"Stephen King büyük bir yazar mı?" başlıklı bir yazı aşağıdaki linkte yer alıyor(sonradan ne olur olmaz diye metni de aldım.). kişisel görüşümü sorarsanız, eleştirmenlerin kitaplarını okuyup okumadığından bile emin değilim. adamın popülaritesini kıskanıyorlar..
Gerilim ve korku romanlarıyla ünlü Stephen King, kitapları en çok satan yazarlar arasında yer alıyor. Fakat edebiyat eleştirmenlerinden pek saygı görmüyor. King bu tavrı hak ediyor mu?
Stephen King kariyerinin en başından beri kitaplarının yanı sıra büyük ticari başarılara da imza atmış bir yazar. ilk romanı Göz (Carrie)’den bu yana geçen 40 yıl içinde, hepsi de dünya çapında en çok satanlar listesine giren 50’den fazla kitap yayımladı. Göz hemen Brian De Palma tarafından bol kanlı bir film olarak çekildi. 1977’de yayımlanan ve bir kayak merkezinde yaşayan paranormal bir çocuk ile ruh hastası babası arasındaki ilişkiyi anlatan Medyum (The Shining) romanı ile King psikolojik gerilim konusundaki yeteneğini sergilemiştir. 1980’de Stanley Kubrick bu romanın filmini çektiğinde artık Stephen King sektörü oluşmaya başlamıştı. Bugün King’in eserlerinden esinlenmiş 100’den fazla film ve televizyon programı bulunuyor.
Fakat edebiyat eleştirisi kurum olarak Stephan King’i hep göz ardı etti. King’in ciddi bir yazar olup olmadığı sorusu yıllarca, satılan kitap sayısı, film anlaşmaları, geliri ve kazandığı para üzerinden “hayır” şeklinde cevaplandı. Ticari başarı edebi değer ile eş tutulmadı; çok satmak lanetli bir şey olarak görüldü. (Chimamanda Adichie, Richard Flanagan ve Donna Tartt gibi edebi başarıyı ticari başarıya da dönüştüren 21. yüzyıl yazarları bu değerlendirmeye katılmayacaktır elbette.)
Stephen King en başından beri korku-gerilim kitapları yazarı olarak görüldü. Oysa çok çeşitli alanlara el atmıştır King. Korku, bilim-kurgu ve fantezi romanların yanı sıra tarihsel roman, Western ve kısa öyküler de yazmıştır. Kahramanı, ABD başkanı John F. Kennedy’nin katilini öldürmek için zaman içinde yolculuk yapan 11/22/63 adlı kitabıyla King, Los Angeles Times kitap ödülü almış ve New York Times gazetesinin “yılın en iyi 10 kitabı” listesine girmiştir.
Popüler olmanın bedeli
King, eserlerine esin kaynağı olan ünlü edebiyatçıları açıklıkla dile getirmiştir. Nathaniel Hawthorne, Edgar Allen Poe, HP Lovecraft bunlar arasında yer alır. King’in romanları ile George Saunders, Karen Russell, Karen Joy Fowler, Michael Chabon gibi yenilikçi yazarların eserleri arasında da benzerlikler vardır. Bunlar janr sınırlarını bulanıklaştıran, saygınlığını yitirmeden korku ve fantezi geleneklerini benimseyen isimlerdir.
Peki bütün bunlar King’in ciddiye alınması için yeterli neden mi? Bu soru 11 Kasım’da piyasaya çıkması beklenen yeni kitabı Revival ile yeniden gündeme gelecek gibi görünüyor. Benim bu soruya koşullu yanıtım ‘evet’. King, teknolojinin okuma eylemini dönüştürdüğü kritik bir dönemde kitap dünyasında milyonlarca okurunu koruyor. King ayrıca internet üzerinden yayımladığı seri romanlarla, e-kitaplarla yeni teknolojiyi deneyen ilk yazarlardan.
King usta bir hikâyeci. Doğru ve yanlışın, iyi ile kötünün iç içe geçtiği dünyalar yaratıyor. Bildik aile krizlerini, bilinmezin verdiği korkuları, aidiyet duygusunu ele alıyor. Kafa kesmeler, Ebola, seri katiller, kitlesel cinayetler, internet üzerinden baskı kurma gibi olayların yoğun yaşandığı günümüzde, onun içgüdüsel hikâyeleri bize duygusal boşalma olanağı, hatta düzen hissi sağlıyor. Bazı kurbanların gerçek hayatta olmasa da romanlarda intikamı alınabiliyor. King olayları basitleştiriyor olabilir, ama bunu okuyucularını ya da kahramanlarını aşağılamadan yapıyor. Çok yazıyor olabilir, ama en iyi eserleri kalıcılığını koruyor.
Dickens benzetmesi
King’in edebi başarısı sorusunu Yale Üniversitesi’nden ünlü edebiyat eleştirmeni Harold Bloom’a sordum. 2003’te Amerikan Ulusal Kitap Derneği yaptığı katkılarından dolayı King’e ödül verdiğinde Bloom şöyle patlamıştı: “Kültürel yaşamımızın seviyesi bir kez daha dibe vurdu. Daha önce King’i ucuz yazar olarak tanımlamıştım. Belki bu bile çok iyimser. Onun Edgar Allen Poe ile hiçbir ortak noktası yoktur. O sadece yetersiz bir yazardır.”
