...küçükken her gün seni severdim.'' diye bitti mektubu. ayağa kalktım. çıplak oturduğum için deri koltuğa yapışan götüm sızlıyordu. iştahıma söverek mutfağa yürüdüm. bir bardak aldım sonra geri koydum. nası bardaktı lan o öyle. iğrenç. suyumu içip buzdolabına yöneldim. buz dolabının kapağına elimi tam attığım anda bir daha susadım, gidip bir bardak aldım. sonra onu geri koydum. diyorum ya nası bardaktı lan o öyle. iğrenç. suyumu içtim. tekrar
buzdolabına yöneldim ve buzdolabının kapağını açtım. işte olan her şey o anda olmuştu.
kapağı açtığım anda üzerime bir kadın atladı. isminin hatice olduğu aşikar olan bu kadın beni öpmeye başladı ben ise şaşkınlık ile susamışlık arasında bir yerlerde onun öpücüklerine karşılık veriyordum. kim olduğunu bilmediğim bu hatice beni hunharca öpüyor. adeta dudakları ile dudaklarımı yiyordu. pipim hafiften kalkmış, saçlarım ise dökülmeye başlamıştı. en sonunda haticenin kafasına pipimle vurmak suretiyle onu durdurdum. ''ne yapıyorsun be kadın! '' dedim. '' buzdolabı açık yarım saattir. nası elektrik girdi lan. Faturayı sen mi ödüyosun?'' dedim. bu tavrım sayesinde bir kez daha kuul olmuştum. hatice hemen buzdolabını kapağını kapadı. akıllı kız olduğu her yerinden belliydi. ''ismin ne senin yavruk? '' dedim seksi bir şekilde. '' hatice...'' dedi utanarak. neye utanıyorsa. neyse sonuç olarak bir kez daha buzdolabından üstüme atlayan bir kızın ismini doğru tahmin etmiştim. kendimle gurur duydum. susamıştım.
bir su içmek üzere buzdolabına yöneldim. giderken götümü kıvırtıyordum. bu durum beni çok üzse de ne zaman buzdolabından üstüme atlayan bir kızla öpüşüp susasam, su içmeye kıvırtarak gidiyorum. bir bardak aldım sonra geri koydum. nası bardaktı lan o öyle. iğrenç. suyumu içtikten sonra hatice'ye nereden geldiğini sordum. geçen gün marketten aldığım orkid marka prezervatifin yanında hediye olarak geldiğini söyledi. prezervatifimi buzdolabına koyarken o da arada kaynamış demek ki. bana ''senin için çok önemli bir görevim var solgun! '' dedi. pezevenk. sen kimsin lan dedim. sonra da merakıma yenik düşüp görevin ne olduğunu sordum. hatice'nin gözlerinde yaman bir bakış vardı. bakışlarından anladığım kadarıyla hatice çok gizli bir tarikatın olduğu bir binada başka bir çok gizli tarikat için bilgi topluyormuş. ancak anladığımı belli etmedim. hatice bana görevi anlatmak için soyunduğu sırada kapı çaldı. ona hemen buzdolabına gir dedim. çünkü gelen kuşkusuz en yakın arkadaşım kırmızı bayrak idi. kapıya yöneldim. hatice dur dedi. o seni öldürmek için gelen bir casus. dedim siktir git hatice. gelen kırmızı bayrak. hatice de: '' ben de onu diyorum. eğer kapıyı açarsan kırmızı bayrak seni öldürecek! '' hatice'nin bu söyledikleri beni adeta şüpheye düşürmüştüm. şüpheye düşmüştüm. fuck. hatice'nin dediği şeyi doğruluğundan emin olmak için göz rengim ne lan dedim. ve görmesin diye elimle pipime siper ettim. ''kahverengi'' dedi. bilmişti. hatice yalan söylemiyordu. pek şimdi ne yapacaktım? kapıyı açacak ve en yakın arkadaşımı mı yalayacak, yoksa buzdolabından çıkan bu prezervatif hediyesine mi güvenecektim?
