür. ve yer yer karşı koyuşlar olduğunda ezip geçer.
ancak kimisi de vardır ki çok farklıdır; hem gelir ülkene el koyar, hem yer altı yer üstü zenginliklerini çalar, hem vurur kırar, hem de el koyduğu topraklarda kendi kültürünü yayar, orada yıllarca hatta bin yıllarca yaşamış olan kültürü yok sayarak, küçümseyerek horlar, bu yetmez dediğimiz gibi kendi kültürel yayılmanın alanı haline sömürge ettiği toprakları getirir.
bu tarz bir sömürgecilik dünyanın en çirkin ve en tehlikeli olan sömürgecilik biçimidir.
bu işin profesörü tartışmasız ingilteredir üstüne ülke yok bu konuda uluslararası ,milletler arası ebesinin nikahındaki ülkeyi oturduğu yerden sömürebilir tam profesör.
tam bir dehşet. sen git adamların ülkesine onların zenginliklerinden faydalan bide adamları köle yap varmı böyle bi insanlık ya neyse kısaca (bkz: kapitalizm)
2014 dünya kupası almanya-gana müsabakasında acı yüzünü bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
boateng kardeşlerden -kendi ülkesinin takımını- ganayı seçene top geldiğinde alman taraftarların yuhalaması, alman milli takımını seçene ganalıların sesini çıkarmaması.
zaman içerisinde evrim geçirmiş kavramlardan birisi. bize hep, zamanla sona ermiş bir şeymiş gibi anlatıldı sömürgecilik. halbuki, sömürgeciliğin neden kaynaklandığı ve neyi amaçladığı üzerine kafa yorulursa çok rahat anlaşılacaktır ki sömürgecilik ya da emperyalizm yok olmamış, sadece yeni bir şekle bürünmüştür.
sömürgecilik, başka insanların* kaynaklarını sömürmektir. bu, insan kaynağı olabilir, yer altı zenginlikleri olabilir, tarım ürünleri olabilir... eskiden merkantilist düzen varken her şey açık şekilde görünür durumdaydı. devletler en temel aktördü. ancak zamanla, devletlerin yaptıkları işleri çok uluslu şirketler devralmaya başladı.
şimdi sorarım size, kolombiyanın bağrından kopan kahve tanelerinin starbucks isimli bir amerikan şirketi tarafından ülkedeki ucuz iş gücü kullanılarak toplanması ve 7 liraya, 10 liraya burada satılması ile ispanya kraliyet ailesi adına kölelere toplatılması ve uluslararası piyasaya sürülmesi arasında ne kadar fark var?
tabi yine haklarını yemeyelim, artık kölelerin şartları eskisine göre çok çok daha iyi. bir de isimleri köle değil mesela.
sömürmek. adı üstünde. çekmek, bitirmek, kurutmak, tek taraflı düşünmek, sadece kendini düşünmek, bencillik, pisliklik.. ve adi şerifsizlerin seviyesine!! ulaşmaya çalışıyoruz biz. bunlar insanlığın piri!! über seviyedeler. zenginliklerinin, şuan içlerinde bulundukları refahın nasıl geldiğini anlamak zor değil. her gittiği yere zulüm götüren katil bunlar. en adi insanlar. adilik nedir, bir insan-topluluk en aşağı; aşağılarında aşağısı nasıl olabilir işte bunlara bakmak lazım. bunlar örnektir. ibretliktirler. insanlıktan, edepten, ahlaktan zerre nasiplenmemiş ikiyüzlüleri bile değerli çıkaracak bilmem kaç yüzlüdürler.
Bu fotoğraf, 1900′lü yılların başında, Belçika Kralı ıı. Leopold’un Afrika’daki sömürgelerinden biri olan Kongo’da, bir din adamı tarafından gizlice çekildi. Fotoğraftaki adam, kendisi gibi köle olan ve ''yeterince kauçuk toplayamadığı için cezalandırılan 5 yaşındaki kızının kesilen sol eli ve sağ ayağına bakıyor.''
Bu korkunç fotoğraf 1885 ve 1908 yılları arasında Kral Leopold’un Afrika’daki hâkimiyeti süresince işlenen 5 milyon cinayet ve sayısız işkencenin kanıtlarından sadece bir tanesi ve de Kral Leopold’un, Afrika’da sahip olduğu topraklardan elini çekmesi ile sonuçlanan medya tepkisini başlatan belgelerden bir tanesidir ...
Bugün hala farklı isimler altında devam edilen;üstelik artık ahlaki bahaneler ve evrensel barış bahane edilmeye gerek duyulmadan yapılan puştluk.evet puşt oğlu puştluk