Peki, Bloom bugün de aynı mı düşünüyor, yoksa çalkantılı geçen son on yılda fikrini değiştirdi mi? Pek öyle görünmüyor. “Stephen King, Proust’u, Joyce’u, Henry James’i, Faulkner’i ve diğer roman ustalarını okumuş ciddi okuyucunun kapsamı dışındadır,” diyor Bloom.
Aynı soruyu, Kara Ev ve The Talisman adlı kitapları King ile ortaklaşa yazan, birçok ödül kazanmış korku romanları yazarı Peter Straub’a yönelttim. Straub, çok kez yinelenen bu soruyu yersiz buluyor ve King’i Charles Dickens, Wilkie Collins, Raymond Chandler, Bram Stoker ve Conan Doyle ile eşdeğer görüyor. Dickens ile benzerliklerini sıralıyor: “ikisi de sevilen, popüler yazarlar, ikisi de dehşet verici şeylere ve alt sınıflara ilgi duyuyor.”
Zamanında Dickens de George Eliot gibi kibirli çağdaşları tarafından küçük görülmüştü. Oysa Dickens zamana yenik düşmedi. Bugün kimse onun değerini yadsımıyor. Stephen King’in eserleri de kültürümüze öyle işledi ki, bana kalırsa onu da benzer bir yazgı bekliyor.
Mr Mercedes ve Finders Keepers adlarıyla ilk iki kitabı yayınlanan polisiye roman serisinin son kitabı End of Watch, Haziran 2016'da yayınlanacak yazar.
Adam 69 yaşında, 20 yaşındaki heyecanlı gençler gibi ha babam yazıyor. Maşallah diyelim, umarım 100 yaşına kadar yaşar.
Jim Trusdale’in, babasının gözden düşen çiftliğinin batısında bir barakası vardı. Şerif Barclay ile ona vekalet eden yarım düzine kasabalı onu bulduğunda oradaydı. Soğuk ocağın yanındaki sandalyede oturuyor, kirli bir ağıl montu giyiyor ve gaz lambasının ışığında Black Hills Pioneer Gazetesi’nin eski bir sayısını okuyordu. En azından bakıyordu.
Şerif Barclay kapıda durmuş, neredeyse eşiğin tamamını kapatıyordu. Elinde kendi gaz lambasını tutuyordu. “Dışarı çık Jim, ve ellerin de havada olsun. Silahımı çekmedim ve çekmek de istemiyorum.”
Trusdale dışarı çıktı. Havaya kaldırdığı ellerinden birinde hala gazeteyi tutuyordu. Durup duygusuz gri gözleriyle şerife baktı. Şerif bakışlarına karşılık verdi; dördü at sırtında, ikisiyse yanlarında solgun sarı harflerle “Hines Cenaze Evi” yazılmış eski bir at arabasında oturan diğer adamlar da öyle…
“Bakıyorum da neden burada olduğumuzu sormuyorsun,” dedi Şerif Barclay.
“Neden buradasın Şerif?”
“Şapkan nerede Jim?”
Trusdale gazete tutmayan eliyle kafasını yokladı, ama kahverengi kovboy şapkası orada değildi.
“içeride, değil mi?” diye sordu şerif. Soğuk bir esinti atların yelelerini havalandırdı ve çimenleri yatırarak güneye doğru esti.
“Hayır,” dedi Trusdale. “Sanmıyorum.”
“O zaman nerede?”
“Kaybetmiş olabilirim.”
“Arabaya geçmen gerekiyor,” dedi şerif.
“Cenaze arabasında gitmek istemiyorum,” dedi Trusdale. “Kötü şans getirir.”
“Her yerin kötü şansa bulanmış,” dedi adamlardan biri. “Boğazına kadar kötü şansa batmışsın. içeri gir.”
Trusdale at arabasının arkasına geçip içine tırmandı. Rüzgar daha güçlü bir şekilde tekrar esti, montunun yakalarını havaya kaldırdı.
At arabasında oturan iki adam aşağı inip arabanın iki yanında durdu. Biri silahını çekti, diğeri durdu. Trusdale onları sima olarak tanıyordu; ama isimlerini bilmiyordu. Kasabadanlardı. Şerif ve diğer dört adam barakasına girdiler. içlerinden biri Hines’dı, yani cenazeci. içeride bir süre kaldılar. Ocağı açıp külleri bile eşelediler. Sonunda dışarı çıktılar.
“Şapka yok,” dedi Şerif Barclay. “Olsaydı görürdük. Bayağı büyük bir şapka. Söylemek istediğin bir şey var mı?”
“Kaybetmiş olmam çok kötü. Aklı hala yerindeyken babam vermişti onu bana.”
“Nerede o zaman?”
“Söyledim ya, kaybetmiş olmalıyım… ya da çalınmış. Öyle olabilir. Yatmak üzereydim.”
“Yatmayı unut. Öğleden sonra kasabadaydın, değil mi?”
“Tabi ki öyleydi,” dedi adamlardan biri, atına tekrar binerken. “Onu gördüm. Şapkasını da takmıştı.”
“Evet efendim, oradaydım. Buradan oraya yürüdüm, iki kadeh içtim, sonra da geri yürüdüm. Sanırım Chuck-a-Luck’ta kaybettim şapkamı.”
“Hikayen bu mu?”
Trusdale bakışlarını karanlık Kasım göğüne kaldırdı. “Elimdeki tek hikaye.”