böyle durumlarda yapılabilecek en mantıklı şeyi yaptım. tuvalete gidip kafamı klozete soktum. ancak hatice'nin bana seslenmesiyle kendime geldim. kapı ise hala çalıyordu. acık bekle dimi ibne. neyse. gidip kapıyı açtım. tabiki gelen kırmızı bayrak idi. hemen birbirimizi yaladık ve birbirimize kafa attık. onun kafası daha kalın olduğu için benim kafam acıdı. sonra bir anda popo çatalını gördüm. orada bir bıçak vardı. ''olamaz, olamaz, olamaz! '' diye 3 kez bağırdım. bugüne kadar en yakın arkadaşım dediğim çocuk bana suikast düzenlemeye gelmişti, daha da kötüsü onun çatalını görmüştüm. iğrenç. hemen haticeee diye bağırdım. hatice koşarak geldi ve o sırada osurdum. kırmız bayrak'a kafa atan hatice'de kırmızı bayrak'ın kalın kafasından nasibini almıştı. oracıkta bayılan hatice'nin yerine ben dövüşmeliydim. kırmızı bayrak hemen poposundaki bıçağı çıkardı ve bana doğru sallamaya başladı. her şey tamamdı. benden daha güçlü, daha kıllı ve daha kalın kafalı olabilirdi ama ben incirli bebesiydim. bir incirli bebesi demirden korkmaz, yoksa trene binmezdi. bir incirli bebesine çekilen bıçak incirli bebesi önünde saygıyla eğilir. kırmızı bayrak besbelli ki bunu unutmuştu. bıçağı elinden aldığım gibi kulağına tükürdüm. sağ kulağıyla sol kulağı arasındaki basınç farkı yüzünden sendeleyen ex en yakın arkadaşıma son darbeyi ise ağlayarak indirdim. prezervatif'in içinden çıkan bir kız yüzünden en yakın arkadaşımı kaybetmiştim. kırmızı bayrak öldükten sonra canlı canlı doğradık. parçalarının bir kısmı ile pide yaptırdık, bir kısmını da bitki büyüsün diye saksıya döktük. bu kadar olaydan sonra elbette susamıştım. mutfağa gittim. bir bardak aldım sonra geri koydum. nası bardaktı lan o öyle. iğrenç.
sirke giderken bir aslan tarafından parçalanmak kadar trajikomikti benim hikayem. ancak size o hikayeyi anlatmayacağım.
küçük bir çocuğun mavi ayıcıklı şortu
her nefret gibi ben de solgun ve sıcaktım. hüznümü kulağımın arkasına almış ve burun deliklerimin odak noktasındaki kıllar ile bir hissi bütünlük oluşturmuş, balkonda oturuyordum. doğrudan sokağın girişine bakan balkonumdan onu gördüm. evet. yeşil bir şapka takmış, altına ise pembe bir takım elbise giymişti. bu giyimiyle ne kadar kendini halktan biri gibi göstermeye çalışsa da nefes alışı onu ele veriyordu. onu tanımıştım. oyun buraya kadarmış diyerek içeri gittim. silahımı aldım ve ateş ettim. her şey burada bitiyordu. lakin başladığı yer çok farklıydı.
11 gün önce...
susamıştım. ancak su içemiyordum. -en azından çişim gelmişti de işeyemiyordum, gibi bir durumda değildim. o daha çok acı veriyor.- kafamı kaldırdım. kaldırımda insanlar koşuyordu ancak kimse beni görmüyordu. hayır, benden kaçıyorlardı. hayır, hayır benden değil sıcak bir şeyden kaçıyorlardı. ne olduğunu tam anlayamadım. sokakta osura osura yürüyor ve kimse benim osurduğumun farkına varmıyor diye mutlu oluyordum. her şey o anda oldu. sıcak ve ses. önce sesti galiba. ancak kesinlikle sıcak vardı. üzüldüm ve yere düştüm. ağlayamıyordum ve gülemiyordum. elim kıpırdıyor ancak bunu istemediğimi bilmiyordu. her şey karışık ve sisliydi. sonra ise ne ses vardı ne de sıcak...
