soğuk ülkenin sıcak renkleri

entry1 galeri0
    1.
  1. Bundan iki sene önce bir sevgilim vardı. klasik bir kızın bir ilişkiden bekleyebileceği her şeye sahiptim. Yanlış anlamayın, kompleks bir insan değilim, oldukça sıradan bir kızım. Gök mavisi ve uçuk pembelerin sivrildiği bu gri dünya da ben de griyim.
    Sevgilim çok tatlı ve iyi niyetli bir çocuktu. Okuldaki “gözde çift”tik. insanlar bizi birer birey olarak görse de birbirimizden ayrı düşünemiyorlardı. Sürekli yan yana olmak gibi değil, bunların gözü birbirinden başkasını görmez gibi. Tanıştığımızda ben her şeyi tamamen boş vermiş, yaşama amacımı kaybetmiştim. insanların beni güzel bulduğunu biliyor fakat kendimi güzel bulamıyordum. Gündüzlerimi bilgisayar başında ya da perdelerimi çekip uyuyarak geçiriyor geceleri dışarı çıkıyordum. Daha önce bu taraflara gelmiş olanlar bilir, yaz azlarındaydık yani 16 saat civarı güneş batmıyordu. Aynı okuldan olduğumu bildiğim bu çocukla da aydınlık bir gecede, kaldırımın kenarında otururken tanıştım. (Gece diyorum ama yanlış anlaşılmasın, gece saatleri fakat alacakaranlık.) siyah ojeli tırnaklarımın ucuyla yola fırlattığım sigara izmariti boş sokağın köşesinden dönen çocuğa isabet etti. Çocuk izmariti yerden alıp söndürdü ve çöp bidonuna attı. Yanıma gelip benimle aynı pozisyonda yanıma oturdu. Sımsıkı kenetlediğim parmaklarımı birbirinden ayırdı ve elimi kendi avcunun içine koyup bana bir hikaye anlattı. Kuzey kutup dairesinde yaşayan ve kendine aşık edip evlenmeye ikna ettiği erkeklerle kayıplara karışan, ortalarda az görünen, kızıl saçlı bir kadın (orada ismi huldra, buradaki karşılığı alkarısı olabilir. Ona benziyor ama biraz farklı bir inanç) hakkındaydı. Elimi avcundan çekmedim. Sıcaklığı ve parfümünün hafif kokusu hoşuma gidiyordu. Başımı omzuna koyup hikayeyi dinledim. Bitirdiğinde “şimdi sıra sende.” Dedi. “hayatımda gördüğüm en aptal insansın.” Dedim. “oyunbozanlık yapma, ne olduğunu anlat.” Dedi gülümseyerek. Dişleri bembeyaz ve gülüşü kocamandı. Öyle bir gülümsemişti ki bütün hücrelerim artık bana değil ona itaat ediyordu. Hislerimle inadımın kıyasıya bir rekabet içinde olduğunu hissedebiliyordum. Ama ne gerek vardı ki? Bıraktım kendimi. Anlattım, aklımdan ve kalbimden geçen her şeyi mantık süzgecimden geçirmeden döktüm ortaya. Anlatırken ne saçma şeylere üzüldüğümü, sinirlendiğimi ve garip sebeplerle mutsuz olmak için aslında kendimi zorluyor olduğumu fark ettim. Utandım anlatırken, onun hayatını da az çok biliyordum. Annesi küçükken ölmüştü, babası ise pankreas kanseriydi, kısa bir süre sonra ölecekti. Benim hayatım onunkinin yanında peri masalı gibi kalıyordu. Aramızdaki son bir karışlık mesafeyi de kapatıp ona sarıldım. Parfümünün kokusu artık daha yoğun geliyordu. Geri çekildiğimde onu bize davet ettim. Birlikte eve gittik, salonda ikiz kardeşim ve sınıftan birkaç kişi bağıra çağıra wii oynuyorlardı. “hej valter!” diye bağırarak selam verdi kardeşim. (kardeşimden de bundan sonra kısaca