"Şiir, denildiği gibi kesin gerçek değilse bile,şiirdeki gerçeğin kendi kendini araştırdığı bu son sınırda, onun en yakın amacı, en yakın kaygısıdır. Benzetme ve simgeye dayanan düşünceyle, aracı imgenin uzak parıltısıyla ve bunun binbir çağrışım zinciri üzerindeki karşılıklılık oyunuyla
ve sonra, varlığın bütün deviniminin aktarıldığı bir dil yardımıyla, ozan, kendini hiçbir zaman bilimin olamayacak bir gerçek üstünün iyesi kılıyor. Şiir, bir tanıma yolu olmaktan çok, bir yaşama, hem de bütünüyle bir yaşama yoludur. Mağara çağlarında yaşayan kişide bir ozan vardı, atom çağında yaşayan kişide de bu var olacaktır.*
Sağlam bir kafa, merhametli bir yürek güzeli yaratabilir ancak. Zamanın bilgisini kuşanmış, sınırların ve egemen sistemin farkında olanın yazıp söyledikleriyle, ben merkezli düşüncesinin ötesine çıkamayan, dar çember içinde dönenip duranın yazıp söyledikleri bir olur mu? ilki, sokaklarından, kentlerinden, toplumsal ilişkilerinden ve dünya coğrafyasından savrularak, evrenin akla hayale sığmayan derinliğine doğru yol alır ve insanı bunların odağı kılar. Birbiri ardına aktarılan masalları çoğaltmakla yetinir diğeri. Zaman içinde her köşesiyle değişime uğrayan düşüncemize koşut olarak az ya da çok dil ve düşünce de değişir. Yani anlatımın rengi, kıvamı, tonu ait olduğumuz katlardan izler taşır. Sessiz ya da coşkun bir sel gibi akan düşüncenin bu halini kimseler engelleyemez. Önemli olan bu akışın ayrımına varıp, bir kenarından bütüne dahil olmaya çalışmaktır. Yoksa, günümüzde görüldüğü gibi şiirin cininden, tanrısından vb. ipe sapa gelmez hurafelerden medet umanların tanığı oluruz.
Şiirin mantıkla ilgisinin olmadığını ısrarla hayata geçirmeye uğraşanlara katılamıyorum.Bir müziğin, ahengin, ritmin yaratılabilmesi için bilgi'nin ön koşul olduğunu kabul ettiğimize göre, bu ve benzeri olguların anlayışımızın üzerinde olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani şiire dair "tanrısal duygular" dan söz etmenin, önsezi ve meczupluklarla üretmenin olası olmadığını, her an uç veren düş ve düşüncelerimizin bizde başlayıp bizde bittiğini rahatlıkla öne sürebiliriz. Hayata dair kafa yoran, araştıran, ayrıştıran ve yeni bütünlükler oluşturanın, gerçek karşısında zaman zaman şaşırsa da hiç de bocalamadığını görüyoruz. Eşyanın dış yüzüyle ilgilendiği ölçüde içe, derine iniyor o. Geleneğin çürümüş yanlarını umursamadan yeni kapıları aralıyor. Birilerine aykırı gelse de, ait olduğu doğanın bir türevi olduğunu duyumsayarak bu zorunlu ve hiç durmayan akışa katılıyor. Bu noktada bir gerekirlilik çıkıyor karşımıza; doğanın, evrenin, toplumsal ilişkilerin bilgisini kuşanmış bir düşüncede yani insanın yalnızca kendisine ait, kendisini çoğaltan-eksilten, çözümleyen hayallerinde dış dünyanın da yer alması gerekirliliği.
Irmak yatağından beslenir. Suyunun delicoş veya durgun akmasının önemli nedenlerinden biri de kıyıları, kayaları, bükleri ve ele avuca gelmeyen yığınla kımıltılarıdır. Suyu köpürten, deniz kokusuna doğru şahlandıran etmenler aradan çekildiğinde, cılız bir dere kalır gözümüze yansıyan panoda. Düş ve düşünce potasında dağları, denizleri, dünya coğrafyasını, ilişkilerini harmanlayan bir şairi yatağına sığmayan ırmağa benzetebiliriz. ileri hamlelerinin oluşturduğu köpükler, dalgalanmalar vb. hareketlilik içinden fışkıranın dirim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumu yani yatağını ve bu yatağın içerdiklerini küçümseyenin sayıklamalarıysa kimseleri ilgilendirmez son aşamada. Birileri tarafından benimsenebilir, yazıp söyledikleri güzellenebilir ama bu tavırlı yaklaşımların altı biraz eşelendiğinde ucuz çıkarların, yalan ilişkilerin, çürümüşlüğün tanıkları oluruz. Ben merkezli düşüncelerle oluşturulan antolojileri açın bakın, hayata, has şiire ve şaire ihanet edildiğini kendi gözlerinizle göreceksiniz. içinde yaşadığımız toplumsal dokudan yükselen küf ve çürük kokusuyla bütünleşenlerin, bu bataklıktan başka yaşanabilecek yer olmadığını sananların gerçek'i hayatın hangi kımıltısıyla örtüşebilir? Şiiri, kutsal kitapların ayetlerine ve ben'e indirgeyenlerin özgürlüğünden söz edilebilir mi?