11 gün önceden 3 gün sonra...
gözlerimi açtığımda her yeri beyaz diye hayal etmiştim ama maviydi. koduklarım beni sağlık ocağına mı getirdiniz diyecektim. ancak yana döndüğün zaman ''hacıbadem hastanesi'' yazılı vazoyu görmemle içim rahatladı. zengin yerine getirmişlerdi. boğuk bir sesle ''su'' dedim. kimse beni duymadı galiba diye düşündüm ve ''her gece popomu elliyorum.'' dedim. oradan bir ses geldi. koduğum ya. neyse. 4 saat sonra kendime geldiğime başıma ne geldiğini de öğrendim. başıma bir çiçek geliyordu. hangi salak çiçek vazosunu o kadar yakına koyduysa başıma değip beni huylandırıyordu. ha bir de bir bombalı saldırıdan yaralı olarak kurtulmuşum. bunu öğrenince ilk tuttuğum şey pipim oldu. allah korusun, bombalı saldırı da sıcaktan erimiştir, şarapnel filan saplanmıştır. neyse ki sapasağlamdı. o günü uyumaya çalışarak geçirdim. ancak aklımda bir şey yoktu. insan bombalı bir saldırıdan kurtulunca aklında hiç bir şey olmamasının garip olduğunu düşünerek aklımda bir şeyle uyuya kaldım.
11 gün önceden 7 gün sonra...
aradan 4 gün geçmiş ve ben hastaneden çıkmış eve gidip çavuşu tokatlamıştım. bombalı bir saldırıdan kurtulduktan sonra çavuş tokatlamanın da ayrı bir tadı var doğrusu. o gün bir kez daha karşılaştım onunla. nasıl mı hep beraber okuyalım.
kapı bir anda tekmelenmeye başladı. önce ''ne oluyor lan!'' diye bir korkudan sonra küfürle kapıya yöneldim. kapının deliğine bakmadan - böyle deyince de bir hoş oldu- kapıyı açtım. karşımda ise o vardı. evet, o. hatice. lanet olsun dedim. kırmızı bayrak'ı kesip yedikten sonra onu yalamış ve evden kovmuştum. kovarken de kafasına işemiştim. şimdi ne yüzle buraya geliyordu. tam ağzına çavuşla vuracakken, dur dedi. ''seni öldürmeye geldim...''
şok olmuştum. sen kimsin ulan dedim. o da gizli bir tarikatın binasında çalışan başka bir gizli tarikat üyesiyim, dedi. ''ha ha, bunu gözlerinden okumuştum bir önceki hikayede.'' dedim. şaşırdı. '' böyle bir dehaya yazık olacak.'' dedi ve bıçağını çıkardı. işte o anda zaman durdu. bir önceki sefer kırmızı bayrak'a kafa attığı için onunla dövüşümü görmeyen bu cahil kişi, bir incirli bebesinin bıçağa hükmedişine tanık oldu. kısa sürede yere yuvarlanmış ve kulağına tükürülmüş bir halde duruyordu. sordum '' bombayı da mı sen koydun?''. cevabı bildiğim halde bir cevap bekledim. söylemedi. sustu.
11 gün önceden 11 gün sonra...
benden kaçmıştı. buzdolabından çıkıp üstüme atlayan o kız, o masum, o tatlı yaratık ellerimden kaymıştı. turuncu bir kurbağanın acımasız aşkının sessiz çirkinliğinin, aşılmaz endamıyla kendimden geçmiştim. beraber neler yapmıştık, evet en sonunda beni öldürmeye çalışmıştı. bu bile tamamdı. ancak benden kaçması... kulağımı yaladıktan sonra benden kaçması... bu her şeyi bitirmişti. balkonda oturuyordum. o anda onu gördüm. yeşil bir şapka takmış, altına ise pembe bir takım elbise giymişti. bu giyimiyle ne kadar kendini halktan biri gibi göstermeye çalışsa da nefes alışı onu ele veriyordu. onu tanımıştım. oyun buraya kadarmış diyerek içeri gittim. silahımı aldım ve ateş ettim. belki acı belki de sevgi...kırmızıydı...sessizce akıyordu kalbinden...benim acımda mı böyle dedim...
bir ses ve sıcak...önce ses miydi hatırlamıyorum, sonra ne ses vardı ne de sıcak...
bir kez bile bakmadığın zaman geçmişe, bilmezsin sevinen bir kalbin son nefesi nasıldır. üşümek kadar sakin olan bir gecede, son öpücük kadar kutsal ve bir o kadar da zehirlidir o. dikenleri ile diker seni, ona. bir şey diyemezsin. gülümsersin sürekli lakin nedenini bilemezsin. zaman geçmez. ancak sen hiç bir zaman geçtiğini bilmezsin.