liv diye bahsedeceğim) hepimiz selamlaşınca valter ve ben mutfağa girdik. Mutfağımızda biri lavabonun hemen önünde olmak üzere iki geniş pencere vardı. lavabonun önündeki pencerenin öbür tarafında üzerinde yeşil elmalarıyla bir elma ağacı bulunuyordu, diğer pencereden içeri giren günün ilk ışıkları valter’ın sarı-turuncu saçlarında parıldıyordu. Ayrıntıları kendime saklamayı tercih ederek kısa kesiyorum. O gün beni ilk öptüğü gündü. Küçük ama tüm renkleri mutlu edebilecek bir öpücüktü. Detayları atlayarak kısa keserek geçmeye çalışacağım, kendime saklayacaklarım da elbette var. Bütün bir yazı birlikte geçirdik. Bisiklet turuna çıktık, birlikte alışverişe gittik, fotoğrafçılık kursuna katıldık, birlikte binlerce fotoğraf çektirdik ve çektik, gönüllü işlerde çalıştık… sonra o şanssız gün ve babasının ölümü… ilk defa bir erkek yanımda ağlıyordu ve ne yapacağımı bilememiştim. Tek yaptığım ona sarılmak ve gözyaşlarını silmek olabilmişti. Zaten o da ikinci kez ağlamadı. Sonra yalnız yaşayan dedesinin yanına taşındı. Arada üzülmesinin dışında her zaman neşeliydi ve etrafına da neşe saçardı. Bazen yüzüne acısının gölgesi düşse de artık onu nasıl neşelendireceğimi öğrenmiştim.
    Bu süre içinde bir şeylerin değiştiğini düşünüyordum. Beni sevmediği ya da bana değer vermediği yönündeki düşüncelerim beni yiyip bitiriyordu. Davranışlarında hiçbir değişiklik yoktu, hepsi sadece benim hislerimdi. Sonra kendimi çok şişman bulmaya başladım. Şimdi dönüp baktığımda tam bir saçmalık olduğunu, her hareketimin ne kadar aptalca olduğunu daha net görebiliyorum. O zaman böyle düşünmüyordum. Ne kadar zayıf olursam beni o kadar sever diye garip bir düşünceye kapılmış ve diyet yapmaya başlamıştım. Neredeyse hiçbir şey yemiyordum, sürekli spor yapıyordum. Hızla kilo veriyordum ama aynaya baktığımda kendimi şişman görüyordum, zayıf hissedemiyordum. Aslında daha en başta, hiç kilo vermemişken, zaten zayıf denebilecek bir kızdım. Vücudumdaki problemler ilk defa o sırada boy gösterdi. Önce yemek yiyememeye başladım, herhangi bir yiyecek görünce ya da kokusunu duyunca midem bulanıyordu. Sadece kemiklerim ve üzerinde ince soluk beyaz derim kaldı. Saçlarım dökülmeye başladı. Herkesten saklamaya çalışsam da beni görmelerini, bunları fark etmelerini engelleyemezdim. ilk akıllarına gelen uyuşturucu oldu, ama bu hatayı liv zaten en az bir kez yapmış olduğundan öyle bir şey yapmayacağımdan eminlerdi. Okul gezisinde bilincimin kapanması ve yere yığılmamla birlikte hastaneye kaldırıldığımda ben de dahil herkes neyim olduğunu öğrenmiş oldu. Yaptığım ilk şey valter’dan ayrılmak oldu. Onu bu kadar üzmeye, özellikle de hayatında kalan son şey benken, hakkım olmadığını düşünerek ne kadar yanılmış olduğumu çok daha sonra anlayacaktım. Böylece ayrıldık. Elle tutulur, gözle görülür bir sebep olmadan ayrıldık. ilişkimize arkadaş olarak devam ettik. ikimiz için de zor ve acı verici olmasına karşın o hassas arkadaşlık sınırımızı hiç geçmedik.

