"Çağdaş insan, tabiatı kendisinden yararlandığı, ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da olduğu bir eş değil bir fahişe gibi görmektedir." demiş 1933 Tahran doğumlu iranlı yazar, akademisyen.
insan iki sessizliğin arasına yerleştirilmiştir; biri ölümden önceki evre diğeri ölümden sonraki evre demiştir. iyi bir uludağ sözlük yazarının da dediği gibi kendisi umman, derya, denizdir.
iranlı islam dü$ünürü, profesör. anne tarafından, $ii olan aynı zamanda islam devrimi sırasında demokratikle$me kar$ıtı muhafazakar kesimin içinde yer alan $eyh fazlollah nuri'nin torunudur.
akıcı bir $ekilde arapça, farsça, ingilizce ve fransızca konu$ur.
çağımızın yetiştirdiği en büyük islam mütefekkirlerinden biri, ayrıca sufi.
--- alıntı ---
1933 Tahran doğumlu iranlı yazar, akademisyen.Yüksek öğrenimini Massachusetts Institute of Technology'de fizik dalında yaptı. (1954). Harvard Üniversitesi nde jeofizik alanında yüksek lisans (1956), bilim tarihi alanında doktora yaptı (1958).
iran islam Devriminden sonra ülkesinden temelli ayrılıp Amerika'ya yerleşti. Çeşitli üniversitelerde öğretim görevliliği de yapmış olan Nasr, halen George Washington Üniversitesinde islam Araştırmaları profesörüdür (1984-). islam, felsefe, karşılaştırmalı din ve çevre konularında konferansları ve çoğu ingilizce'de olmak üzere pek çok kitabın ve 250 civarında makalenin yazarı olan Nasr, gelenekselci akımın yaşayan önemli sözcülerinden de biridir.
Türkçe Yayınlanan Eserleri
* islam'ın Kalbi
* Molla Sadra ve ilahi Hikmet
* Bir Kutsal Bilim ihtiyacı
* Üç Müslüman Bilge
* Makaleler 1-2
* Tabiatın Düzeni ve Din
* Yol Şiirleri
* islam'da Düşünce ve Hayat
* Kutsalın Peşinde
* islam Sanatı ve Maneviyatı
* islam ve Modern insanın Çıkmazı
* islam ve ilim
* Modern Dünyada Geleneksel islam
* Tasavvufi Makaleler
* islam'da Bilim ve Medeniyet
* Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi
* Ebedi Hikmetin Peşinde
ingilizce'de Yayınlanan Bazı Eserleri
* Knowledge and the Sacred,
* Religion and the Orter of Nature,
* Western Science and Asian Culture,
* Science and Civilization in Islam,
* Islamic Art and Spirituality,
* Ideals and Realities of Islam,
* Introduction to Islamic Cosmological Doctrines,
* The Need for a Sacred Science,
--- alıntı ---
anlayış dergisi'nin şubat 2009 sayısında james kiger tarafından hazırlanan bir röportajına yer verilmiştir. beni özellikle kendisine sorulan şu soru ve soruya verdiği cevap etkiledi;
Bu yazarların dillendirdiği temel eleştirilerden biri, dünyanın halihazırda yaşadığı şiddet ortamının ortaya çıkmasında dinin en önemli, hatta belki de tek etken olduğu yönünde. Onlara göre, bugün mevcut olan her çatışma bir çeşit dinî ihtilafa indirgenebilir. Benzer şekilde, birtakım kişiler de, ateistler değil de özellikle Batı'daki yeni-muhafazakârlar, dünyadaki temel çatışmanın bir tarafta Batı, diğer tarafta ise özünde şiddet içeren bir din olduğunu varsaydıkları islam arasında yaşandığını savunuyorlar. Sizce din ile şiddet arasındaki bağlantı ya da ilişki nedir?