“Bana bak evlat.”
Trusdale ona baktı.
“Hikayen bu mu?”
“Söyledim ya, sahip olduğum tek hikaye bu,” dedi Trusdale ona bakarak.
Şerif Barclay içini çekti. “Pekala, hadi kasabaya gidelim.”
“Neden?”
“Çünkü tutuklusun.”
“Kahrolası kafasının içinde beyin yok ki,” diye belirtti adamlardan biri. “Babası bile yanında zeki kalıyor.”
Kasabaya gittiler. Yol altı kilometreydi. Trusdale cenaze arabasının arkasındaydı, soğuktan tir tir titriyordu. “Parasını çaldın da, tecavüz de mi ettin it herif?” diye sordu dizginleri tutan adam, arkasına dönmeden.
“Neden bahsettiğini bilmiyorum,” dedi Trusdale.
Yolculuğun geri kalanı rüzgarın uğultusu hariç sessiz geçti. Kasabada insanlar sokakta sıralanmıştı. Başta sessizdiler. Sonra kahverengi şal kuşanmış yaşlı bir kadın cenaze arabasının arkasından ağır aksak topallayarak koşup Trusdale’e tükürdü. Iskaladı ama küçük bir alkış dalgası oldu.
Hapishanede Şerif Barclay Trusdale’in at arabasından inmesine yardım etti. Rüzgar güçlüydü ve kar kokuyordu. Çalı topları Main Street’ten su kulesine doğru sürükleniyor, tahta bir çitin arkasında birikip titreşiyorlardı.
“Asın şu bebek katilini!” diye bağırdı bir adam, bir başkası taş fırlattı. Taş Trusdale’in kafasının yanından geçti, kaldırımda yuvarlandı.
Şerif Barclay arkasına döndü, gaz lambasını yukarı kaldırdı ve binanın önünde toplanmış olan kalabalığı gözleriyle taradı. “Kesin şunu,” dedi. “Aptalca davranmayın. Durum kontrol altında.”
Şerif, Trusdale’i pazısından tutarak önce ofisinden geçirdi, sonra da hapisaneye soktu. iki hücre vardı. Barclay Trusdale’i soldakine yönlendirdi. içeride bir ranza, bir sıra ve bir de kova vardı. Trusdale sıraya oturmaya yeltenince Barclay, “Hayır. Ayakta dur,” dedi.
Şerif etrafına baktı ve kapı eşiğinde birikmiş kalabalığı gördü. “Hepiniz dışarı çıkın,” dedi.
“Otis,” dedi Dave adındaki, “ya sana saldırırsa?”
“O zaman onu zapt ederim. Görevinizi yaptığınız için teşekkür ederim ama şimdi uzamanız gerekiyor.”
Gittikleri zaman “Montunu çıkar ve bana ver,” dedi Barclay.
Trusdale montunu çıkardı ve titremeye başladı. Altında bir atletle dokusu neredeyse tamamen silinecek kadar çok kullanılmış ve bir dizi yırtılmak üzere olan, fitilli bir kadife pantolondan başka bir şey yoktu. Şerif Barclay montun ceplerini araştırdı ve R.W. Sears Saat Firması kataloğunun bir sayfasına sarılmış bir tutam tütün ile pesoyla ikramiye veren eski bir piyango bileti buldu. Ayrıca bir tane de siyah misket vardı.
“O benim şanslı misketim,” dedi Trusdale. “Çocukluğumdan beri var.”
“Pantolonunun ceplerini boşalt.”
Trusdale ceplerini dışarı çıkardı. Bir meteliği, üç tane nikeli (beş sent) ve Nevada’daki gümüşe hücumla ilgili Meksika piyangosu bileti kadar eski görünen, katlanmış bir gazete kupürü vardı.
“Botlarını çıkar.”
Trusdale botlarını çıkardı. Barclay içlerini kontrol etti. Birinin içinde on sentlik madeni para büyüklüğünde bir delik vardı.
“Şimdi de çoraplarını.”
Barclay içlerini dışarı çevirdi ve onları bir kenara attı.
“Pantolonunu indir.”
“Yapmak istemiyorum.”
“Ben de oradaki şeyi görmeye meraklı değilim, ama sen gene de indir.”
Trusdale pantolonunu indirdi. iç çamaşırı giymiyordu.
“Arkanı dön ve kıçını iki yana aç.”
Trusdale döndü, kalçalarını tuttu ve iki yana doğru açtı. Şerif Barclay yüzünü buruşturdu, iç çekti ve parmağını Trusdale’in anüsüne soktu. Trusdale inledi. Barclay parmağını çıkardı, çıkan hafif pop sesiyle tekrar yüzünü buruşturdu ve parmağını Trusdale’in atletine sildi.
Trusdale pantolonunu çekip düğmesini ilikledi. Sonra da çıplak ayaklarla, titreyerek ayakta dikilmeye başladı. Bir saat önce evinde gazetesini okuyor, ocağın ateşini yakmayı düşünüyordu ama şimdi bu çok uzun zaman önceymiş gibi geliyordu.
“Şapkan benim ofisimde.”
“Öyleyse neden bana onun nerede olduğunu sordun?”
“Ne diyeceğini duymak için. Şapkanın icabına bakıldı. Asıl bilmek istediğim kızın gümüş dolarını nereye koyduğun. Evinde, ceplerinde ya da kıçında değil. Kendini suçlu hissedip onu bir kenara mı fırlattın?”