baharın ilk gecesiydi. buz tutmuş bir külün, son zehrini çektim içime. tüm benliğimi lanetleyerek son defa verdim zehrini havaya. kırmızı bir şey gördüm, karanlıkta. her zaman hissettiğim ama hiç bir zaman sevemediğim. gördükten sonra anladım neden orada olduğunu. neden geldiğini. son kez bir yalamak için. oradaydı işte. başyalanan, kırmızı bayrak. göz göze geldik. burnumu yalamak için bir hamle yaptı ama hayır, hayır olmaz. basit bir şey asla basit olamazdı. son bir kez yalamak için bu kadar beklememe rağmen istemiyordum. konuştu, sordu:
''neden?''
bilmiyordum. duygular ile yaşlanmış bir kulağın ağırlığı vardı pipimde. düşünceliydim belli ki o da öyleydi yada sadece çişi geldiği için göbek deliğime işiyordu. sonuç olarak sıcaktı ve renksiz. üşümem ile beraber ''son kez.'' dedi. artık yapamıyordum. dayanamıyordum. umudumun orospusu olmuş, yapmak için yalvarıyordum kendime. ancak bu kadar çabuk değildi. arkamı döndüm ve oradan uzaklaştım. bir çığlık beni çağırıyordu.
koltuğum pek rahat sayılmasa da osurduğum zaman duyabileceğim bir kalitedeydi. bunun rahatlığı ile biraz daha pet şişeye koyduğum kuru fasulyemden içtim. kuru kuruya gitmese de yapacak bir şey yoktu. ıslanamazdım. bu kadar günahın üstümden akmasına izin veremezdim. sustum ve içmeye devam ettim. acılarımı içtim, korkularımı. severken ki tereddütlerimi içtim. cesaretimi içtim, bırakırken. ölümü içtim son nefeste. dipte kalan o son fasulye tanesi gibi, sondum. bitişe az kalmıştı. bitiş için son çağrıydı. bir çığlık daha koptu. sonra bıkkın bir ses ''ölüm yolcusu kalmasın.'' bir kaç kişi ''elveda'' dedi. bir tanesi ağladı, bir tanesi güldü. zor olan her şey gibiydi. zor olan her şey gibi bu da farklı.
canım yanıyordu her nefes verdiğimde. alırken ise kan. kokusunu gördüğüm bir şey vardı. tadını duyduğum. acısını bildiğim. yaşam arkada kalırken. ışık artık uzaklaşıyordu. karanlığın sol eli ile kutsanmış bir ses duydum karşımda. ''sen de mi?'' şaşırdım. ''evet.'' onu burada göreceğim bildiğim halde şaşıracağımı hiç düşünmemiştim. ne önemi vardı ki. biletini aldığım kişi oradaydı. karşımda. sevdiğim kişi oradaydı. ölümde. taptığım kişi oradaydı. kalbimde. vurduğum kişi oradaydı. göbeğimde. hatice oradaydı.
biten bir hüznün ilk kırıntıları dökülüyordu yere. güneş doğmuştu. solgun güneş pembesi hüzünlerim ile geldim oraya. elimde bir aşk vardı. aşkın elinde ise ben kıvranıyordum. sevinçle bir deniz dalgalandı. sevince her şey güldü bana. yıllardı gördüğüm, duyduğum, bildiğim ne varsa şimdi arkamdan zaferlerini kutluyorlardı. ben gitmiştim. bir ölüm mutsuzdu aralarında. yine bir dert, yine bir uğraş. ben ise değersizdim. sadece küçük bir yolcu. elinde bavulu yerine aşkını tutan, diğer eliyle ise poposunun arasına kaçan tangası dışarı çıkartan.
bir ses vardı. ilk defa gözlerim hareketlendi. sözlerim sustu. güneş soldu.
ilk defa hayır dedim. ilk defa son olmamasını diledim. ilk defa hayal istedim ondan. hayır dedim. ''hayır''. gelmişti. benimle gelmişti. yalanmak için. ruhumdaki her günahı akıtmak için. gelmişti. ''neden?'' neden dedim. ''bırakamam.'' dedi. son kez yaladım onu. son kez akıttım günahlarımı ona. ben çok sevdim, çok gördüm, anlatamadığım hüzünlerim, ağladığım mutluluklarım oldu, ben çok yaşadım ama son kez öldüm.