insan olmak, şiddet dolu bir dünyaya gelmektir. Çocuğunuza bir grip aşısı yaptırdığınızda mikroplara karşı şiddet uyguluyorsunuz demektir -eğer onların bakış açısından bakarsak!-. Duygusallığı bir kenara koymak gerekiyor. Bu çerçevede şiddet hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Hayat, büyümek için şiddetle yüzleşmek durumundadır. Ne ilginçtir ki bunca şiddete rağmen dünyada birçok güzellik ile huzur ve ahenk de var. Asıl dikkate değer olan budur. Şimdi, bir kişiyi diğer insanlardan farklılaştıran her şey esasen bir şiddet kaynağıdır. iki kişinin durumunu ele alalım: Eğer sınırlı miktarda bir yiyecek varsa, bu iki insan arasında şiddet yaşanacaktır. Bu kişilerin barış içinde yaşamaları için bir yüksek ilkeye ihtiyaç vardır. Aynı örneği iki farklı toplum arasındaki ilişkiye de uygulayabiliriz.
Şimdi, tarih boyunca insanın kimliğini tanımlayan şey din olagelmiştir; bu hem bir insan teki için hem de genel olarak toplumlar için geçerlidir ve istisnası yoktur. Hatta etnik kimlikler bile, diyelim Afrika'daki bir kabilenin kimliği, din ile içiçe geçmiştir; etnik ve dinî kimlikler birbirleriyle bütünleşmiştir. Dolayısıyla, her durumda, dinî aidiyetler bir yandan farklı gruplar arasında zaten ortaya çıkacak olan şiddetin kaynağıdır, diğer yandan da bu şiddeti ortadan kaldıracak olan güçtür. Bu sebeple her ikisi de bugün mevcuttur. Aslında, yirminci yüzyıldan sonra dinin şiddetin temel kaynağı olduğu şeklindeki modern iddiayı hiç kimse öne sürememeli. Rusya'dan Almanya'ya kadar on milyonlarca insan komünizm, Nazizm ve faşizm tarafından öldürüldükten sonra böyle bir şey nasıl söylenebilir? Stalin'in katliamları, Amerika'nın Osaka ve Hiroşima ile Dresden'i bombalamaları, Almanların Polonya'daki insanları öldürmeleri... Bu liste milyonlarca insanı kapsayacak şekilde genişliyor. Bütün bunların yanında din savaşları hiçbir şeydir. Ve de bu katliamlar din adına yapılmamıştır.
Ancak burada daha derin bir şey var. Din ortadan kaldırılabilir, fakat insanoğlu bir boşlukta yaşayamaz. Bu insanlar için dinin yerini alan şey, din rolü oynamaya çalışan bir ideoloji oldu. Bu da bir taraftan komünizm, diğer taraftan da Nazizm ve faşizm şeklinde tezahür etti. Ve biz geleneksel anlamda din ortada olmayınca, yani sahte dinlerin gerçek dinin yerini aldığı bir durumda neler olduğunu çok iyi biliyoruz: Muazzam bir şiddet hali.
islam'a gelince, Müslümanların Hıristiyanları öldürdüğünden yüzlerce kat daha fazla Müslüman'ı öldürmüş olan bir medeniyetin islam'ı şiddet dini olarak suçlaması, eşi görülmemiş bir iki yüzlülüktür. Bu çok açık. islam'a şiddet ve terör kaynağı demek saçmadır. Bugünkü durumun sebebi hiçbir toplumun hapis hayatını kabul etmemesidir. Hiçbir toplum sömürgeleştirilmek istemez. islam dünyasında sömürgeci güçlere karşı direniş hareketleri başladığında, milliyetçilik ve liberalizm gibi değişik şeyler denendi, fakat bunların hiçbiri gerçek anlamda bir başarı gösteremedi. Batı tahakkümüne karşı, ki isimleri Arapça olmasına rağmen kelimenin derin anlamıyla "Batılı" olan ve toplumun elitleri sayılan zümrelerin tahakkümü de buna dâhildir- mücadele etmek için elde bulunan yegane araç neydi? Ne kalmıştı geriye? Din kalmıştı. Dolayısıyla içinde bulundukları durumu aşmak için direniş hareketleri özellikle yirminci yüzyılın başından itibaren -aslında Libya'daki Ömer Muhtar hareketi gibi daha erken tarihli olanlar da vardı- islam'dan faydalanmaya başladılar. Bu durumda tabii ki islam dünyasını terk etmek ve direniş hareketlerine yenilmek istemeyenler için islam şiddetle özdeş hale geliyordu.
