dua etmeyi bile göze aldığı saatlerdi bunlar. zaten zoraki uyuduğu yine bu günlerde, alacaklı gibi yakasına çöküyordu kabuslar. çoğu pek hatırlamaz gördüğü kabusları. ancak bu adam, diğerlerinin aksine oldukça iyi hatırlar ve gördüklerini en ince detayına kadar bir daha canlandırırdı zihninde. bu karmaşalık daha çok, çözülmesi için son yirmi saniyesi kalmış orta çağ zeka oyunlarını andıran imgeler gibi sancı dolu olurdu. çözüm bulamadığı vakit ki her zaman olduğu gibi çiğneyemediği harfleri birleştirip edeplice bir küfür de kondururdu. şu hiç aksatmadığı, -dişlerini göstermeden gülme- eylemini de yapıştırırdı gözlerini hatırından silemediği siluete.
-güzel- uykusundan arta kalan ne olmalıydı bu durumda? yerinden fırlarcasına çarpan kalp mi, kan çanağına dönmüş gözler mi? kulak çınlatan bir uğultu mu olmalı yoksa içmeye unutulmuş sigara mı? belki de ritmi bozuk bir kelebek dansı...
hiçbirinden pek fazlası değildi. bir damla ilaveyle birkaç sitemkar nefes alma girişiminden sonra ise uzun uğraşlarına rağmen aklına yeni bir uyku gelmezdi.
yine böylesine uyanmaya alıştığı; alışacaktı elbette, alışacaktı. çünkü, kafasında yaşadığı ayrı bir dünya vardı. ve artık gerçekle sanalı; olanla olması gerekeni ayırdedebilme yetisi üç-beş renksiz hap tarafından elinden alınmıştı. saatlerce yere basamazdı ayağı, uçardı bir avuç kadar uzaktaki hayaline. sonra kendini uyuyor görürdü. başarıya doymuş, sevimli bir aile babası kıvamında görürdü kendini. bir süre ruh-beden uyuşmazlığı had safhada seyrederdi. geri döndüğünde ve uyandığındaysa...
yine böylesine bir -sabaha doğru- vaktiydi, henüz uyanmıştı. sırılsıklam olan yastığından destek almak istemese de çaresizce dirseğini yaslamış ve ağır aksak pencereyi aralamıştı. yarım saat sonrası tan vakti olmasına rağmen, iki saat öncesi hala düne aitti. dün, hala önceki günlere, birbirinin aynı yüzlerce düne; yüz güldürmeyen güne aitti...
gözlerini bir duvardan diğerine çevirdi. satır arasına gizlenen kinaye rengindeki bu silueti tasvir etmek için artık özel bir uğraş vermiyordu. çünkü ilmek ilmek, günden güne kendi çizmişti bunu. dövme ustaları gibi yavaşça, gayretle ve hiçbir noktasını bir diğerine bocamadan. bittiğinde bu sanat eserini artık silme gibi bir imkanı yoktu. zira bu kez üstelemedi, gücü de yoktu. küçük bir kaş çatmasından başka verebileceği tepki de.
yanı başında ıstıraba kök salmış çekmecesini karıştırdı. çakmak buralarda bir yerde olmalıydı. yarı açık gözlerle arama eylemini bir kaç dakika daha sürdürecekti. bir ara çakmağın ayaklandığına ve parmaklarından köşe bucak kaçmakta olduğuna yemin edebilirdi. sonunda, uzanabileceği en uzak noktasında buldu onu.
her nefes çekişinde, gözünün önünde siluete ilaveten kelimeler, cümleler peydah oluyordu. güzel ezgi oluşturmuş bu nota dizilişinde altı çizili olanlar vardı ki aynada hatalarını kendi yüzüne vurabilen insan haysiyetine sahip, teraziyi kırmayan en ağır notalardı. biri diğerini ölümüne severken, diğeri bu kadar sevmesine anlam veremeyen -çiftler'i oynuyordu siluet ve notalar. notalar hangi rengi giydiyse de hangi kelimeyi sırtladıysa da pek ilgi çekici olmamıştı siluet nazarında. buna da alışmıştı.