evden sakince çıktım. panik olmadım. çünkü bir insan evden çıkarken neden panik olsun ki dedim. bunları düşünerek panik oldum. o sırada arkamda yürüyen polis benden şüphelendi. çünkü bir insan evden çıkarken neden panik olur ki diye düşünürken panik olmuş ve kendime pandik atmıştım. polis bana ''dur hele hemşire'' dedi. dedim ''ayol sen bana iğne yap çapkın seni.'' sonra anladım ki bana hemşerim diyordu. durdum ve döndüm. bana ''bakkal hayrinin bakkal yapımı yoğurtlarına işeyen sen misin? '' dedi. bakkal hayri ve dün ondan aldığım yoğurt aklıma geldi. ''hayır ama bakkal hayriden aldığım işenmiş yoğurdu yedikten sonra sıçtım, o sayılır mı? '' dedim. bunu dememeliydim. polis beni aldı ve karakola götürdü, işte benim hikayem burada başlıyor.
her hikayeye bir isim gerekir. çünkü hikayelerin isimleri vardır ve onlar da yaşar.
-hayatın en gebeli ve bir o kadar daha hamile yolu-
karakol'da ayna vardı. kendimi uzunca bir süre inceledim. karakola düştüğümden beri gözüm daha çok morarmıştı. çok kötü düşmüştüm. hangi salak kullandığı pisuvarı tavana asar ki? tey allahım. her neyse. komiser yıldat vemaz yada yılmaz vedat bana bir soru sordu. çocuğunun kimya ödevi ile ilgiliymiş. ondan sonra ise asıl konuya geldik. biri ayşe özerkan'ın kolunu yalamıştı. ayşe özerkan davası ile ilgili başşüpheli ise bendim. çünkü ben insanları yalardım. ne kadar dil döktüysem de bana inanmadılar ve o öğleden sonrayı pipi kalınlığında uzun demir şeylerin arkasında geçirdim. sonra ayşe özerkan geldi. komiser sordu, ''bu muydu bacım seni yalayan?'' ayşe özerkan bir bana baktı bir de pipime. sonra dedi ''hayır.'' komiser ibne bir adamdı. beni yala yoksa seni salmam dedi. ben de yaladım. yoksa bana salcaktı ya da beni salmayacaktı. ben de saldım kendimi ve yaladım. evet utanmıyorum. komiserin o kolunu yaladım. dilime yapışan son kıl, dilimden ayrılıp ıslak bir şekilde komiserin kolunda geri kıvrılmaya dönerken yaptığım hatayı anladım. devletin bir komiserini yalamıştım. fuck'a basmıştım. fuck'ı acımıştı kuşkusuz ama artık beni istediği kadar hapiste tutabilirdi. tamı tamına 13 gün boyunca kakamı yapmadan o koğuşta durdum. susadığım zaman çişimi içtim ve bana verilen suya işedim. bu işte bir terslik olduğunu ancak şimdi yazarken fark etmiştim. her şeye rağmen hayatta kaldım. 13 gün sonunda komiser kendini 17 kez yalattı. ben çaresiz bir şekilde onun penti'nin 6. derece koyulukta çorabı gibi olan kolunu yaladım. ama sonunda özgürdüm. hemen eve koştum. koşarken bir taksi tuttum. meğersem yanlış yola koşuyormuşum. boş yere yorulduğum yetmezmiş gibi bir de u dönüşü yapan taksiden ekstra bir kazık yedim. göt herif. ben dedim ona sahil yolundan devam et diye. her neyse. eve geldiğim zaman kapımda bir karınca yatıyordu. ilişiğine hemen bir mektup iliştirilmişti. mektup şöyle bir şiirle başlıyordu:
'' sensiz ben yokum,
çok kötü kokuyor bokum,
her gün yediğim ekmek bir sokum,
buna rağmen yine de tokum,
kimine göre ayı, kimine göre fokum
çok severim afyonu, kaymak ve lokum''
böyle iğrenç bir şiiri kim yazar diye düşünürken aklıma kimin yazdığı gelmişti. evet o kişi kuşkusuz benim kardeşimdi. ismini henüz söylemeyeceğim bu kişi mektuba şöyle devam ediyordu.
