insanın kendine itiraf edebilmesi kadar güç bir cesareti biriktiriyordum. Anlamsızlaştırıdığımız kadar anlamsızlaşıyoruz. Yalnızız. Yıkık dökük ilişiklerin bu fütursuz varlığında bir yerden başka bir yere debelenerek ilerliyoruz. Aşırılıklar, hayal kırıklıkları, ayrılıklar, başlıklar başlar, sonlar noktalar. Kafiyeli olsun diye değil , yüreğimiz kadar ağzımız da savaş sonrası memleketler gibi. Bölüyor bölünüyor, sahile vurarak can veriyoruz. Hiçbir siyaset makamının duygusallığına be hiçbir siyasetçinin gözlerine kanmıyoruz. Demokrasi kadar çirkin, laiklik gibi uzuvsuz ve faşizm kadar erekte bir çirkinliği yaşamışız. Korkmuyor ve fakat yorgun düşmüşüz. Ölümlerden keder beğeniyoruz, besleniyoruz. Vakur ve kan bağımlısı bir kansızlık çukurunda eze ezile tökezleyerek çırpınıyoruz.
insan çanak yalayıcı olmak yerine, aç kalmayı bilmelidir.
bu iradeyi kamçılamaktır bir bakıma da dolayısıyla şartlar ve insanın tasarlanmamış biçimde birlikteleşmiş olması,
bir yandan etiği yüceltirken
diğer yandan insanı umulmadık bir biçimde zifiri bir karanlıktan büyük bir aydınlığa gebe olan o ince ışığın izinde yürütür.
bilinçli veya bilinçsizce.
1. si akilane ve manevidir,
2. si ise saflık ile şeffaflıktır.
evet,
insan yürüyemeyen bir varlıkken nasıl olur da koşabildiğini iddia edebiliyordu.
tanrım,
deve kuşlarının da uzun bacakları vardı onlar kafasını toprağa gömüyordu.
on beş yaşındayken iradem öğrenmeye yönelikti. otuzuma geldiğimde, yolumu saptamıştım. Kırkımda artık kuşku diye bir şey kalmamıştı içimde. kulaklarım ise ancak altmışımda açıldı: insanların tutumlarını izle, davranışlarına yönelim veren nedenlere bak, nelerden zevk aldıklarını, neleri doyurucu bulduklarını gözle. ve doğru yolu bulupta oradan gitmemek, yüreksizliktir. susmak zorunda olduğunu bilmek susmaktan daha zordur. kimi suskunlukların sağır ediciliği bu yüzdendir.
körlük zamanı ve mekanı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları, gerekse kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. evrende egemen olan kuram, körlüktür. körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmelerine olanak tanır. zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir. Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin tek yolu vardır insanoğlu için: arada sırada zamanın akışına gözlerini kapatmak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalarına bölmek.
Arabesk yalnızlıklar tasiyordu
iş kazası gülüşü,
Hüzünlü bir sekerat.
Teselli mahiyetinde arzın katline teşebbüs temkinli edalı bakışlar.
Kışlar, buğulu solukla cama çarpıyordu kuşlar, kışlar kuşları titretiyordu ayrılığa koşulmuş kanat çırpışlar sevdaya dahil edilemiyordu. hasret, ret kıvamında ama vivaldi sancılarla sanat musikisine aykırı bir tered-düüt. Monal çelişkilerle hayatı takas ve egoyu teskin etmeye gösterilen ihtimam. Yalnış anlaşılmasın bir fahirlenme ve enaniyet kompleksi mahkumu değil beden, bedende ötesin bu benden. Yeryüzüne yapışıp kalan çıban , cibanlar cerahatla dolusur bedenlere iskelet hususunda duvarlar. Duvarlar, hep varlar. Hadi.
