Sabredemedim; oturup, yaşam yolundaki ilk adımlarımın bu öyküsünü yazmaya koyuldum. Oysa bunu yapmasam da olurdu...
Bir tek şeyi kesin olarak biliyorum: yaşam öykümü bir daha yazmayacağım, yüz yaşına kadar yaşasam bile. insanın, hiç utanmadan kendi hakkında yazı yazabilmesi için benliğinde son derece aşağılık bir tutku duyması, kendi kendine aşık olması gerekir.
Yalnız bir bakımdan kendimi bağışlıyorum çünkü ben başkaları gibi okuyucudan övgüler beklediğim için yazmıyorum.
Geçen yıldan bu yana başımdan geçenleri, kelimesi kelimesine yazmaya koyulmuşsam, bunu içimden gelen bir gereksinimin etkisi ile yapmışımdır.
Konu ile ilgili olmayan her şeyden ve en önemlisi edebiyat yapmaktan olanca gücümle kaçınarak yalnızca olanları yazıyorum.
Edebiyatçı otuz yıl habire yazıp durur da sonunda bunca yıl neden yazı yazdığını kendi de bilemez.
Ben edebiyatçı değilim, edebiyatçı olmaya da özenmiyorum.
Üstelik ruhunun derinliklerinde olup bitenleri ve duyguların güzel bir anlatımını onların edebiyat pazarına sürmeyi bir ahlaksızlık, bir alçaklık sayarım.
Bununla birlikte üzüntüyle hissediyorum ki, galiba duyguları ve düşünceleri (üstelik söz konusu düşünceler çok adice şeyler olsa bile) hiç anlatmadan da olmayacak: her çeşit edebiyat, insanın üzerinde bu derece ahlak bozucu bir etki yapıyor işte, üstelik insanın giriştiği bu iş sadece kendisi için yaptığı bir iş olsa bile.
Düşüncelerse aslında çok adice şeyler olabilir çünkü insanın değer verdiği bir konu bir başkasının açısından hiçbir değer taşımayabilir.
Her ne ise, bütün bunları bir yana bırakalım. Böylece bir önsöz yazılmış oldu işte. Ama bir daha bu tür şeyler olmayacak artık.
Şimdi başlayalım, bakalım. Hoş herhangi bir işe başlamaktan daha zor bir şey yoktur ya, belki her çeşit işte öyledir, kimbilir? Her neyse.
Delikanlı ı.- dostoyevski.
Birinci bölümün ilk paragrafı benim en sevdiğim girişlerdendir. Oldukça samimi ve saf bence.
"(...)Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım."
insanların hala sözcüklere bu kadar önem vermeleri çok tuhaf!
Sözgelimi, birini dövmesen de ona "bir aptal" olduğunu söylesen üzülür.
Ama "çok akıllısın" deyip, parasını bile vermesen sevinir.
"sen merak etme ölmek sanıldığından çok daha zor. senin için gerçek bu. ecelinin önceden belirleneceği inancı, ona gizemli bir bağışıklık, belirli süreler için ölümsüzlük getiriyor, böylelikle savaşın en tehlikeli anlarında korkusuzca öne fırlıyordu. yine bu nedenle, zaferden çok daha zor, çok daha kanlı ve çok daha pahalıya mal olan yenilgiyi kazanabildi."
“Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. insan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. insan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. Bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa bir iki lira borç alırsın… işte ondan sonra mucize başlar. Şiddetli bir rüzgar ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski sıkıntı pır deyip uçmuştur. Gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın. işte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kağıt başarır. Sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzünde birkaç yüz metre daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgar, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgarın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur… Kalk, iki gözüm, iskeleye geldik. Günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim.”