''afyondan aldım lokumu, abim yesin bokumu,
önce oku sonra kıvır ve ............ bu mektubu.''
sinirden kıpkırmızı kesilsem de bir şey demedim. çünkü desem bile beni duymayacaktı. tam bir salak olurdum öyle yaparsam. kardeşim mektubuna hızla devam ediyordu. çünkü yazısı adeta eğikti. devam ettim:
''ayşe özerkan, sağlam karı lakin onu ben yaladım abi. sen değil. biliyorsun. evet ben yaladım. sen benim yüzümden düştün oralara, özür dilerim. sensiz ben yapamam biliyorsun. o yüzden sev beni. önce yala sonra saç dibime işe benim...'' mektubun terbiyesiz bir hal aldığını görmemle mektubu yırtmam bir oldu. adeta çok havalıydım o anda. hikayem burada bitiyordu. ancak bu sadece yolun bir kısmıydı. her şey devam edecekti. okumadığım o mektup gibi...
kardeşimden gelen mektubu inanılmaz havalı bir şekilde yırtmamın üstünden 12 saniye geçmişti. mutfakta su içiyordum. bir yandan da gözlerimle içtiğim suyu kesiyordum. adeta ben içtikçe azalıyordu. o anda kardeşimin ayşe özerkan'ın kolunu neden yaladığını anladım. düşünün bir. hayat bir su gibi. siz onu içtikçe azalıyor ve sonunda bitiyor. içecek bir hayat kalmıyor. ölüyorsunuz. tabi ya deyip hızlıca anahtarı aldım ve dışarı çıktım. ancak yanlışlıkla hanımlar lokalindeki kek tabağı koyma dolabımın anahtarını almıştım. havalı olmak başa bela doğrusu. neyse. hemen kardeşimin yanına gitmek için bir taksi tuttum. taksici aşağı inip beni dövdü. ben de ''özür dilerim, taksinizi bu şekilde tutmak istemezdim ama çok acele bir iş bu. ne olur anlayın beni. ne olur taksici bey.'' dedim. taksici kuşkusuz iyi bir insan olmalıydı ki beni anladı. ben de taksiyi bırakıp içine bindim. ''levent'e lütfen. '' dedim. halbuki biz ankara'daydık. ''pardon, kendime hakim olamadım.'' dedim ve gideceğim yeri adama söyledim. o da ne dediğimi duymuş olacak ki gaza hunharca bastı. işte o an bir maceraya atıldığımı hissetmiştim. her şimdi başlıyordu. kol yalama ile başlayan bu hikaye acaba ne ile bitecekti?
hepsi bir sonraki bölümde.
taksi durduğu zaman bir şeyler hissetmiştim. ancak bunun konumuzla bir ilgisi yok. hızlıca taksiden indim. taksici beni hunharca dövdü yeniden. belli ki onu kızdıracak bir şeyler yapmıştım ama ne? bunu bulmalıydım. lakin gerek kalmadan taksici bu sorunu benim yerime çözdü: ''para vermeden nereye gidiyorsun lan pezevenk?'' adete para vermemiştim. bu beni taksicinin yaralarından daha çok yaralamıştı. para yüzünden gelen yara ne kadar ucuzsa, bunun için üzülen bir kaplumbağa o kadar tatlıydı. bunu bildiğim halde taksiciye parasını verdim ve ilk gördüğüm binaya girdim. bu binanın doğru bina olduğundan göğüs kıllarımın rengi kadar emindim. hemen merdivenleri çıkıp gördüğüm ilk adamın burnunu ısırdım. son kata geldiğimde, havaya tükürdüm ve önümdeki kapı açıldı. işte buradaydı. yıllardır beklediğim adam, son sevdiğim kişi, ilk düşmanım ve o osuruk kokusu. kardeşim tam karşımdaydı...