“Gümüş dolar hakkında bir şey bilmiyorum. Şapkamı geri alabilir miyim?”
“Hayır. O bir kanıt. Jim Trusdale, seni Rebecca Cline cinayetinden tutukluyorum. Bu konuda söylemek istediğin bir şey var mı?”
“Evet efendim. Rebecca Cline’ın kim olduğunu bilmiyorum.”
Şerif hücreden çıktı, kapıyı kapattı, duvardan bir anahtar aldı ve kapıyı kilitledi. Kapı kapanırken menteşeleri gıcırdadı. Hücre genellikle sarhoşlara ev sahipliği yapıyor ve nadiren kilitleniyordu. Şerif ona baktı ve “Senin için üzülüyorum Jim. Cehennem böyle bir şey yapan adamlar için yeterince sıcak değil,” dedi.
“Nasıl bir şey?”
Şerif cevap vermeden uzaklaştı.
Trusdale bir müddet boyunca Mother’s Best’ten yemek yiyip, sıranın üstünde uyuyarak ve iki günde bir boşaltılan kovaya işeyip sıçarak o hücrede kaldı. Babası onu görmeye gelmedi; çünkü seksenlerinde keçileri kaçırmıştı ve artık biri Sioux, diğeriyse Cheyenne olan iki kızılderili kadın tarafından bakıyordu. Bazen ıssız barakanın sundurmasında durur ve ahenkli ilahiler söylerlerdi. Ağabeyi Nevada’da gümüş avındaydı.
Bazen çocuklar hücresinin dışındaki ara sokağa gelip tekerlemeler söylüyorlardı. “Cellat, cellat, kafasını kes at.” Bazen de adamlar geliyor ve onu mahrem bölgelerini kesmekle tehdit ediyorlardı. Bir keresinde, Rebecca Cline’ın annesi geldi ve eğer izin verilseydi onu kendi elleriyle asacağını söyledi. “Bebeğime nasıl kıydın?” diye sordu, parmaklıklı pencerenin ardından. “Sadece 10 yaşındaydı ve o gün doğum günüydü.”
“Bayan,” dedi Trusdale, kadının yüzünü doğru dürüst görebilmek için sıranın üzerine çıkmıştı. “Ne sizin bebeğinizi ne başkasını öldürdüm.”
“Pis yalancı,” dedi kadın ve uzaklaştı.
Çocuğun cenazesine kasabadaki hemen hemen herkes katıldı. Kızılderililer de oradaydı. Hatta Chuck-a-Luck’ta işlerini yürüten iki fahişe bile… Trusdale hücrenin köşedeki kovanın üzerine çömelmiş, işini görürken uzaktan gelen ilahileri duyuyordu.
Şerif Barclay, Fort Pierre’e telgraf yolladı ve bir hafta kadar sonra gezgin bir yargıç geldi. Yeni atanmıştı ve bu iş için çok gençti. Sarı saçları Vahşi Bill Hickok gibi sırtına kadar uzanan bir züppe… Adı Roger Mizell’di. Küçük, yuvarlak gözlükleri vardı ve parmağında bir evlilik yüzüğü olmasına rağmen hem Chuck-a-Luck’ta hem de Mother’s Best’te gözü dışarıda bir adam olduğunu kanıtlamıştı.
Kasabada Trusdale’i savunacak bir avukat yoktu. Mizell de ticaret binasının, hanın ve Good Rest Hotel’in sahibi George Andrews’u çağırdı. Andrew kıtanın doğusundaki bir ticaret okulunda iki yıl yüksek eğitim almıştı. Trusdale’in avukatlığını ancak Bay ve Bayan Cline kabul ederse yapacağını söyledi.
“O zaman gidip onlarla görüş,” dedi Mizell. O esnada berber dükkanındaydı, sandalyede geriye yaslanmış, sakallarını kestiriyordu. “Fazla vakit kaybetmemeye bak.”
“Eh,” dedi Bay Cline, Andrews durumu açıkladığında. “Bir sorum olacak. Onu savunacak birini bulamadıkları takdirde adamı yine de asabilirler mi?”
“Bu Amerikan adaleti olmazdı,” dedi Andrews, “ve henüz Birleşik Devletlere dahil olmasak da yakında olacağız.”
“Bu işten sıyrılabilir mi?” diye sordu Bayan Cline.
“O halde görevinizi yapın ve Tanrı sizi kutsasın,” dedi Bayan Cline.
Dava bir Kasım sabahı başladı ve öğleden sonrasına dek sürdü. Belediye binasında yapıldı ve o gün gelinlik dantellerini kadar ince bir kar yağışı vardı. Arduvaz-gri bulutlar kasabanın üzerinde gezinerek daha güçlü bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veriyorlardı. Davayla ilgili belgeleri inceleyip konuya iyice hâkim olan Roger Mizell, yargıçlığın yanı sıra savcılık görevini de üstlendi.
“Tıpkı kendinden borç alıp gene kendine ödeyen bir banker gibi,” Jürilerden birinin Mother’s Best’teki yemek arasında böyle dediği duyuldu ve her ne kadar kimse bu görüşe karşı çıkmasa da, kimse kötü bir fikir olduğunu söylemedi. Bir şekilde idare ediyordu sonuçta.
