sonbaharı yağmurun mevsimi olarak biliriz hepimiz. yani yüz kişiye sorsak "sonbahar ne çağrıştırıyor size?" diye alacağımız cevaplar bellidir: dökülen yapraklar, yağmur, kasvet, git işine kardeşim acelem var... güneş pek gelmez aklımıza. sonbahar güneşi nazlıdır çünkü. arada gösterir kendini. duvağın arkasından bakan gelin misali bulutların arasından süzer dünyayı. lakin neredeyse ekimin ortasına geldik hala güneş parlıyor istanbul semalarında. sonbaharla ilkbahar mevsimlerin koltuk kapmaca oyununda koltuklarını karıştırmışlar, birbirlerinin yerine geçmişler gibi. ilkbaharı yaşıyoruz sanki. hala güneş yakıyor ortalığı. göç etmesi gereken kuşlar yaprak dökmesi gereken ağaçlarda cıvıldıyor. bülbüller şakıyor, ağaçkakanlar kakıyor, günebakanlar bakıyor, yalıçapkınları yalıyor...
normalde zorunluluklar dışında güneş tepedeyken dışarı çıkmayı sevmem. ama bir dost sesi duymak, insan sıfatlarına yabancılaşmamak, gökyüzünün açık mavi de olabildiğini unutmamak için çıktım sonbahar güneşiyle beraber yola. güneş yakıyor ama benim üzerimde sırf ceplerini kullanabilmek için giydiğim bir ceket. daha da fazla yanıyorum. bir de istanbul trafiğinde altlı üstlü otobüs yolculuğunu olaya dahil ettik mi terleyerek on kilo verdiğimi tahmin edebilirsiniz. etmeye de bilirsiniz. o size kalmış. kalmış dedim de aklıma geldi. arkadaşın yine geç kalacağını bile bile ben yine tam zamanında gittim. buluşacağımız yerde göremeyince de hiç şaşırmadım zaten. son zamanlarda çok az şaşırdığımı fark ettim bir de. iyice rutine bağlanmış hayatım. üç vesaitle gidiş gelişten ibaret sadece.
bir sigara içimlik sürede geldi bizimki. iki hoşbeş, sonsuz geyik... her zamanki şeyler yani. klasik erkek buluşması işte. bakırköy de hala aynı. balık pazarındaki balıkçı abilerin bağırış çağırışları hala korkudan sıçratıyor insanları. sıçtırdığı da oluyor. balık kokusuyla birleşince bu sıcakta hiç hoş olmuyor biliyon mu? sokaklar yine tıklım tıklım bakırköy'de. öğrencisi, çalışanı, bizim gibi aylağı hep doluşmuş makriköy sokaklarına. insan seli yetmezmiş gibi bir de dil kurslarının broşür dağıtan elemanları işgal ediyor yolu. "ingilizce dil eğitimi? ingilizce dil eğitimi? ingilizce dil eğitimi?..." ebeninki! yeter lan! ben olmuşum ingilizce zaten. içim dışım ingilizce olmuş. ecnebice osuruyorum artık. ama çok iyi değil ingilizcem, onu da söyleyeyim. aksanlı osuruyorum. telaffuzum zayıf.
aslında her dışarı çıktığımda mutlaka enteresan diyaloglara hatta monologlara kulak misafiri olurdum. bu sefer herkes gayet mantıklıydı. yanlış yerde miyim diye baktım sağa sola. yanlış yerde olduğumu fark ettim. alışveriş merkezinin tuvaletinde milletin işeme sesinden başka ne duymayı planlıyordum ki sanki?
elimi yıkamadan çıktım tuvaletten. dur lan tiksinme, şaka yaptım. yıkıyorum insan içine çıktığımda. ama yıkamayan bir arkadaşım vardı. "ne var lan benim çişim" diyordu. ben bir şey diyemiyordum. bakıyordum öyle şaşkın şaşkın, ağzım açık. anca elini ağzıma soktuğunda kendime geliyordum.
kalabalıktaki enteresan diyaloglar diyordum değil mi? cidden bazen o kadar tuhaf şeyler duyuyor ki insan. siz nasıl diyor, ıı, etraftan duyulan yaran diyaloglar. ha işte onlardan. mesela geçenlerde okuldan çıkmışım, yürüyorum öyle aylak aylak. karşıdan birisi telefonla konuşarak geliyor. benim yaşlarımda. duyma menzilime ulaştığında şunu duydum:
-abi, 100 puan daha alsam türkiye birincisi olacaktım.
oha! şaşkınlıktan kalakaldım. tip tip baktım adama. şaka yapıyor sandım önce. hayır, şaka yapmıyor usta. gayet ciddi. kederli bir ifade var yüzünde. ben durup bakınca o da bana baktı şöyle bir. sonra konuşarak yürümeye devam etti.
bakakaldım giden herifin ardından.
serde erkeklik vardı,
ağlayamadım.
100 puan lan! hangi sınavda 100 puan bu kadar cüzi bir miktara tekabül ediyor ki herif bunun hesabını yapıyor? nolur bana öyle bir sınav olduğunu söyleyin. gayrı yaşayamam ben bu acıyla yoksa.
nihayet ayrılma vakti gelmişti dosttan. öpüştük, koklaştık, hunharca seviştik ayrılıktan önce. pardon, bu author hesabım değildi di mi lan?
hava karardığında indim otobüsten yeni yeni palazlanan kırsal ilçemde. tenha sokakları arşınladım acelesizce. müzik sesi geliyordu az öteden bir yerden. sokak düğünü vardı yine. kapamışlar bir sokağı, düğün şarkıcısının katlettiği bir türkü eşliğinde halay çekiyorlar. insanlar mutlu, insanlar eğleniyor. bense daha basit şeylerle mutlu olduğum, daha basit şeylere üzüldüğüm günleri özlüyorum. gece karanlık. şehrin ışıkları yıldızları öldürmüş. dilimde eski günlerden bir şarkı:
demek yine bana hüsran,
bana yine hasret var.
yine bana esmer günler düştü.
eyvah!