sonsuzluğa yürümek. sonsuza ulaşacakmışçasına, dingin deniz eşliğinde. gökte ay, yıldızlar ve karanlık. kumun attığım her adımda parmaklarımın arasına girdiğini hissediyorum. çölde bir kum tanesi, ne eksik ne fazla. yürüyoruz hepimiz bir yerlere, geçmişle aramızdaki mesafeyi kapatabilmek için. give up the ghost mistisizmi yalıyordu tüm beyin bölümlerimi. neronlarımın her birine bir altı patlar versem, belki o zaman yok edebilirim dünyayı. geleceğe yatırım yapmak, bugünkü birçok şeyden vazgeçmeyi gerektiriyordu. ben ise anı bütün çıplaklığıyla yaşıyordum, farklı değildim onlar aynıydılar. saf bir özgürlük! bilinebilir mi? anlaşılabilir mi? kim bilir? kimse! ileride küçük bir ateş, etrafını saran birkaç insan eşliğinde dans ediyor. gitar çalıyor biri, diğerleri dinlemiş gibi yapıyor. ''akdeniz akşamları çalıyor ise gitar çalanı öldür'' dedim kendime. gittikçe büyüyordu ateş, gölgemde. yeterince yaklaştıktan sonra durdum, gecenin ırzına geçen yalnızca gitar. sesi olsa en komplike hakaretleri müfredatına uygun bir şekilde sokarak, absorbe edebilirdi çocuk ve enstrümanını. karanlık aynı karanlık, daima vakur. müzik ruhun fahişesiydi gıda süsü verilmişti sadece.
ve ankara... hava fazla bunaltıcı olmamakla beraber güneş varlığını hissettirmekte tereddüt etmeden yaşam kaynağı olma özelliğini sürdürüyor. intikam alıyor hayattan, bir gün tamamen yakıp kül edecek günü triple bekliyor. aştide indikten sonra armadaya doğru yürüdüm, kızılaya geçmeyi planlayarak. yolculuk olanca yoruculuğu ile binmişti sırtıma, atlas gibi hissediyordum kendimi. dünyanın bütün sıkıntıları, acıları, yolları sırtıma yüklenmiş gibi. dünyayı taşıyordum, götümden ter atarak. oldum olası güneş rahatsız etmiştir beni ve yaz mevsimini asla sevmedim. kışın ısınmanın bin bir yolu vardı fakat yaz için aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmüyordu. taşıtlar karıncalar gibi, özenle döşenmiş asfaltı ağlatarak bir yerlere gidiyorlardı. kanalizasyonlarda neler olup bitiyor, kimler yaşıyordu acaba. birçok uyuşturucu mafyasının işlerini yeraltında hallettiklerinin farkındaydım, birkaç tanesine şahit olmuştum. hayat böyledir zaten. birileri daima altta olmak ister, bazıları ise üstte. altta olanın cesareti ve gözü pekliği sayesinde üstte olan daima beceriliyordu. uzun bir seks sonrası çığlıklarla donatılmış, odanın her tarafına çarpan boşalma anının verdiği rahatlık hissinin pasif bırakışı. çoğumuzun pasif yaratıklar olduğunu düşündüm. sıradanlık diğerleri için en büyük mucizeydi. sabah bir alarm tarafından uyandırılmak ( eğer şanslıysanız bir kadın tarafından öpülerek belki), el yüz yıkama, kahvaltı, giyim ve iş. akşam beşten sonraya bırakılıyordu yaşamları. bir yerlere git, otur, iç. yapılabilecek en büyük çılgınlık 21.yy da alkollü araba kullanmaktı bunlar için. hiçbiri testere ile bir adam doğramamıştı. birini becerirken tokası saf demir olan bir kemerle hayatı kazımamıştı bir kadının sırtına. tehlikeli fikirleri daima bastıran, şiddet ve cinsellik denen iki temel olgudan kendilerini, beyinlerini tenzih eden modern çağın maymunları. sigaramı yaktım zippomla. yanımda