insana özge her akılda var olan düş odalarının sınırsızca genişletilmesinin biricik yolu okumalardan, yorumlamalardan geçiyor. Nesnel gerçekliği ortadan kaldırıp, mucizelere bel bağlayanların ve bunları çoğaltanların, güzellik ve yaşam adına hurafeleri kalabalığın malı kılanların her gün biraz daha çoğaldıklarını görüyoruz. Kirli siyasetin ürünü, kılıktan kılığa bürünerek aramızda yer buluyor. Bu karmaşada toplum adam gibi anlama, anlatma yeteneğini yitiriyor. Önüne sürülene ister istemez boyun eğer görünüyor. "Halk, lâyık olduğu biçimde yönetilir" diyenlerse, dayatmaları, kuşatmaları, beyin yıkamaları vb. olguları dile getirmekten kaçınıyorlar nedense. Dış dünyayı bilgi birikimine ve geleneğin kimi yakıcı kurallarına baş kaldırarak algılayan,zamanı ve mekânları yeni anlamlar yükleyerek ayrıştırıp yeniden bütünleyen, özdeksel ve tinsel değerlerin ait oldukları katların bilincinde olarak gündeme yeni söylemler getirenlerden korkuluyor hâlâ.
Toplumun kan kaybı, genel olarak şairin ve şiirin de kan kaybına neden olmaktadır. Toprağı, suyu,havası daraltılan bir bahçenin solup kuruması gibi, özgürlükleri daraltılan şair de doğallığını yitirecek ve kokusuz naylon güller üretecektir. Onlarca yıldır süregelen uygulamalar sonucu, kalabalığı tarikatlara bölen kirli siyasetin altında kalan insanın yapıp etmelerinden ne yazık ki şair de payına düşeni aldı! Şimdi, şiir tükendi, tükeniyor diyenlerin belirlediği gerçek biraz da bu. Binlerce yılın içerisinde birkaç kuşağın yanıp kavrulmasıyla, toplumsal yapının eskileri benimsemekte ayak diremesiyle artı eksi sonsuzdaki akış durmaz yani şiir asla tükenmez. Ama gönül istiyor ki bu karanlık örtüyü dokuyup üstümüze serenlerin kimler olduğu bilinsin artık. Güncele, bin yıl öncenin giysilerini giydirmeye uğraşanların gerçek yüzleri görünsün.
Şairi ve şiiri açmazlara sürükleyen kirli siyasetten söz edip durdum. Şimdi vereceğim sadece bir örnekle güzelliğin nasıl kuşatıldığı iyice anlaşılacaktır. Şiir ödüllerini veren jürilere çevirin gözlerinizi bir an; ömründe bir tek dize yazmamış, sanata dair bir tek satır üretmemiş kişilerin buralarda yer aldığını göreceksiniz. Hafızasında binlerce şiir olsa da, üretmeyen biri/birilerinin hafızlık'tan öteye gitmeyen düşüncesinin seçkici yanına nasıl güvenilir? Şiir için yüreğini terletenlerin ilk önce yakalarından bu kirleri temizlemeleri gerekiyor. Ki şiirin tükenmişliğinden söz edenlerin görevlerinden biri de bu olmalı bana göre.
Doğada, toplumda, hayatın her karesinde var olan şiiri ele geçirebilmek, dilin tartısına vurup yeniden yoğurabilmek için yeteneğin yanı sıra dünyanın, evrenin, evrilmelerin bilgisine de gereksinim vardır. Egemen sistemin sözcüsü konumundaki şair babaların şair oğullarını ödüllendirdiği, hafız'ların ömrümüze, yani şiirimize yön belirlediği bir zaman dilimini yaşıyoruz. Payımıza düşen güneşin ayrımına vararak ben'den bize doğru yol almalıyız. Yoksa, etrafımızı çeviren bataklık daha da derinleşecektir.