    ilk defa 13 yaşımda dinlediğim ve çok sevdiğim o şarkı, dinlediğim günden 5 yıl sonra o an, bütün hislerimi barındırıyordu içinde. Çocukluğumun şarkısını, daha ilk dinlediğimde anlamıştım, benim için çok özel olacaktı her zaman fakat bu sefer başkaydı, ilk defa canımı yakıyordu. Lalalalala diye başlayıp içime işliyordu ses. O günden beri böyle bir şey hissetmedim. Eğer bir gün herhangi bir sebepten birine aşık olursam ilk yapacağım kendisine bu şarkıyı dinlemesini söylemek olacaktır. Öyle herkesle paylaşamam, bu şarkıyı paylaşacağım kişi özel olmalı. Bu şarkıdan ‘tek bir cümle’ dahi paylaştığım kişi benim için aklınızın alamayacağı kadar özel demektir.

    “Sometimes i find myself sittin’ back and reminiscing
    Especially when i have to watch other people kissing
    And i remember when you started callin’ me your miss’s
    All the play fightin’, all the flirtatious disses
    i’d tell you sad stories about my childhood
    i don’t know why i trusted you but i knew that i could
    We’d spend the whole weekend lying in our own dirt
    i was just so happy in your boxers and your t-shirt”

    Pazar gecesi pazartesi sabahına dönene kadar ağladım. Gece, insanların yapmaya ve söylemeye cesaret edemeyeceği her şeyi açığa çıkarır. Bir iskandinav ülkesinde bu kadar karanlık bir gece şimdiye dek olmamıştır. Simsiyahtı gökyüzü, herkesi örtüyordu. En çok da beni. ilk defa bu kadar yalnız kalıyordum. Annem, liv, vanna, valter… herkes bana çok kızgındı. Ölmediğim sürece babamın umrunda bile olmazdım. Yatağımın karşısındaki deri koltuk boş, önündeki siyah tv kapalıydı. Bir hastane odasında tek başıma kalacak kadar yalnızdım. iki gece tek başıma kaldıktan sonra ilk ameliyatımı oldum. O zaman durumun önemini kavradılar ve ameliyattan çıkıp da uyandığımda hepsi baş ucumdaydılar. Babam hariç, çünkü henüz ölüme beni umursayacağı kadar yaklaşamamıştım.
    Çok garip bir duygu, biliyor musunuz? Arkadaşlarınlasın mesela, hiçbir sorun yok ama bir yandan da her an ölebilirsin. Yaşamak hem çok heyecanlı hem de ölümcül. Nefes almakta bile zorlanıyorsun ama kışkırtıcı bir şekilde ölemiyorsun da. Hani uçurumun tam kenarında durmak gibi, düşmüyorsun ama düşebilirsin. Ve bunun heyecanıyla atan kalbinin sesi dışarıdan dahi duyulabilir. Ellerin sürekli titrer ve tedirginliğine çare bulamazsın. Artık iyileşeceğimi biliyorum diyebiliyorum çünkü gün geçtikçe durumum iyiye gidiyor. O günlerden bu yana hiç olmadığım kadar iyiyim.
    En azından ben iyiyim diyebiliyorum. Birkaç gün önce bir arkadaşım ‘günün nasıl geçti?’ diye sordu. iyi geçtiğini, güzel bir gün geçirdiğimi söyledim ve ben de ona sordum. Kötüydü dedi. Neler yaptığımızı anlattık sonra. inanılmaz derecede benzer bir gün geçirmiştik ve benim güzel bir gün dediğim günü o kötüydü diyerek kestirip atabilecek kadar şanslıydı. Şanslıydı ve bunun farkında değildi. Sanırım en acı tarafı da buydu. insanlar zorlu ve tuhaf yollar bularak kendilerini mutsuz etme çabalarına devam ediyorlardı. Ben şarkımı dinlemeye devam ettim.

    “Dreams, dreams
    Of when we had just started things
    Dreams of me and you
    it seems, it seems
    That i can’t shake those memories
    i wonder if you have the same dreams too”