Savcı Mizell yarım düzine görgü tanıdığı çağırdı ve yargıç Mizell onun sorularına hiç itiraz etmedi. ilk önce Bay Cline ifadesini verdi ve en son Şerif Barclay geldi. Ortaya çıkan hikaye basitti. Rebecca Cline’ın öldürüldüğü gün pastalı ve dondurmalı bir doğum günü partisi vardı. Rebecca’nın birkaç arkadaşı gelmişti. Öğlen iki sularında, küçük kızlar Müzikli Sandalyeler ve Eşeğin Kuyruğunu Takma gibi oyunlar oynarken, Jim Trusdale Chuck-a-Luck’a girip bir kadeh viski sipariş etti. Kovboy şapkası kafasındaydı. içkiyi yavaş yavaş içti ve bitince yenisini söyledi.
Şapkasını çıkarmış mıydı? Belki de kapıdaki askılardan birine asmıştı? Kimse hatırlayamıyordu.
“Onu daha önce hiç şapkasız görmedim,” dedi barmen Dale Gerard. “Şapka onun bir uzvu gibiydi. Eğer çıkardıysa muhtemelen tezgaha, hemen yanına koymuştur. ikinci kadehini de içti ve sonra kendi yoluna gitti.”
“Oradan ayrılırken şapka barın üzerinde miydi?” diye sordu Mizell.
“Hayır efendim.”
“Dükkanı kapattığınız sırada kapıdaki askıda mıydı peki?”
“Hayır efendim.”
Rebecca Cline o gün saat 3 sularında Main Street’teki eczaneye gitmek için kasabanın güney ucundaki evinden ayrıldı. Annesi ona doğum günü hediyesi olan gümüş dolarıyla biraz şeker alabileceğini ama hemen yememesini, çünkü o gün için yeteri kadar tatlı yediğini söylemişti. Saat 5 olup da hala geri gelmediğinde Bay Cline ve birkaç kişi onu aramaya başladı. Onu Barker’s Alley’de, Good Rest ile sahnenin deposunun arasında buldular. Boğulmuştu. Gümüş doları gitmişti. Adamlar ancak yas tutan babası onu kollarına aldığında Trusdale’in geniş kenarlıklı şapkasını gördüler. Kızın güzel elbisesinin eteğinin altında saklı kalmıştı.
Jürinin öğle yemeği sırasında sahne deposunun yakınlarından, suç mahallinin doksan adım kadar uzağından gelen çekiç sesleri duyuldu. Darağacının hazırlanışıydı bu. iş, adı oldukça manalı bir biçimde John House olan, kasabanın en iyi marangozu tarafından yapılıyordu. Büyük bir kar fırtınası geliyordu ve Fort Pierre’e giden yol belki bir hafta, belki de bütün kış boyunca geçilemez olacaktı. Trusdale’i bahara kadar cezaevinde tutmak gibi bir planları yoktu. Bu hiç de tasarruflu olmazdı.
“Bir darağacı yapmanın hiçbir zorluğu yok,” dedi House izlemeye gelen halka. “Bir çocuk bile bunlardan bir tane yapabilir.”
Hareket koluyla kontrol edilen bir kirişin tuzak kapısının arkasında yer aldığını ve herhangi bir son dakika aksaklığı olmaması için şaftın yağlı olacağını anlattı. “Eğer böyle bir şey yapıyorsanız, ilk seferinde doğru yapmak istersiniz,” dedi House.
George Andrews öğleden sonra Trusdale’i sanık kürsüsüne çıkardı. Bu olay salondakilerden ıslıkların yükselmesine, Yargıç Mizell’in de tokmağını vurarak eğer izleyiciler kendilerine hakim olmazlarsa salonu boşaltacağını söylemesine sebep oldu.
“Söz konusu gün Chuck-a-Luck meyhanesine girdin mi?” diye sordu Andrews, sükunet sağlandığında.
“Herhalde,” dedi Trusdale. “Yoksa burada olamazdım.”
Birkaç gülüşme duyuldu, Mizell de gülümsemesine rağmen gene de tokmağını masaya vurdu ve ikinci bir uyarıda bulunmadı.
“iki kadeh içki siparişi verdin mi?”
“Evet efendim, verdim. Yalnızca iki kadehe yetecek param vardı.”
“Ama sonra bir dolar daha edindin, değil mi seni it herif!” diye bağırdı Abel Hines.
Mizell tokmağını önce Hines’a, sonra da ön sıralarda oturan Şerif Barclay’e çevirdi. “Şerif, şu adama dışarıya kadar eşlik et ve kanunsuz davranışından ötürü cezalandır lütfen.”
Barclay, Hines’a dışarıya kadar eşlik etti ama onu kanunsuz davranıştan cezalandırmadı. Bunun yerine neden böyle bir şey yaptığını sordu.
“Üzgünüm Otis,” dedi Hines. “Orada sap gibi oturduğunu görünce dayanamadım.”
“Sokağın aşağısına gidip John House’un yardıma ihtiyacı var mı diye bir bak,” dedi Barclay. “Bu karışıklık bitmeden de buraya geri gelme.”
“ihtiyacı olan bütün yardımı aldı ve çok kar yağıyor.”
“Bir yere uçmazsın. Git.”
Bu sırada Trusdale ifadesini vermeye devam etti. Hayır, Chuck-a-Luck’ı terk ettiğinde şapkası başında değildi ama evine dönene kadar bunu fark etmemişti. O zaman da kasabaya kadar bütün yolu geri dönüp de onu aramak için çok yorgun olduğunu söyledi. Hem hava da kararmıştı.