Şiir kalın. **
"Sanatçının dünya görüşü, estetik kanıları, sanatın özü ve belirlenişi üstüne kendi anlayışı, belirli bir toplumsal çevre içinde oluşur ve onunla belirlenir. Bu nedenledir ki, sanatçının estetik bilinci içinde gerçekleşen sanatsal yöntem, sanatçı bunu kavrasın kavramasın, toplumsal tarihsel bir kategoridir. Dünya sanat tarihi bize şunu göstermiştir ki, sanatçının yaratıcı yönteminde barınan
bireysel özellikler, yalnızca onun özgül karakteriyle değil, ama aynı zamanda, sanatçının bilincinin belirli toplumsal çıkar ve idealleri kendine almış oluşuyla da koşullanmış olarak ortaya çıkar. Bu nedenle sanatsal yöntem, bir toplumun, bir sınıfın, bir dönemin belirli özgül ideolojik-estetiksel gereksinimlerini yansıttığı içindir ki, son kertede, yalnız bir sanatçının 'kişisel özelliği' olamaz." *
Dil toplumsal bir nesnedir. Anlaşalım ya da anlaşmayalım bölünmez ortak mülkümüzdür. Şair, şiirini bu toplumsal nesneyle yazar. Şiirinin kımıltısını, coşkusunu ise usu tarafından beslenen imgelerle sağlar. içinde yer aldığı toplumsal yapıya göre söylemini gerçekleştirir. imgeleri, konuşma biçimi, sözcük dağarcığından oluşan çoğulluk şairin biçemidir. Bireysel söylemiyle toplumsal alandaki yerini belirleyen yapı biraz da budur. Yani, bilgilenmesine koşut olarak toplum ırmağının hangi kıyısında bulunacağına kendi iradesiyle karar verendir.
Şairin biçemi ne kadar etkin olursa olsun salt içgüdüsü ve yetisiyle yazdığı şiir, şiir olmaktan öte onun bir becerisidir. Yani sanattan ziyade zanaattır. Şair, kendinden öncekilerin ne yazdığını ve kendinin, onların bir tekrarı olup olmadığını bilmek zorundadır. Yaşadığı coğrafyanın şiir ırmaklarında kulaç atmadan yazmalara soyunmak, işin başındakiler için tehlikelidir. Halk Şiiri'ni, Divan Şiiri'ni , Garip Akımı'nı, ikinci Yeni'yi incelemeden, öğrenmeden yola çıkanın varacağı durak uçurumdur. Irmağın kaynağına, yatağına, kıyısına dair kafa yormaksızın içinde kulaç atmaya kalkışmak, zamansız boğulmalara neden olur. Birikimlerden yararlandıktan sonradır ki içgüdü ve yeti tamamlayıcı unsurlar olarak şairin kimliğinde yerlerini alırlar.
En önemlisi şiirin, zamanın ve toplumun dışında yazılamayacağı gerçeğidir. Duyguların yarattığı evrenlere biçim veren, derleyip toparlayan akıl, toplumsal olayları göz ardı edemez. Yani şiir, içine doğduğu toplumun dili, kavramları ve imgeleriyle kurulur. Bütüne yakın unsurlarıyla toplumun ve dönemin malıdır. Tam bu noktada, şiirin özgürlüğünden ödün verilmelere başlandığı düşünülebilirse de, şair kimliğinin önemi bir kez daha ortaya çıkar. Kurduğu veya kuracağı yapının mimarındaki 'ustalık' devreye girer; ortaya çıkacak olan ürünün güzel ya da çirkin oluşu bilgi birikimi oranında olacaktır. Sokaktaki adamın anlayabileceğini yazıp söylerken,onun ağzıyla konuşmayacaktır.
Anlamını öğrenmeye uğraştığımız hayat,hiç ara vermeden zengin motiflerle çoğaltıyor kendini.Gözümüzün iliştiği her yerden yaşama sevinci fışkırıyor. Görmek isteyerek bakıldığında kımıltıdaki renklerin dönüşümü şaşkınlığa düşürüyor bizi; dokununca yapraklarını büzüyor, sakınıyor incecik gövdesini bir çiçek. Suları toprak bilip derinlere kök salıyor sarmaşık. Yanılmaz bir mimar gibi peteğini hep altıgen olarak örüyor bal böceği.Aklı kendimize özge bilip bizden olmayanlara yakıştıramıyoruz. Oysa,her canlı kendine özge bilgiyi sonuna dek kullanıyor. Yüzümüzü kalabalığa çevirdiğimizde geri-ileri yapılar çıkıyor karşımıza. Kirli siyasetçiler, sömürgenler insanı kendi haline bırakmış olsalar, ya da insan bütün değerleriyle sömürüldüğünün ayrımına varabilse, yakasına yapışmış olan bu kenelerden kendi elleriyle kurtularak daha özgür düşünecektir. Bu durum tabuların yıkılması, ileriye gidişin de başlangıcı olacaktır.