    Yakın zamanda tekrar hissedebilmeye başladım. Konuşurken kendimi hem çok mutlu hissettiğim, hem de çok kötü hissedebildiğim biriyle tanıştım. Kıskanma duygumu bile geri getirebilen biriyle. Aslında kıskanç değilimdir, sahiplenme konusunda da oldukça kötüyüm. Bir erkeği kıskanıyorsam bu ciddi bir şeydir ve ciddiye alınması gerekir. Aksi halde kapılarımı sonsuza dek kapatabilirim, hayır, kapatmakla kalmaz kilitlerim bile. Çünkü kıskanmak beni yıpratır ve mutsuz eder. Bu da benim kendimi koruma yöntemim. Acının yükselerek duyum eşiğimi yok etmesi gibi, birini çok fazla kıskanırsam ona karşı olan tüm ilgimi yitiriyorum. Bu kişiye karşı da öyle olmasını istemiyorum. Aşk gibi, o da üç harfli. Adını ansam gelir mi?
    Kafam çok karışık, her şey birbirine dolanmış. Kafamın içinde kırk tilki varsa hepsi de birbiriyle sevişiyor. Düşüncelerimi ne kovabiliyorum ne de onlara sahip çıkabiliyorum. Şimdi bile aslında anlatmak istediğimin ne olduğunun farkında olmadan yazıyorum. Şimdi aklıma birden ne geldi mesela biliyor musunuz? Peyami safa’nın bir kitabını okumuştum. iki erkek arasında kalan bir kız hakkında. ilk aşamada farklı olan ona güzel gelse de kız kitabın sonunda en başta birlikte olduğu adama dönüyordu. işte bir anda aklına peyami safa’nın bir kitabı gelebilecek kadar karışık bir durumdayım. Ama bu kadar sıkılmak yeter, size biraz da eğlenceli bir şeyler anlatmak isterim. Türkiye’deki eğlence anlayışını az çok biliyorum. Genelde sarhoş olmaktan ibaret ve bunu da doğru bulmuyorum. Ama eleştiremiyorum da. Çünkü burada herkes kocaman bir baskı altında. Bu yüzden alkole sığınıp yapmak isteyip de yapamadıkları şeylere bahane üretiyorlar. Haklılar. Biriyle birlikte olmak istiyorsan olursun, bu evrensel bir kural. Kimse sana karışamaz. (Kimse karışamaz derken aileniz size elbette doğru olanı anlatmak isteyecektir, bunda abes bir durum söz konusu değil.) ama burada herkes her konuda söz hakkı olduğunu düşünüyor. Ve nedense bunlar genelde akıl ve mantıktan uzak yorumlar oluyor. insan yapmak istediği bir şeyi, eğer kimseye zarar vermiyorsa, rahatça yapabilmeli, kendine bahaneler bulmak zorunda kalmamalı. Ne iğrenç bir şeydir aynı yatakta uyanıp da ‘çok sarhoştum.’ Demek… Daha basite inelim. Birine hislerinizi söyleyeceksiniz ve bunda bile alkolün ardına sığınıyorsunuz. Ama insan hissettiklerinden nasıl utanır? Kendi hislerini nasıl kabullenemez? Daha da önemlisi, kendi bile kabul edememişken nasıl bir başkasının ona inanmasını bekler?

    Ayık kafayla da seni sevdiğimi söylesem, bana gülmez miydin?

    “The littlest things that take me there
    i know it sounds lame but it’s so true
    i know it’s not right, but it seems unfair
    That the things are reminding me of you
    Sometimes i wish we could just pretend
    Even if for only one weekend
    So come on, tell me
    is this the end?”

