“...Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
Bunu Yakup söyledi
Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense
Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
Kızgın kağıtların üstüne.
" Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından."
dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
düşsün, olsun, bırak,
içinde yıldızlar patlıyor.
kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
ister sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
yoluna baş koymak diyoruz
biz barbarlar buna.
“Hemen mi gidiyorsun Muallâ
Kalsaydın biraz
Daha sana çedeneli kavurga ikram edecektim
Senden önce hiç bir ölü bu şansı bulamadı
Gitmesen iyiydi Muallâ
Asıl festival henüz başlamadı
iplik tüccarları gelecek, hokkabazlar, şairler
Meydan yeri filozof kaynayacak
Schopenhauer da gelir belki,
Telgrafımı aldıysa Cesar da gelir
Şimdi sen gidersen hevesim kalmaz Muallâ
Kadir inanır bıçaklanır güpegündüz
Ertem Eğilmez kumar masasında yakalanır
Sarıtopraklık’tan paldır küldür düşer bir ceset
Ve iptal ettirir festivali ölüm korkusu
Kendim için diyorsam namerdim
Gitme Muallâ, azalmasın Yozgat nüfusu.”
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama ısınır sanki biraz.