Maalesef bu islam'a karşı sürekli kullanılan çok güçlü bir propaganda. Örneğin Gazze'deki son durumun içerdiği muazzam şiddete bakalım. Siz hiç kimsenin Yahudi şiddetinden bahsettiğini veya Yahudiliğin bir şiddet kaynağı olarak tavsif edildiğini duydunuz mu? Yanlış anlaşılmasın, benim Tanrı'nın bir dini olarak Yahudiliğe (veya aynı şekilde Hıristiyanlığa) saygım var. Dolayısıyla insanların onu bu şekilde tavsif etmesinden hoşnut olmazdım. Fakat islam'ın şöyle bir "imtiyaz"ı var: Hakkında istediğiniz her türlü olumsuz şeyi söyleyip hiçbir tepki görmeyeceğiniz dünyadaki tek dindir islam!
Seyyid Hüseyin Nasr, Bilim Sanat Vakfı'nda düzenlenen "20. Yüzyıldan Ne Öğrendik, 21. Yüzyılda Ne Bilmeliyiz?" başlıklı konuşmasında, geçen yüzyılın bir muhasebesini yaptı, bu yüzyıla dair öngörülerini dinleyicilerle paylaştı. Nasr, Batıyı bilen ancak batılı gibi olmayan aydınlara ihtiyaç olduğunu söyledi.
Dr. ibrahim Kalın'ın çok zor bir konu başlığı seçtiğini belirterek konuşmalarına başlayan Seyyid Hüseyin Nasr, 70'lerinde biri olarak 20. yüzyılı tecrübe ettiğini, Rıza Şah'ın iran'da iktidar olduğunu, Atatürk’ün Türkiye'de başta olduğunu, bu zor konuyu üç başlık altında ele alacağını belirtti. Birincisi 20. yüzyılda ne öğrendik? ikincisi 21. yüzyılda neye ihtiyacımız olacak? Üçüncü başlığı da özellikle islam Dünyasına hasretmek istediğini belirtti. Seyyid Hüseyin Nasr konuşmasına şöyle devam etti: "20. yüzyılda birçok değişim yaşandı, özellikle de teknoloji alanında ve diğer alanlarda. Ama bunlar çok büyük bir önem arzetmiyor, 20. yüzyılda gördüğümüz en önemli gelişme modernist paradigmanın çöküşüdür.
Doğuya git genç adam!
20. yüzyılda aydınlanma paradigması başarısızlığa uğradı. Her ne kadar tam olarak anlaşılmasa da, yapıçözümü yaklaşımlar sona geldiğimizin göstergesiydi. 20. yüzyılda bunlara paralel olarak yaşanan süreçle bir mottoyla, mottonun kendisine tekrarlanmasıyla özetlenebilir. Bu Amerikan mottosudur. "Go west, young man!" Yani, "Batıya git genç adam" Fakat bu 20. yüzyılda tersine dönerek "Go east young man" "Doğuya git genç adam" şeklinde çevrildi.
19. yüzyılda romantik düşünceyle dikkatleri çeken Doğu, 20. yüzyılda islam düşüncesi ile Batı için dönüşecek, güvenilecek bir düşünce hale geldi. Tabii ki bu yaklaşımların bazıları özellikle yanlış anlaşılmaya çalışıldıysa da, Doğu bilimi, Doğu felsefesi daha otantik bir şekilde anlaşılmaya başlandı. 20. yüzyılda yaşadığımız olaylardan, gelişmelerden ikincisi de sekürlerleşmenin tersine, pek çok Batılının beklediğinin aksine, aydınlanmanın felsefesinin getirdiği sekülerleşme karşı olduğu yana devrildi ve dinileşme diyebileceğimiz bir süreç başladı. Bu süreç, mesela fundementalist şiddet içeren hareketlerde görüldüğü gibi daha farklı şekillerde de yansıdı.
Artık batının dominant ve yegâne bir medeniyet olarak dünyayı kuşatamayacağı düşüncesinin anlaşıldı.