    eğlenceli bir anı anlatacaktım, yarım kaldı. ilk kez arkadaşlarımla alkol alacağız ve çok heyecanlıyız. Denemek istediğimiz her şeyden aldık, ilk kez yapıyoruz ya dışarıda rezil olmak istemedik, eve geldik. Freja, tyra, liv, vanna, melker, rasmus, vincent ve ben. Hepimiz aynı sınıftayız okulda. Yaşımız da 16 yanlış hatırlamıyorsam. Bütün içkiler için ayrı ayrı kadehler, bardaklar hazırladık. Sağlam hazırlık yaptık yani. Sonra başladık denemeye. Birincide sorun yoktu, tamam, devam. ikincide de sorun yoktu, okay, devam. Üçüncüde midem bulanmaya başladı, diğerlerini bilemem. Dördüncüyü de hatırlıyorum. sadece bardağı ağzıma götürüşümü hatırlıyorum. Beşinci de görüşüm flulaşıyor. Ama tyra her şeyi el kamerasıyla kaydettiği için daha sonra izleyebildik. Hayatımda kendimi hiç bu kadar rezil etmemişimdir. Hiçbirimiz bu kadar rezil olmamışızdır. Kendimden başlıyorum. Sürekli ve seri bir şekilde aynı soruyu tekrar edip duruyorum: les etoiles sont-elles dans le ciel? (yıldızlar gökyüzünde mi?) bunu normal bir şekilde de değil sinirli bir şekilde yapıyorum. Sanki biri yıldızları çalmış gibi. Ama daha öğlen 2 falan. Israrla yıldız arıyorum ve bulamayıp sinirden ağlıyorum. Freja koltukta ve tamamen kendi halinde şarkı söylüyor ama koltukta kafasını koyması gereken yerde ayakları var, baş aşağı duruyor. Vanna hiçbir şey yapmadan oturuyor, kafasını çevirmeden gözleriyle bir sağa bir sola tedirgin bakışlar atıyor. Aslında çok da tatlı görünüyordu. Vanna kirpik konusunda takıntılıdır, çünkü kirpikleri de saçları gibi sarının çok açık tonundan. Bu yüzden uzun ve kıvrık kirpiklerine hep siyah rimel sürer. Zaten uzun oldukları için bir de siyah olunca bembeyaz yüzündeki en dikkat çeken şey haline gelirler. Liv, yani ikizim, aynayla ciddi bir sohbete girmiş. Rasmus ve melker mutfağın ortasına lacivert bir çadır kuruyor ve oranın sığınak olduğuna inanıp buzdolabındaki bütün yiyecekleri oraya taşıyorlar. Vincent ve tyra’nın ne yaptığını ayıp olmasın diye izlemedik ama az çok tahmin etmişsinizdir. O günden sonra çıkmaya başladılar. Daha komik olanı ise freja’nın babasının eve gelip de bizi öyle görünce daha sonra dalga geçmek için cep telefonunun kamerasıyla fotoğraflarımızı çekmiş olması.
    (belki de başta yapmalıydım ama hayalinizde daha iyi canlandırabilmeniz için; freja, tyra, liv ve vanna kız; rasmus, melker ve vincent erkek)
    işte böyle, aslında komik ama şimdi anlatınca komik olmadı.* şarkıya devam…

    “Drinkin’ tea in bed
    Watching dvd’s
    When i discovered all your dirty grotty magazines
    you take me out shopping and all we’d buy is trainers
    As if we ever needed anything to entertain us
    The first time that you introduced me to your friends
    And you could tell i was nervous, so you held my hand
    When i was feeling down, you made that face you do
    There is no one in the world who could replace you”

    Okuma yazmayı öğrendiğim gün annem bana mavi bir defter verdi. Yağmur yağmadan önce gökyüzü koyulaşır ya, o maviden. Sanırım adı turkuaz mavisi. Üzerinde siyah eğik karakterlerle
    “writing is like jazz.
    It can be learned, but it can’t be taught.
    Paul desmond” yazıyor. Bana verdiği bu defter annemin bizim doğumumuzla birlikte tutmaya başladığı günlüğüydü. Liv’e değil de bana vermesinin sebebi ise liv’in oturma odamızdaki sehpa kadar bile duygusal olmamasıydı. Hissiz, ruhsuz, duygusuz. Bazen ikiz olduğumuza inanasım gelmiyor. Sanki acıyı emiyor ve asla dışarı vurmuyor.
    8 yaşındayken ucu sivri demirlerin üzerine düşmüştü, hiç unutamıyorum. Çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştım. Çünkü demirlerden biri karnına girmişti. Ama o soğukkanlı bir şekilde ayağa kalkıp demiri çekip çıkarmıştı. Benim çığlıklarıma koşan öğretmenlerin bile gördüğünde ağzı açık kalmıştı. Hemen ambulans geldi ve hastaneye götürdüler. Derhal ameliyata alındığı için birkaç saat sonra ancak görebildim. Canımdı, o benim liv’imdi. Hayatımda hiç bu kadar acı çekmemiştim. Annemin sarı sayfalı günlüğünü anlatmaya devam edeceğim, çünkü liv’in yerine acı çektiğim zamanları hatırladıkça içim fena oluyor. O kadar çoklar ki…
    Günlük ‘aşkın ne olduğunu ancak şimdi öğrenebildim.’ Diye başlıyor. Canım annem. 1 şubat 1995’te de şöyle yazmış: ‘canlarım, farkında değilsiniz ama hızla büyüyorsunuz ve bu beni benden alıyor. Anlatılmaz duygular içindeyim. Size sarılıyorum, o kokunuzu içime çekiyorum, gülüyorum, utanıyorum, heyecanlanıyorum… sizin olmadığınız bir hayat düşünemiyorum. Siz, uğrunda yaşamaya değecek kadar umut vericisiniz.’ Bu satırları biz 7 aylıkken yazmış. Beni en çok etkileyen satırlar bunlardır.

