günler geçiyor üstüste, haftalar geliyor. aylar geçiyor, yıllar geliyor.
insanlar ömürlerini aynı yerde aynı şekilde tüketiyorlar. sanki ellerindeki tüm sermaye buymuş gibi...
kim bilir?
hayat denen şey matematiksel olarak tanımlanabilen bir denklem, bir fonksiyon olsa; herhalde sabit bir eğimle ifade edilebilecek bir doğrusallıktan bahsederdik.
yani her şeyi bir kısa denklemle ifade edebilmek.
her sorunu.
her ifadeyi.
her çözümsüzlüğü.
tek bir denklem. kısa ve net.
cümleler kurmak çok kolay olurdu böylece. fikir ve kişilik ifadesi de bir o kadar basit. upuzun bir metnin içinde, yazarın kişiliğini ortaya çıkarttığı ufak ufak bölümler olurdu.
böylece anlardık.
anlamak da çok kolay olurdu.
sürekli aynı şeyler.
sadece tartışmaları kastetmiyorum; yok "bekaret kukuda değil beyindeymiş", yok "türban sorunuymuş", yok "sana kendimi anlatmamak için kelime oyunları yapıyorum" muş.
bir savaş düşünün,
ölen insanlar.
cesetler üstüste.
vahşet her yerde.
bu savaşı yayınlayın otuz milyona.
hepsi sofralarının başında,
ekmeklerini bölerken,
içeceklerini yudumlarken.
kimse kusmaz.
kimse yadırgamaz.
kutsal kelamlar indirin gökten,
aynı bölgeye, iki kavme.
aynı şeyleri, değiştirerek.
aynı metinleri tekrar ettirerek.
kimse inanmaz.
kimse katılmaz.
insan denen varlık o kadar aşağılık ki,
sevgileri,
ibadetleri,
hırsları...
hepsi yalan.
-
kendimizle o kadar haşır neşir, o kadar sürekli bir beraberlik içindeyiz ki.
kendimize karşı kayıtsız kalıyoruz.
zaten ona da kayıtsız kalınca,
hayatımız bomboş geçen günlerden oluşan bir dizgiye dönüşüyor.
tanımla, geç.
(ve genç adam sordu:
belki burdaki tüm gezegenleri bitirdik ha;
yeni bir güneş bulmaya ne dersin?
fıstık)