Sonsuz hayatın ve insan edimlerinin karelerinden yansıyan kımıltıları şiirin okyanusuna düşüren şairin, dünya durdukça anılacak olmasının nedeni, bütünü tanımlama gayretidir. Parça bütünü nasıl tanımlar, demeyin. Bu yola giren şairin açacağı kapıları, neden olacağı devrimleri bir düşünün. Bir bakışla okuyup geçtiğimiz 'izm' lerin oluşum nedenleri, bunları hazırlayan toplumsal şartlar, parça-bütün ilişkisinin sonucudur. Alttan alta konumuzla ilintili olduğuna inandığım bir iki örnek vermek istiyorum; tabandan baskı olmadığı sürece hangi kral ya da diktatör gönül rızasıyla tahtını bırakır?Eskinin batağında çürüyen insana yeniyi göstermedikçe, bu yöne doğru bir yönelişten söz etmek olası mıdır? Mayakovski'nin, Lorca'nın ve Nazım'ın şiirlerinin paslı kapıları açan birer anahtar olmaları bu yüzdendir. ilk ikisinin meydanlarda halka şiir okumaları, Nazım'ın şiirlerinin ise bugün bile elden ele dolaşmasının nedeni parçanın bütünü etkilemesinden başka nedir ki.
Şiir,tarihsel dokusu içinde incelendiğinde,ait olduğu toplumun din,ahlâk,felsefe vb. kavramlarına dair ipuçları verir. Bu yanıyla belki siyasidir ama asla araç değildir. Özü itibariyle yanılgılara açık olan şair onu zedelemediği sürece, doğallığın özsuyundan beslenir. Özgürlük, eşitlik,demokrasi vb. arzuları, şairin kendi değer yargılarının farkına varmasıyla anlam kazanır. Bu olguları bir siyasetçi gibi değil de sanatçı kimliğiyle, yani yüreklerimizin bam teline dokunarak sezdirir. Bundan sonradır ki güzellik – şiir, bir takım odakların zevk aracı olmaktan kurtulup ağırlıklı olarak topluma ait olur ki bu durum ileri hamlelere kendiliğinden bir zemin hazırlar. Değişken ve genişleyen okuyucu kitlesi, dönüşürken dönüştürür de. Katı tutumlar, muhafazakârlık, kuralcılık vb. olgular sahneden yavaş yavaş inerler. Yerini özgürlüğün sınır tanımayan yükselişi alır. Akıl tarafından ele geçirilen hayatın kımıltısı sistemleştirilerek bilgiye dönüştürüldükçe, şiir bilmece olmaktan kurtulur.
Toplumun akla yönelmesinden korkan gücün, eğitimi yap boz tahtasına çevirdiğini izliyoruz uzun yıllardır. Kaosun içine doğanları öğretileri doğrultusunda eğiterek, sistemin sürmesinden yana olanlar canla başla çalışıyor. Aklın sınırları hurafelerle kuşatılıyor. Toplumsal anlaşma nesnesi olan dil, dar alanlara hapsediliyor ve tanrısallığa indirgeniyor. Gönüllü kul durumuna düşen şair tanrının dili sanıyor kendini. Bu yüzden, gözümüze ilişen yığınla şiir kendisiyle birlikte okurunu da parçalıyor. iletisini anlamaya uğraştığımızda karşımıza şu gerçek çıkıyor; 'evren ve içindeki insan kaostur. Ne sürekli genişleyen evrene ne de insanın yaratılarına, uygarlığa güvenilebilir. Bu yüzden anlam parçalarda aranmalıdır. Yaratıcılığın bittiği yerlerde eski biçimlerin taklit edilmesi mübahtır.'
Yaşanılan zaman dilimini anlamsız bulanlar, geçmişin anlamına nasıl güvenip de eskiyenden, yaşanmıştan medet umuyorlar? An'ın anlamsızlığını sorgulamak yerine, farkında olmadan egemen gücün öğretileri doğrultusunda işin kolayına kaçıyorlar. Aklı rafa kaldıranlara bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyorlar.
ister postmodernizm, ister başka bir izm, her ne adına olursa olsun muhayyel, bağçe, lâmehal, bâtın, zâhir vb. günümüzde Arapça, Farsça isim sıfatlarla hayatın ve şiirin berrak sularını bulandırmaya kimselerin hakkı olmasa gerek. Yaşanmış zamanların biçimini bu çağa giydirmeye uğraşmanın, yazılan şiirin önünü tıkayacağı bir gerçekken, bu konuda ısrarcı olmak, umursamaz davranmak, kirli siyasetçilerle aynı kulvarda at koşturmaya benziyor. insana ve doğaya sırtını dönenler,mucizelere(!) bel bağlayanlar kendilerini olduğu kadar toplumu da kirletiyorlar.
Biz şiir kalalım yine. **