    “Dreams, dreams
    Of when we had just started things
    Dreams of me and you
    it seems, it seems
    That i can’t shake those memories
    i wonder if you have the same dreams too”

    Hayatımda ilk kez, hastaneden çıkacak kadar iyileştiğimde kiruna’ya gittim. kiruna isveç’in en kuzeyindeki yerleşim yeri. Soğuk ama insanları sıcakkanlı. Orada mutsuz olmak imkansız. Cennete yükseldiğimi sanmıştım, ne yalan söyleyeyim. Orada Hollandalı bir turistle tanıştım. O da benim gibi, oraya gelme amacını bilmiyordu. Sadece çıkmıştı ve gelmişti. 43 yaşında bir kadındı. Benim hayattaki en büyük sırdaşım oldu, ben de onun. Bir daha da birbirimizi hiç görmedik. Öyle ki, ismini dahi bilmiyorum.

    Size şimdiye kadar hiç söylemediğim bir şeyi söyleyeceğim. Benim bir abim var. biz aslında üç kardeşiz ve abimle de çok iyi anlaşırız, çok yakın arkadaşız. Bundan şimdiye kadar hiç bahsetmememin nedeni abimin de burada, sözlükte olmasıdır. Nickimi de biliyor, onu ne kadar sevdiğimi yazayım da okuyup benimle dalga mı geçsin? Eğer buraya gelip de bu yazıyı okuduysan sana iki kelimem var, özenle hazırladım. Lilla slyna. Türkçe küfürlerle insanların aklını bulandırmak, bana bakış açılarının nevrini döndürmek istemiyorum. Ama hep sen mi bana * diye sesleneceksin?**

    “The littlest things that take me there
    i know it sounds lame but it’s so true
    i know it’s not right, but it seems unfair
    That the things are reminding me of you
    Sometimes i wish we could just pretend
    Even if for only one weekend
    So come on, tell me is this the end?”

    Harika bir çaylaklık geçirdim, çünkü vanna buradaydı, hala burada. Karaoke yaptık, eğlenceli vine’lar çektik, tumblr’a fotoğraflarımızı yükledik, birlikte uyuduk, denize girdik ve küçükken yaptığımız gibi gece yarısı gidip cheese burger ve waffle yedik… Sanırım vanna’nın en sevdiğim taraflarından biri de bana rahatlıkla, gayet doğal bir şeymiş gibi yemek yedirebiliyor oluşu. Bana bir haftada 5 kilo aldırabildiği için onu ilacım olarak kullanmaya karar verdim.

    En güzeli de ne biliyor musunuz? Ben ağlarken bana sarıldığında başımı omzuna koymaz vanna. Yüzümü yüzüne koyar, benim gözyaşım onun yanağından akar. Sonra da elmacık kemiğimi ısırır ve gülmeye başlarız. Benim elmacık kemiklerim haddinden fazla çıkıktır, vanna bunu çok güzel bulsa da ben bir artısını görmedim henüz. Bu kadar yazının sonunda bir fiziksel özelliğimi paylaştım ama bir şey olmaz herhalde? Zaten bunu 4 kişiden fazla insanın okumasını istemem. O zaman neden yazıyorsun diyecek olursanız; bu sözlükte bu uzunlukta bir yazıyı ciddi ciddi 4 kişiden fazla insanın okuyacağına inanıyor musunuz? Okunmaması için bu kadar uzatıyorum zaten.*

    Buraya kadar yazdıklarımı okuduysan çıldırmış olmalısın. Bir de beni düşün ki bunları yazdım… ama var ya, seni çok seviyorum sayın okur.

    Sanatla sanat olmamaya devam.

    Şarkı: lily allen - littlest things.
    10 ...
© 2025 uludağ sözlük