Mizell araya girdi. “Bu mahkemeden lanet şapkanın kafanda olduğunu fark etmeden atlı kilometre boyunca yürüdüğüne inanmasını mı bekliyorsun?”
“Sanırım sürekli kafamda olduğu için orada olması gerektiğini düşündüm,” dedi Trusdale. Bu bir başka gülüşmenin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Barclay geri geldi ve Dave Fisher’ın yanına oturdu. “Neye gülüyorlar?”
“Gerzek herifin bir cellada falan ihtiyacı yok,” dedi Fisher. “Düğümü kendi elleriyle atıyor. Bunun komik olmaması lazım; ama bayağı komik.”
“O ara sokakta Rebecca Cline’la karşılaştın mı?” diye sordu George Andrews, yüksek sesle. Bütün gözler üzerindeyken dramaya karşı daha önce hiç hissetmediği bir yatkınlığının olduğunu keşfetmişti sanki. “Onunla karşılaşıp doğum günü dolarını çaldın mı?”
“Hayır efendim,” dedi Trusdale.
“Onu öldürdün mü?”
“Hayır efendim. Onu tanımıyordum bile.”
Bay Cline koltuğundan kalkıp bağırdı. “Onu sen öldürdün, seni yalancı orospu çocuğu!”
“Yalan söylemiyorum,” dedi Trusdale. Şerif Barclay o anda ona inandı.
“Başka sorum yok,” dedi Andrews, koltuğuna geri dönerken.
Trusdale ayağa kalkmaya yeltendiyse de Mizell ona oturmasını ve birkaç soruya daha cevap vermesini söyledi.
“Birinin siz Chuck-a-Luck’ta içerken şapkanızı çaldığını, kafasına taktığını, o ara sokağa gittiğini,Rebecca Cline’ı öldürdüğünü ve şapkayı sizi töhmet altında bırakmak için orada bıraktığını iddia etmeye devam ediyor musunuz Bay Trusdale?”
Trusdale sessiz kaldı.
“Soruya cevap verin Bay Trusdale.”
“Efendim, ‘töhmet altında bırakmanın’ ne demek olduğunu bilmiyorum.”
“Bizden birinin bu iğrenç cinayeti senin üzerine attığına inanmamızı mı bekliyorsun?”
Trusdale ellerini birbirine kenetleyip bir müddet düşündü. Sonunda dedi ki, “Belki de biri onu yanlışlıkla almış ve sonra da yere atmıştır.”
Mizell gözlerini kahkhakara boğulan salonun üstünde gezdirdi. “BuradaBay Trusdale’in şapkasını yanlışlıkla alan var mı?”
Pencereleri döven kar tanelerinin dışında içeride çıt çıkmadı. Kışın ilk büyük fırtınası gelmişti. Bu kasaba ahalisinin Kurt Kışı dediği mevsimdi; çünkü kurtlar, çöp aramak için sürüler halinde Black Hills’ten kasabaya inerlerdi.
“Başka sorum yok,” dedi Mizell, “ve hava şartlarından dolayı davayı sonlandırıcı bir karar vereceğiz. Jüri bir karar almak için çekilecek. Üç seçeneğiniz var baylar: masum, adam öldürmeye teşebbüs ya da birinci derece cinayet suçlusu.”
“Daha çok kız öldürme,” diye düzeltti birisi.
Şerif Barclay ve Dave Fisher, Chuck-a-Luck’a gitti. Abel Hines de omzundaki karları silkeleyerek onlara katıldı. Dale Gerard onlara müesseseden büyük birer bira servis etti.
“Hayır, bir bardak su istemiyorum, ama isteyebileceğimden kuşkuluyum.”
“Mizell’in başka sorusu kalmamış olabilir,” dedi Barclay, “ama benim var. Şapkayı boş ver. Madem kızı Trusdale öldürdü, nasıl oldu da gümüş doları bir türlü bulamadık?”
“Çünkü korktu ve onu bir yere attı,” dedi Hines.
“Sanmıyorum. Böyle bir şeyi akıl edebilmek için fazla aptal. Eğer o dolar elinde olsaydı Chuck-a-Luck’a geri döner ve içerdi.”
“Ne demeye getiriyorsun?” diye sordu Dave. “Sence o masum mu?”
“Diyorum ki keşke o meteliği bulabilseydik.”
“Belki cebindeki bir delikten düşmüştür.”
“Ceplerinde hiç delik yoktu,” dedi Barclay. “Sadece botlarından birinde vardı ve o da içinden bir dolar geçecek kadar büyük değildi.” Birasından biraz içti. Main Street’te uçuşan çalı topları karın içinde hayaletimsi beyinler gibi görünüyordu.
Jürinin karara varması bir buçuk saat sürdü. “Asılmasına ilk oylamada karar verdik,” dedi Kelton Fisher daha sonra, “ama adil görünmesini istedik.”
Mizell, Trusdale’e karar açıklanmadan önce söylemek istediği bir şey olup olmadığını sordu.
“Aklıma bir şey gelmiyor,” dedi Trusdale. “O kızı ben öldürmedim, tüm söyleyebileceğim bu.”