alışmıştı alışmasına da yorgunluk saç diplerinde yıkanmış, göz kapaklarına serilmişti çoktan. saçları cansızdı. canı daha bir cansızdı. tüm bunların aksine bir de gülümseme vardı yüzünde ki hiç de acınası gelmeyen cinste, kimsenin küçümsemesini gerektirmeyecek olgunluktaydı. ayrıca dişlerini saklaması durumu ve gülüşündeki asimetri, bu durumu destekler nitelikteydi.
hayatının kilometre taşlarında renkler asılıydı. hangisine basıp da geçtiyse bir diğerine ulaşıncaya kadar o rengi yansıtmasıydı tüm mesele. bir yanlışla; yeşili görünce mavilik unutulmalı mıydı?
elbette meyve, dalında çürümeye terkedilmemeli; en olgun, en tadında olduğu vakit koparılmalıydı ve öyle de olmuştu. yine de içini rahat tutmaya yetmiyordu bu düşünce. iç sesi, diğeriyle tartışırken o, bu durumu görmezden gelemiyordu. ve ikisini de haklı bulduğu vakit de duvarda yahut gözünü akıttığı her çehrede aynı siluet ve altında notalar beliriyordu. bu safsatayı ömrü boyunca tekrar yaşamaya rızası yoktu. herkes zamanı gelince kendi kıyametini koparma gücüne sahip olsa nasıl olurdu acaba? o düşünceye bir daha kapılmayacağına dair söz vermişti kendi kendine.
yine dişlerini göstermiyordu. eskiden yazdıklarını okumak artık üzmüyordu eskisi kadar. bilakis hoşuna gidiyor hatta kendiyle gurur duyduğu zamanlar, cümleler dahi olabiliyordu. tek korkusu, günün birinde küp şekerin altında kalarak mefta olan bir karınca misali olmaktı ileride. söz gelimi tek sevdiği, en çok sevdiği şeyi yapmak, doğaya olan bağlılık noktasını gün yüzüne çıkarmak demekti. bu da durum itibariyle kolay hedefi olma fırsatsızlığını artırıyordu notaların. hep acı telden, yankısı hiç kesilmeyen dipsiz kuyudan geliyordu zira. en azından böylesine sancıyla uyanmasa mücadele edecek gücü olacaktı. nitekim renksiz, küçük mü küçük bu haplara tüm enerjisini hibe ediyordu, her gün üstelik ve gönülsüzce. parasını çoktan ödediği bir sağlıktı tüm istediği. çekmecesine küçük notlar halinde biriktirdiği cümleleri birleştirmek istiyordu hayatında. vebalini çoktan çektiği bir dinginlikti tüm arzuladığı...
kafası, mikserden geçmiş pasta hamurundan farksızdı. uyandıktan daha bir-iki saat geçmeden hep bu kıvama gelirdi. manyetik alanı o kadar kuvvetliydi ki bu çekim gücünün, hangi duyguyla yahut hangi sevinçle yaklaşırsa yaklaşsın, kara deliğe kapılan yıldız gibi, ufalanarak yok oluyordu. yok olduğu yetmezmiş gibi kara deliği bir kademe daha büyütüyordu bu işkence.
en iyisi mi, yazarak süzmekti. kırmızı kalemini almaya yeltendi az evvel çakmağını aradığı çekmeceden. yine aynı çekmecenin üzerinde savrulmuş vaziyette duran kağıtlardan boş olanını aldı tek hamlede. kağıdın altına destek niteliğinde de küçük notlardan ibaret günlük misali yeşil kareli defterini iliştirdi. bu kez kırmızı kalemle yazacaktı;
bu renkte yazdıkları sahibine hiç gitmemişti daha önce. yine gitmeyecekti.