güzel göğüslere fakat çirkin denebilecek surata sahip bir kadın vardı. sonra kalçalar... fena değillerdi. duraktaydık, birlikte. patlamış gözleri, sivilceli suratı, dağınık ve kirli görünen saçları ve eğri duran burnuyla bir boksörü andırıyordu. bütün boksörlerin burnu kırıktır. boksör olabileceğini düşündüm. iriydi. olası bir durumda tek bir hamlede nasıl yere deviririm diye düşündüm. sağ gözüne çok sert bir yumruk. ateş istedi. incinen beynimde in cin top oynuyordu, farkında değildi. yaktım, baştan aşağıya. ateş, medeniyetin ilk şeyi. mahmutu hatırladım. birgün o enfes cümleyi kuracağını, bunu ara ara hatırlayacağımı asla bilemezdim. sordular mahmuta. ''su adamı yakar ateş boğarmış. mahmut ateş tarihsel olarak ne anlam ifade ediyor senin için? mahmut: medeniyetin ilk şeyi demişti. şimdi anımsıyorum tekrar. ben sezar, ilkelliğin ilk şeyi...freud un nevrotiklerinden beterdim. beynimde çılgınca fikirler, rock müzik eşliğinde zemini döven ayakların sahipleri gibiydiler. otobüse binerken boksör kadına çarptım, pis pis baktı. ilkelliğin ilk şeyi olarak 21.yy da '' pardon'' dedim. sustu, ilerledi sadece. bu kadar yumuşak olacağını tahmin etmemiştim kalçasının. libidom uykudaydı, uyandırmadım. şu an dünyada kaç kadın veya erkek tecavüze uğruyordur acaba diyerek anın meşakkatli durumunu daha suni bir dinginlikle bitirebilmek için. yanına oturdum boksör kadının. uyuz oldu. kaşımak gerekir. '' benimle kızılayda bir bira iç!'' dedim. '' muhattabım değilsiniz'' dedi. ''doğrudur. bir fahişenin muhattap alabileceği tek kişi pezevengidir dedim''. bir an şimşek çaktı sandım, otobüsü ortadan 2'ye ayıran. boksör olması ihtimali yükseliyordu kızarık yanağım olanca şiddetiyle yanarken. tarihi bir kapak, tarihi bir tokat. yenilginin ortaya çıkardığı o en temel eğilimi mükemmel bir performansla sergiliyordu boksör kadın. ben tarihe tanıklık edecek freud'u haklı çıkaracak deneme tahtasıydım, daima denenmiş ve paramparça olmuş bir deneme tahtası niteliğinde. kalitatif sancılar. fizik bunalımına aykırı psikodramatik bir gevşeme, terminolojisini bilmediğim ve belki asla bilemeyeceğim başka bir bilim dalından, entelektüellerin sarf ettiği birkaç kelime. soyaçekimsel sancılar yaşıyordum, yükseklik korkum vardı. tanrılarım ağaçtan düşmekten korkmuşlardı ve insanlık daima rüyalarında sonsuz bir boşluğa düşüyordu ve çıt ses çıkaramıyorlardı. belki osuruyorlardı sonsuzluğa düşerken fakat buna kimse aldırmıyordur heralde, çatlamak üzereyken yürekleri. mucize artık yarı maymun yarı tanrı bir insanım. yapmam gereken şeyi aniden beynim emretti, vücudumun çete başı. boksörü takip et, kasıklarına küçük jilet darbeleri. jilet derin keser, acısı azdır. küçük bir parça cam kullanmalıyım. acısı daha sert. hard core sancılar. sonra elleri ve ayakları ipe bağlanacak, iplerin diğer ucu 4 ata. bir altı patlarım vardı. tek mermisi onu 5 parçaya bölmeye yeterdi. birini öldürmek için silah sadece araçtı. kullanmaya bile gerek yoktu. ben, sezar. yeni doğmuş bir mucid, alt insan, battıkça diğerleri tarafından küçük görülen, onlar küçüldüklerini bilmeden. batmayı bilmeyenler için.