Fırtına üç gün sürdü. John House, Trusdale’in kaç kilo olduğunu düşündüğünü sordu Barclay’e. O da adamın altmış kilo civarı olduğunu söyledi. House çuval bezinden bir kukla yapıp içini taşlarla doldurdu ve hanın tartısının ibresi altmışa gelene kadar da içine ağırlık eklemeye devam etti. Sonra kasabanın yarısı karın altında orada durmuş izlerken kuklayı astı. Düzenek sorunsuz çalışıyordu.
idamdan önceki gece hava açıldı. Şerif Barclay, Trusdale’e akşam yemeği için istediği her şeyi yiyebileceğini söyledi. Trusdale biftek ve yumurta istedi, yanında da et suyuna bulanmış, ev yapımı kızarmış patates. Barclay yemeğin parasını kendi cebinden verdi, sonra da masasına oturup tırnaklarını temizlerken Trusdale’in çatal bıçağının seramik tabakta çıkardığı sesleri dinledi. Sesler kesildiğinde hücreye girdi. Trusdale sırada oturuyordu. Tabağı o kadar temizdi ki Barclay adamın sosun kalanını bir köpek gibi diliyle temizlediğini düşündü. Adam ağlıyordu.
“Aklıma bir şey geldi,” dedi Trusdale.
“Nedir Jim?”
“Beni yarın sabah asacaklarsa mezarıma karnımda biftek ve yumurtayla gireceğim. Sindirmek için hiç vakit olmayacak.”
Kısa bir anlığına Barclay hiçbir şey söylemedi. Görüntü yüzünden değil ama Trusdale’in bunu düşünmüş olmasından dolayı dehşete düşmüştü. Sonra “Burnunu sil,” dedi.
Trusdale burnunu sildi.
“Şimdi beni dinle Jim, çünkü bu senin son şansın. Öğleden sonra o bardaydın. O saatte çok insan yoktu. Doğru mu?”
“Sanırım evet.”
“O zaman şapkanı kim aldı? Gözlerini kapat. Geçmişi düşün. Gözlerinin önünde canlandır.”
Trusdale kendisine söylenileni yaptı. Barclay bekledi. Bir süre sonra Trusdale ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerini açtı. “Onu takıp takmadığımı bile hatırlayamıyorum.”
Barclay içini çekti. “Tabağını bana ver ve bıçağı da uzat lütfen.”
Trusdale çatal bıçağı üzerine koyduğu tabağı parmaklıkların arasından uzattı ve bira içebilmeyi dilediğini söyledi. Barclay bunu bir süre düşündü, ardından montuyla şapkasını giydi, Chuck-a-Luck’a kadar yürüdü ve Dale Gerard’dan küçük bir kova bira aldı. Cenazeci Hines bir kadeh şarabı yeni bitirmişti. Barclay’le birlikte dışarı çıktı.
“Yarın büyük gün,” dedi Barclay. “10 yıldır burada bir idam gerçekleşmemişti ve şansımız varsa bir on yıl daha gerçekleşmez. O zamana kadar işi bırakmış olacağım. Keşke şimdi bırakmış olsaydım.”
Hines ona baktı. “Kızı gerçekten de onun öldürdüğünü düşünmüyorsun.”
“Eğer o yapmadıysa,” dedi Barclay, “bunu yapan kişi hala etrafta dolaşıyor demektir.”
idam ertesi sabah saat 9’daydı. Hava rüzgarlı ve oldukça soğuktu fakat kasaba halkının çoğu olayı izlemek için oradaydı. Papaz Ray Rowles darağacının üzerinde, John House’un yanında duruyordu. Her ikisi de mantolarına ve atkılarına rağmen titriyordu. Papaz Rowles’un elindeki incil’in sayfaları rüzgârla çırpınıp duruyordu. House’un kemerine sıkıştırılmış olan gösterişsiz, siyaha boyalı başlık da öyle…
Barclay, elleri arkasında kelepçelenmiş olan Trusdale’i idam sehpasına yönlendirdi. Trusdale basamaklara gelene kadar iyiydi ama sonra karşı gelmeye ve ağlamaya başladı.
“Yapmayın,” dedi. “Lütfen bana bunu yapmayın. Lütfen beni incitmeyin. Lütfen beni öldürmeyin.”
Küçük bir adama göre güçlüydü ve Barclay, Dave Fisher’a gelip bir el atması için işaret etti. Birlikte Trusdale’i yaka paça kavradılar, itip kaktılar ve 12 ahşap basamağa zorla tırmandırdılar. Bir ara öyle bir çırpındı ki; neredeyse üçü birden aşağı düşüyordu ve düşerlerse diye kollar onları tutmak için kalktı.
“Kes şunu ve bir erkek gibi öl!” diye bağırdı biri.
Platformun üzerindeki Trusdale bir anlığına sessizleşti ama Papaz Rowes 51. Ayeti okumaya başladığında çığlık atmaya başladı.“Göğsünü mengeneye sıkıştırmış bir kadın gibi,” diyecekti daha sonra biri, Chuck-a-Luck’ta.
“Yüce iyiliğinle bana merhamet et ey Tanrım,” diye okudu Rowles, hüküm giymiş adamın serbest kalmak için attığı çığlıkları bastırmak için sesini yükselterek. “Çok yüce olan merhametinle günahlarımı bağışla.”
House’un siyah başlığı kemerinden çıkardığını gören Trusdale bir köpek gibi solumaya başladı. Kafasını iki yana sallayarak başlıktan kaçınmaya çalıştı. Saçları uçuştu. House tıpkı oynak bir atı dizginlemeye çalışan bir adam gibi her hareketi sabırla takip etti.