birini yaladığınız zaman onun tadını alırsınız ilk, sonra üzülürsünüz, göz yaşı dökersiniz. yalamak budur işte. acıdır, tatlıdır, tatsızdır ve bir sonucu vardır. sadece gördükleriniz ile bilemezsiniz yalamanın ne olduğunu ve eleştiremezsiniz birini, yaladığı için sevdiğini. kardeşimle 4 gün boyunca kavga ettik ve bu sırada 3 gün boyunca ekmek yedik. bunun bir nedeni olmalı diye düşünürken neden burada olduğum aklıma geldi. ''seni pislik ayşe özerkan'ı yaladın ve suçu bana attın. ne zamandır yaladığın birinden çekiniyorsun?'' dedim. kardeşim önce kafa attı ve sonra yaladı saç diplerimi. merdivenlerden çıkan bir hamamböceği gözüme ilişti o sırada. aşk buydu işte. hamamböceğinin tırmanmaya çalıştığı bir merdiven. neden olduğunu bilmezsin bu tırmanışın; zordur, acıdır, çişli ve pistir. ancak tamamladığında o tırmanışı anlarsın her şeyin boş olduğunu, tırmanmanın hiç bir mantığının ve yoğurtsuz mantının olmadığını. budur işte aşk. ne kadar gereksiz ve güzel. ağzım sarımsak koktuğu halde kakam gelmişti ve bu durum artık canımı sıkmaya başlamıştı. kardeşimi hemen paket lastiği ile bağladım. paket lastiklerinin bir kaçını yediğim için kolları ve bacaklarını bağlayamamıştım. hep böyle oluyor, neden paket lastiğini güzel yaparlar ki. her neyse, geriye tek bir şey kalmıştı; son çare kardeşimle oturup medeni bir şekilde konuşacaktım. aman tanrım. ikimizde çok heyecanlıydık. böyle durumlarda ya birilerini yalar ya da biskrem yerken çişimizi yapardık. bu durum oldukça farklıydı. başladı konuşmaya koltuğun kenarına sümüğünü silerek: ''bundan 14 yıl 232 gün 12 saat 34 dakika 53 saniye önceydi...hatırlıyor musun?'' amanın didim. nasıl unutabilirim bunu, bu tarih, bu his. evet evet.
--oldukça geçmişe gidiş--
yağmurlu bir salı sabahıydı. babamlar akşam namazından dönüyordu. o sırada amcam bu çocuk olmadı be birader diyerek kafama bir tekme attı. bunun verdiği huzur ile çöplerin içine düştüm. sonra hayatı aynı bu çöpe benzettim. insanların hepsi yedikleri tekmelerle çöpe düşmüyor muydu? işte buydu. bir kez daha mutlu olarak eve çıktım. çıkarken kapıcı muzaffer efendi'yi yaladım. yukarı çıktığımda her şey kahverengiydi. kardeşim yine altına kaka yapmış ve onu duvarlara sürmüştü. işte benim kanım böyle olmalıydı. gururla mutfağa girdim ve masanın üstünde gördüm onu. her şeyin başladığı yerde, her şeyi başlatan şey. sonumu kendi sonuyla hazırlayan, sadece acıların sevebileceği bir tornavida kadar hissiz bir şey. kardeşimin yediği cips. evet buydu. buydu yaşam ve ölüm. o cips ki anlardı ne zaman güleceğini ve ağlayacağını bir saatin. aldım ve yedim onu. şok oldunuz ama yaptım. bu bendim ve insanlar kendileri olduğu kadar insanlardır yoksa onların da çakıl taşlarından hiç bir farkı kalmaz. elbette gururlu, elbette yürekli ve elbette adidas montu olan biriydim. bu yaptığımı kardeşime söylemeliydim. iyi insanlar ve oto tamircileri böyle yapar. ben de çişi gelmiş biri olarak bunu yapmalıydım.
kardeşimin altını değiştirdiği ve bezlerini yüzüne sürdüğü odaya girdim. ağzımdan sadece 24 kelime çıktı. ''evet, biliyorum. bana kızacak, beni yargılayacak, benim yüzüme işeyeceksin. ancak ben, ben senin cipsinin sonunu yedim kardeşim. sadece yemedim, cips paketini yalayıp saçlarıma sürdüm.''
...ve son kanı damlarken kardeşimin yere, fısıldadım onun ismini 2 kere. son gördüğüm yüzdü onunki. öldürdüğüm ilk ve tek yalayıcı. sevdiğim 83. insandı. bildiğim son şey, öğrendiğim 13. şeydi. kardeş öldürmek ne kadar çilekli ise buna üzülmek o kadar yabancıydı bana. bir şey demeden çıktım odadan. ölüler duyamaz dediklerinizi çünkü. dinlemezler ve umursamazlar. onlar sadece ölülerdir.