öldüresiye paralamak, tırnaklarını teker teker çekmek, yüreğinin dehlizlerinde savrula savrula, yana yana, her defasında biraz daha fazla bir şeyler yitirerek kendinden... ne yapılacağını, nasıl düşünüleceğini, nasıl yutkunulacağını yani insana dair olan ne varsa nasıl olması gerektiği üzre fikir beyan ediyordu, dinlenmiyordu. öyle bir dinlenmiyordu ki siz bu dinlenmemezlikte bir başınıza sağır , yek başınıza kör olabilirdiniz.
bir belirsizlik halinin , olumlanamamazlığın üvey çocuğuydu hayat. en yalnız, en sensiz ve en derin karanlıklarda müşterisini ayartmaya çalışan bir oruspuydu ölüm. hayır hayır bir geyşanınki kadar sanatvari değil... kuduz bir köpeğin salyasında yatan köpük, hırçınlığın diğer adıdır, sen en kuduz olan, bütün kötülükler şahit ki önce o ısırdı çünkü benim lügatımda yoktur iyi, doğru ve güzele ait ne varsa...
gözkapakları ağırlaşmış, rezilliğin birinin bin para etmediği bir dağınıklıkta kendine gelmesi beklenemez birinden ya da tam tersi durumda. dolayısıyla verdiği cevap olanca dağınıktı. sesi uzaklardan, taa uzaklardan , zar zor duyulması için çok çaba gerektiren, bir tarzda, yenik, derin. nefes alış verişlerini duyabiliyordum, hissedebiliyordum çünkü bunun iktisadi bir yönü yoktu tanrı nezdinde. dinlemeye koyuldum. A(prana)X: ''evet'' dedi. ''seni anlıyorum. lakin adımdan dolayı yanlış anlaşılmak istemem yoksa yoktur bir özelliğim. bildiğim tek şey, bilmediklerimden ötürü ve bunun farkında olarak övünmek değil, zira bu bir anlam ifade etmez, insanın bilmeyi istemeyeceği türden şeylerin varlığında tezahzüh olmanın aksine birebir derinlere nakşetmektir, insan denen yaratık fazlalıklardan eksiklikler çıkarabileceği gibi, acılardan mutlulukta çıkarabilecek rezilliktedir. bu nedenlerden dolayı infazımın gerçekleşmesini istemekteyim.'' tam da bura da uyandı rüyasından solucan ve dedi ki: ben hayvan olmanın çok ötesinde bir şeyim.
bizi büyük hayaller kurmaya itecek olaylar, başlangıç ile son arasındaki sonsuz çatışmanın ürünüdürler. kişioğlu bunu daha erken kavramış olsaydı, ölümsüzlük toprağa gömülürdü.
onurunu yenmek için korkak olacaksın, korkak olduğun için cesur. insanlık tarihi boyunca vazgeçilmiş her bir alışkanlık devrim niteliğindedir. bizler çok ucuza sahip olduğumuz alışkanlıkları onurumuzun parçası yapar karakterimiz süzgecinde eritiriz. karakter ile onur arasındaki tenakuzda eriyen, erimeye mahkum olan, özümsenenlerin toplamı olması itibariyle benlik, elinde tuttuğu kırbaçla bana ve sana uyguladığı kızıl günah çıkarma merasimiyle göz boyadığı görülür. evet, acı çekilir veya çekilenin acı olduğu sanılır.
umutsuzluk anında verilecek diğer bir umutsuz karar, sonucun bilinmesine rağmen umut doğurur. işkenceye gebe olan kadın ise aydınlığın şehvetinden alamaz kendini, oysa doğum sancı ve iniltilerden oluşur.