20. yüzyıldan öğrendiğimiz diğer bir ders, bilimin ve teknolojinin sonuçlarını düşünmeden kör bir şekilde uygulanmasıyla ortaya çıkan çevreye verilen tahribattır. Dolayısıyla ilerleme diyebileceğimiz şey, sonuna kadar takip edilecek bir durum değildir. Bir diğer mesele de küreselleşmeyle ilgili, küreselleşmenin asıl önemli yanı, artık batının dominant ve yegâne bir medeniyet olarak dünyayı kuşatamayacağı düşüncesinin anlaşılması oldu. Artık medeniyet sözlüğü çoğul olarak kullanılıyor, tek şekilde kullanılmıyor. Hungtington da böyle kullandı, bir çiçek ne kadar güzel olura olsun, hiçbir zaman pek çok çiçeğin yer aldığı bir güzelliğin önüne geçemez. Dolayısıyla çoğunluk her zaman tekilliğe göre çok daha iyidir. 20 yüzyıldan öğrendiğimiz diğer bir ders de, gelenek kavramının tekrar gündemimize girmesi, bu şekilde otantik kültür ve medeniyetlerin kutupsal kaynaklarını bulma, görme, keşfetme imkânlarına sahip olduk. Bu gelenekçi yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biri René Guénon’dur. 1927'de yazdığı bir kitapla -kitabın adı da Modern Dünyanın Krizi- yaşadığımız krizlerin mahiyetini anlatmıştır. Bu, ortaya çıkan ölü kadavranın dirilişini dışarıda aramakla tekrar hayata dönemeyeceğinin anlaşılmasıdır. 20. yüzyılın bu facialarına sebep olan hataları, 21. yüzyılda tekrar yapmamız gerekiyor. Bu noktalardan dersler çıkarmamız gerekiyor. 20. yüzyılın kanunları artık ölmüştür."
Unutmamalıyız ki bizler insanız diyerek sözlerine devam eden Nasr tespitlerine şöyle devam etti: "insan olmak maddi ihtiyaçlarımız olduğu gibi manevi ihtiyaçlarımızın da olduğu anlamına geliyor. Dolayısıyla 20. yüzyılda kabul edilen insan algısı, bugün itibariyle manevi ihtiyaçlardan bağımsız tamamen maddi ihtiyacı olduğu görülen bir insan algısıydı. Uzun bir süre insanın krallığı Tanrının krallığının yerini almaya çalıştı. Bugün itibariyle insan, manevi yönünü keşfetmiştir. Tanrının tabiatını komşumuz olarak kabul etmeliyiz. Yakın tarih boyunca bu görmezden gelindi, özellikle hümanist gelenek insanları öyle mutlaklaştırdı ki, insan, dışındaki tüm varlıkları yok saydı. Batıya karşı bir aşağılık kompleksi içindeyiz maalesef. Bu anlamda birçok çalışmalar yapıldı, öğrencilerimden de ibrahim Kalın'ın "islam ve Batı" adlı kitabı da Türkçeye çevrildi.
Yapmamız gereken, islami geleneği bir bütün olarak tekrar bütünleştirmemiz. islam sadece bir hukuk düzeni değildir, sadece bir felsefi sistem değildir, sadece bir siyasi sistem değildir, islam bunların tamamıdır. islam sadece bunlardan biriyle öne çıkarılmak istenmektedir, bizimse yapmamız gereken daha entegral daha bütüncül bir islam anlayışını yeniden diriltmemizdir.
Yapmamız gereken diğer önemli bir iş de, 20. yüzyılda yeni bir Müslüman entelektüel Sınıfı yetiştirmeliyiz. Yeni bir Müslüman entelektüel sınıfından kastım şudur; ikinci sınıf bir Batılı düşünür yetiştirmemeliyiz.
Yani Batıdaki düşünürleri taklit eden, Müslüman bilim adamları yetiştirmemeliyiz. Söyledikleri itibar görmeyen insanlar değil, elbette ki bu insanlar Batı düşüncesini bileceklerdir, ama islam Düşünce geleneğine de hâkim olacaklardır, olmalıyız. islam Düşünce geleneğini en derin şekilde kavramış olacak, fakat hiçbir şekilde taklitçi olmayacak, kendi kimliği ve şahsiyetiyle birlikte varoluşunun da gerektirdiklerini yerine getirerek var kalacakladır."