bildiğiniz kadar sevin kolunuzu ve sevdiğiniz kadar öğrenin bir kalbin yaşadıklarını. çünkü odur ki sizi sizden daha güçlü kılacak yegane şey. bilmek için sevdiğiniz her şeyi öldürün. öldürün ki bir gün sizi bilmekle suçlamasınlar. onlar budur ve her zaman bu olacaklar.
günlerden neydi bilmesem de ayın 12'siydi. aylardan ne bilmesem de soğuktu ve ısınmak için öpebileceğiniz hiç bir umut yoktu. şimdi bunun suçlusu tanrı mı yoksa göz müydü? kim bilir. sadece ufak bir araba lastiği de olabilir. hayat bu kadar saçma ve basitti. yine de denemeye değer değil mi?
kahraman kapıdan dışarı çıktı. evinin dışında çıktı. korkusunun içine girdi. huzurunun tam ortasında kesti mutluluğunu. bildiğini unutmak için aldı eline anahtarını. anahtarını yiyemezdi. attı o yüzden sadece cebine ve yürüdü. yürüdü ki bilebilsin yaşadığını. koşmadı ama, koşmak için daha erken. koşanlar anlar ne demek istediğini. koşmak için her zaman erkendir ve koştuğunda hep geç kalmışsındır. yürürken gördü onu. sıradan bir insanı. hikayemizle hiç ilgisi olmayan o sıradan insan şimdi burada kendine bir yer bulmuştu. ne kadar kolaydı. sıradan bir insanı, buraya yazarak onu artık sıradan bir insan olmaktan kurtarmıştı. eğlenceli.
''hey sıradan adam, dur. dur çünkü artık sıradan değilsin.''
sıradan adam şaşırdı. koşma zamanı gelmişti galiba. hayır henüz erken. sıradan adamlar konuşamazdı ama. ne diyecekti şimdi. kahraman bu sorunu çözdü.
''sana bir isim lazım sıradan adam, bir ismi olanlar konuşabilir ve bu hiç komik değildir. sen artık zaman olacaksın. isminle gurur duy ve konuş özgürce.''
zaman güldü ve dile geldi: ''sevgim sizinle değildir, lakin minnettarım hüznünüze. acımanız acınası da olsa bildikleriniz yaratır mutluluğumu. yolum artık ifadelidir bir şeyler için ve lütfen, benimle bir şeyler için.''
kahraman mutlu oldu. sevmedi elbette hüznü bunu. kahraman mutsuz oldu.
''peki zaman, ancak çabuk olsun lütfen. koşmak için geç kalmak istemem''
yürüdüler beraber. yürürken konuşmadılar. konuşabilirlerdi ancak bu tamamen başka bir hikayenin konusudur.
durdular bir şeyin önünde. adı neydi bu şeyin. bunu kahraman bilmiyordu, zaman ise bilmemeliydi. sordu yine de zaman'a, ''nedir bu?''.
''bunu bilmemeliyim, ancak sessizliğim bu hikayeye sadece biraz daha sıkıcılık katacaktır. ah, evet söyleyeceğim sana ne olduğunu. bu bir *?!# kutusu.'' dedi zaman.
adı söylenmeyerek olaya daha büyük bir sıkıcılık katan bu kutu ne işe yarayabilirdi? bunu düşünmeye zamanı yoktu kahraman'ın. zaman'ın da yoktu.
yürümeye devam ettiler neden sonra. işte bir şeyler içilebilecek bir yer. ancak bu yerin bir adı olmalı. buraya daha çok gelecekler. bir daha başka yere gideceklerine ihtimal vermem. buraya ad verme işini zaman'a bıraktı kahraman.
gözlerini kıstı zaman, -birini tanımak için uygun bir an. onu izlemeli ve bir şeyler öğrenmelisiniz.- mekana baktı, dışarıdaki sesleri dinledi, sadece susabilirdi oysa kahraman'a burayı sevdiği söyledi. nihayete erdiğinde tavırları, hükmünü verdi: ''buranın adı uzay olsun.''
----
olacak şey vardır daha. uzun bir yola çıkmanın farklı yolları vardır. ben kısa bir yoldan sonra uzun bir molayla başlarım uzun bir yola. belki bir gün, hatta yarın sizin hikayelerinizde sizin yolunuzu izleriz. o zaman yargılamaz kimse sizi, sizin yaptığınız gibi. heyhat kim bilir belki gelmez yarın bile.