söyleyecek fazla bir şey yok. elimde otobüs bileti ankaraya gidiyorum. 21.00 da kalkıyor otobüs, sigara yanmayı bekliyor. şeklini inceliyorum: kısa ve daha ince diğer sigaralara nazaran. monte carlo slender. izleme esnasında RocknRolla dan dialoglar anımsıyorum. johnny quid... ötesi duman. cebimden çıkardığım zippo ile yakıyorum sigarayı. derin bir nefes... hayatı çekiyorum içime, geçmişi, geleceği... tutuyorum nefesimi. duman bütün bedenime sahip olana kadar. bir nefes daha. yavaşça bırakıyorum burun deliklerimden dışarı dumanı. hafif rüzgar var dumanla dans niteliğinde esen. saate bakıyorum yelkovan ve akrebin bitmek bilmez işçiliği, delilik. harekete 10 dakika var. güzel bir kadın geçiyor önümden. aldırmıyorum. 2.sini yakıyorum sigaranın, biri bitmeden. 15 saatlik bir yolculuk. gözümde büyüyor saatler. dakikalar ay, saatler yıl oluveriyor sanki. küçükken yürüdüğümüz dar patikalarda, omuz omuza yürüdüğümüz arkadaşlarla olduğu gibi zevkli olmayacak, zaten artık hiçbir şey tat vermez oldu. fazlasıyla mutlu, meşgul, yalnız, deli, akıllı, hasta, sağlıklı, seksi ve iticiyiz artık. her şey çok fazla. sigaranın yanışına odaklanmış vaziyette durmuşken, keskin bir parfüm kokusu düşüncelerimden sıyrılmaya, göz hapsinde tuttuğum sigaranın özgürlüğüne kavuşmasına yardımcı oluyor. sağımdan müthiş kalçalara sahip bir kadın muavine doğru ilerlemekte. bu kez aldırmamazlık etmiyorum, bakmaktan alamıyorum kendimi. sonra daha yukarı, bel... siyah bir pantolon, siyah bluz, görebildiğim kadarıyla siyah ojeli tırnaklar. melankolik diyorum kendi kendime. herhangi bir kültürel şablona indirgemek için hafızamı zorlamama gerek yok. bende siyahtan vazgeçemiyordum. gittiğim herhangi bir şehirde eğer yanıma giyecek alamamışsam birkaç adet alıyordum birden. siyah. yanımda oturmasını ümid ediyorum. kendimi yok etmeme 22 saatim varken, belki bütün düşüncelerimin dağılmasına sebep olacak kadını tanımak istiyorum. çok kadın tanıdım ama yeterince değil. hepsinin acıları vardı, yeterince acıdan sonra birde ümitleri. yeterince küfürden sonra öpmeleri vardır onların. gözyaşları... mümkün olsa tüm kadınların tüm göz yaşları ile dünyanın bütün acılarını sulamak isterdim. muavinin sesi kulağımın ırzına geçiyor aniden, beynimi sikiyor. '' aşşağıda yolcu kalmasıın'' . aşşağıdakiler yukarıya, diye bağırıyorum. hepimiz yukarıya çıkmaya, hareketimizin dikey yönlü olmasına çalışıyoruz. ben batmayı tercih ediyorum. bir avuç denizin en derin yerine. belirli bir mesafeden sonra ışık yoktur artık. nefes almaya çalışmanın hiçbir anlamı kalmaz yeterince karanlığa battıktan sonra. çamura... muavin kapıda bekliyor. ilk adımı atmadan '' yukarıdan geliyorum, şimdi batmak için bu ilk adım''diyorum. '' efendim ağabey, anlamadım'' diyor. umursamıyorum. siyah ruj. her şey siyah benim için, olabildiğince karanlık. pearl jam' ın black şarkısından birkaç söz. siyaha göz kırptım. karanlığına almak istemediğinden olsa gerek umursamadı. yanına oturdum, umursamadı. konuşmadım, sadece karanlığı kokluyordum, siyahı. böyle kokuyordu demek. batışımı gerçekleştireceğim, ölümümün nedeni olacak şey böyle kokuyordu demek. kısa süre sonra kitap çıkardı. kinyas ve kayra... ölümün mistik yollarından geçtiğini, hayatın bütün acılarını çektiğini zanneden biri daha. edebi kirliliğe bulaştığının farkında olmayan biri, kundakta boka bulanmış, kendi dışkısında boğulmuş bir bebek gibi. veya domuz. '' ne kinyas olabileceksin ne kayra. belki kayranın kemeri ile sadist eylemler gerçekleştirdiği kadın kurbanlardan biri, fazlası değil.''