Başkalarının gündemlerine bağlı kalmayalım
Hataların tek sebebinin Batı olmadığının da altını çizen Nasr şöyle devam etti: "Kendi ihtiyaçlarımıza kendi menfaatlerimiz doğrultusunda cevaplar verdik. Ama bunun da ötesinde kendi sorularımızı sormak, başkalarının sorularıyla başkalarının gündemlerine bağlı kalmamak, kendi sorularımızla kendi gündemlerimizi de belirleyecek derecede gündemimizle meşgul olmalıyız.
Her konuda hataların sebebi Batıdır demiyorum, bizim kendi içimizde kaynaklanan problemler de var. Ki bunların başında da içimizde yaşanan ayrılık ya da karşıtlık geliyor ki bunun başında da Şii-Sünni ayrılığı vardır. Biliyorsunuz son zamanlarda ciddi çatışmalar yaşandı. Maalesef, içimizdeki bir kırılma noktasını tespit ediyorlar ve kırılma noktasının da kendi aleyhlerine çeviriyorlar. Bu çatışmanın hiçbir gerekçesi yok. Bir zamanlar olabilir, bir zamanlar Şiilerle Sünniler arasında yaşanmış olabilir, ama bu çatışmalar için gerçek bir sebep değildir. Biliyorsunuz Avrupa'da da ciddi çatışmalar yaşanmıştır dönemsel olarak. Protestanlarla Katolikler arasında 100 yıl süren çok kanlı savaşlar oldu ama tüm bunlar unutuldu. Tarihte yaşanmış bazı çatışmalara dayanarak bugünkü çatışmaları meşru görmek makul değil. Dolayısıyla 20. yüzyılda ve 21. yüzyılın ilk başlarındaki yıllarındaki yaşadıklarımızdan ders çıkararak, bu çatışmalara bir son vermeliyiz. Gerçek islam'ı, islam'ın özünü öne çıkararak, tüm bu ayrılıkları ve diğer ayrılıkları elimine etmeliyiz, ortadan kaldırmalıyız."
Çok zor bir döneme girildiğini ifade eden Seyyid Hüseyin Nasr, her şeye rağmen iyimser olduğunu dile getirdi: "Bizi oldukça zor bir dönem bekliyor. Ben karamsar değilim, tam aksine iyimserim. Genç bir nesli eğitmeliyiz. Yalnız bir hususu belirtmek istiyorum. Biliyorsunuz bir hadiste, peygamber efendimize bir bedevi geliyor, Peygamberimiz, "Deveni ne yaptın? Diyor, bedevi de "Allah'a emanet ettim diyor. Peygamberimiz "Önce bir kazığa bağla, sonra Allah'a emanet et" diyor. Dolayısıyla burada üzerime düşen görevleri yerine getirmeliyiz, sonra Allah'a tevekkül etmeliyiz."
ne elem işitmek terk-i diyar ettiğini;
münevver aleme bu aşağı âlemden,
bir daha işitilmeyecek bu fani beldede,
nârin sesin letafetle dillendiren
bal misali usul usul süzülen hikmeti.
ve de görülmeyecek kelimeler, dökülen ulu kalemden
onlarca yıldır ısrarla gözlerin idrak ettiği
gözler ki teşne, saçılan hikmet incilerine.
hani bir dem kâbeyi tavaftayken,
gezinirdik bir dem firuze isfahan camileri içre.
tazimdeyken marakeşli velileri,
ol dem yürürdük zikirle
gözden ırak kutlu beldelerde.
yüce şânınâ ol zât'ın selâm ederken,
her daim mübarek yerlerdeki kâhire'deki,
doğudan batıya uzanan kıtalar üzre.
bu kıvançlı anlar kalıp gitti mazide,
elem doldu yüreğim terk-i diyarını işitince.
yine de uzun ömrünü anmalı,
bir ömür çok bereketli,
ırak ve yakından ruhları besleyen
bir ömür, yüklü manevi meyveyle.
gittin, ancak söz ve hayalin geride
kalp levhamıza, ruh gözümüze hakkedilen.
ey allah dostu, rahmet kapısı açık olsun sana her daim,
kevser yanında buluşalım eğer dilerse,
nihayetsiz cemalî idrak için,
dostun veçhesinin kamaştıran görkemini.