“Dağlara bakmama izin verin!” diye böğürdü Trusdale. Burun deliklerinden sümükler akıyordu. “Dağlara bir kez daha bakmama izin verirseniz iyi olacağım!”
Ama House yalnızca başlığı Trusdale’in kafasına geçirmekle ve titreyen omuzlarının üzerinden bağlamakla yetindi. Papaz Rowles monoton bir şekilde devam ediyordu. Trusdale altındaki kapaktan kaçmaya çalıştı. Barclay ve Fisher onu geri ittiler. Aşağıdan birisi, “Sür şunu kovboy!” diye bağırdı.
“Amin,” dedi Papaz Rowles ve incil’i kapatarak bir adım geri çekildi.
Barclay, House’a işaret verdi, adam da manivelayı çekti. Yağlı kiriş hareket etti ve kapak aşağıya doğru düştü. Tıpkı Trusdale gibi. Boynu kırıldığında bir çatırtı sesi çıktı. Bacakları neredeyse çenesine kadar çekilip geri düştü. Altındaki kar yığınlarına ayaklarından sarı damlacıklar düştü.
“Al sana, seni piç!” diye bağırdı Rebecca Cline’ın babası. “Yangın musluğuna işeyen bir köpek gibi geberdi. Cehenneme hoş geldin.” Birkaç kişi alkışladı.
Trusdale’in cesedi kafasında hala o siyah başlık olduğu halde kasabaya getirilirken bindirildiği arabaya yüklenene kadar izleyiciler orada beklemeye devam ettiler. Ardından dağıldılar.
Barclay hapishaneye geri döndü ve Trusdale’in kaldığı hücrede oturdu. Orada 10 dakika kaldı. Hava o kadar soğuktu ki nefesi gözle görülür bir şekilde buharlaşıyordu. Neyi beklediğini biliyordu ve sonunda beklediği şey geldi. Trusdale’in içtiği son biraları taşıyan küçük kovayı aldı ve kustu. Daha sonra ofisine geçti ve sobasını doldurdu.
Sekiz saat sonra Abel Hines geldiğinde hala oradaydı, kitap okumaya çalışıyordu. “Cenaze salonuna gelmelisin Otis. Sana göstermek istediğim bir şey var,” dedi.
“Nedir?”
“Hayır. Bunu gelip görmek isteyeceksin.”
Hines’ın Cenaze Salonu & Morgu’na yürüdüler. Arka odada, Trusdale çıplak bir şekilde soğuk bir zeminde yatıyordu. Havada kimyasal madde ve dışkı kokusu vardı.
“Bu şekilde öldüklerinde pantolonlarını doldururlar,” dedi Hines. “Başı dik şekilde giden adamlar bile. Yapabilecekleri bir şey yok. Kaslar gevşeyip bırakır.”
“Ve?”
“Yaklaş. Senin mesleğine sahip olan bir adamın boklu pantolondan fazlasını gördüğünü sanırdım.”
Pantolon yerdeydi. içi dışına çıkarılmıştı. Pisliğin içinde bir şey parlıyordu. Barclay eğilerek yaklaştı ve bunun gümüş bir dolar olduğunu gördü. Uzanıp dışkının içinden onu çıkardı.
“Anlamıyorum,” dedi Hines. “Orospu çocuğu uzun süredir içerideydi.”
Köşede bir sandalye vardı. Barclay ona o kadar sert bir şekilde oturdu ki sandalyenin dolgusundan bir pof sesi çıktı. “Fener ışıklarını ilk gördüğünde onu yutmuş olmalı. Ve her seferinde geri çıktığında onu temizleyip yeniden yuttu.”
iki adam birbirine baktı.
“Ona inandın,” dedi Hines en sonunda.
“Aptallık; ama evet, inandım.”
“Belki de bu onunla ilgili olduğundan çok, seninle ilgili bir şey söylüyordur.”
“Son ana kadar masum olduğunu söyleyip durdu. Muhtemelen Tanrı’nın tahtının önünde dururken de aynısını söyleyecek.”
“Evet,” dedi Hines.
“Anlamıyorum. Asılacaktı.Her hâlükârda asılacaktı. Bunu anlıyor musun?”
“Ben güneşin neden yükseldiğini bile anlamıyorum. Bu metelikle ne yapacaksın? Kızın anne babasına geri mi vereceksin? Öyle yapmasan daha iyi olur çünkü…” Hines yüzünü buruşturdu.
Çünkü Cline’lar başından beri biliyordu. Kasabadaki herkes başından beri biliyordu. Bunu bilmeyen tek kişi kendisiydi. O aptal kendisiydi.
“Onunla ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi.
Ani bir rüzgar şarkı seslerini taşıyarak esti. Kiliseden geliyordu. Şükür Duası ediliyordu.
Hikayelerinde amaçladıklarını okuyucuya doğrudan yansıtabilen ender yazarlardan. insan okudukça istemsiz şekilde kendini o ortamlarda olayın bizzat içerisinde hissedip ürperiyor.
Kitaplarının garip bir akıcılığı olan büyük yazar. Okuyorum, okuyorum ve nerdeyse hiç sıkılmıyorum. Kurgusuyla, karakterleriyle beni bağlıyor kendine. Son zamanlarda yazdıkları biraz vasatlaştı bence ama yeter ki yazsın!