'' pardon anlamadım '' dedi. '' bende '' dedim. tekrar yolcu olduk. o karanlık olduğunun bilincinde olmayan bir katil, ben onun cellatlığı sayesinde ölmek isteyen bir kurban. katilin celladını seçmesi...
kaç saattir yoldayız? 3. gece yarısı olmuş. ikimizinde kafası önünde. o kitap okuyor, ben okumuyorum. baktığım yerde göremedikleriniz var. ansiklopedi veya sözlük sadece, kayra gibi... yeterli bilgiye sahip olduktan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. tolstoy okumama gerek yok veya diğerlerini. bukowskiye homaj niteliğinde bir selam çakıyorum, tenzih ederek. karanlığın midesi bulanmakta, farkındayım. burnunu kapatıp sadece ağzıyla nefes soluk almaya çalışıyor, faydasız. poşet istiyorum muavinden. sızmış. içinden binlerce küfür savurduğuna eminim. bana, bağırsaklarıma, mideme, ağzıma. '' poşet '' diyorum. getiriyor, bir orkestra şefi gibi küfürler eşliğinde. yukarıların sahibi o. bu otobüsün küçük tanrısı, her şey onun kontrolünde, şöförün sıçtığından bile o sorumlu, yazık. alıp uzatıyorum poşeti. alır almaz istifra ediyor. hayatı kusuyor. spermleri, ideolojileri, kitapları, kinyası ve kayrayı, karanlığı kusuyor, acıyı, umudu... farkındayım. kusmuklar poşetten dışarı taşıyor. önce otobüsün zemini tamamen kusmuk içinde kalıyor. hayret! panikleyen kimse de yok. sadece şoför ve muavin birde ben. uyuyor diğerleri. birileri hep uyuyor. karanlık hala kusuyor. boğazımıza kadar kusmuğa batıyoruz. şoför hala seyir halinde, otobüsü kontrol etmeye çalışırken. sonra şarampol. uyanıyor birden tüm yolcular. onlarda kusmaya başlıyor. taklalar atıyoruz kimse hayatının derdinde değil. ölüyoruz farkında değiller, tek yapabildikleri midelerinin bulandıklarını bağırıp, kusmak. dürtülüyorum siyah tarafından. açıkken bir daha açıyorum gözlerimi, halüsinasyon. beynimin oynadığı oyunlardan biri daha. kadından bir '' teşekkür ederim'' çıkıyor galiba. duyamadığım için dudaklarını okumaya çalışıyorum, çenesinin köşesinde biraz tükürük kalmış, dudaklarında birkaç parça. kendimi alamadan ağzına yumuluyorum. öpüşüyoruz. içindeki bütün pislikleri yeşil bir yol eşliğinde içime almak gibi. soluksuz kalana dek. karanlığın cehhennemini alıyorum ondan, kendi içime yerleştirerek. iğreniyor. sağ elimle saçından tutup bastırıyorum, dişlerimiz çarpışıyor, askerler gibi. iyi veya kötü yok diyorum, kazanan ve kaybeden var. kalkıyorum oturduğum koltuktan, karanlığın ırzına geçerek. beynimde give up the ghost: don't hurt me, Don't hurt me, dont hurt me.