hürriyeti yitirilmiş gözlerimin serzenişindeyim,
hudutsuz rüyalarım damlıyor acı tesirli gidişlere,
geleceğimi esir etmiş vedalar büyüyor yalnızlık bahçesinde
yine mahrumiyetim haddini aştı bu gece;
ve ben masumiyeti kanayan bir sübyanın gözyaşlarına tutunuyorum sadece...
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
biyolojik hata ürünü, saçlarını uzatmalarının sebebi tarihsel kaynaklarla dahi saptanamayan, hadi yaşamalarına izin verildi; bir de topluma karışmaları için birtakım karanlık güçler tarafından desteklenen, fiziksel güçleri yetersiz olmasına karşın; neredeyse tüm savaşlara ve kavgalara vesile olmalarından övünç duyan, ne yalan söyleyeyim erkekleri doğurmak dışında pek de varlıklarının bir anlam ifade etmediği kadınları cipimle ürkütmek suretiyle trafikte usulca ilerliyordum.
hafif pembeye çalan kırmızı cipimle oldukça da dikkat çekiyordum. gaydaşlarımın düzenlediği, "meme kanserini nasıl yaygınlaştırabiliriz?" konulu sempozyumdan da erken ayrılmıştım. neticesinde zamanla ilgili hiçbir sorunum yoktu. ağır ağır, kimi zaman "el bimbo" melodisine sahip kornamı öttürerek, kimi zaman da yaya geçidini kullanan poposunun sağ ve sol lobları saygıdan fazlasını hak eden çelimsiz erkeklere selektör çakıyordum.
tanrım tüm çapkınlığım yine üzerimdeydi... bu sırada kırmızı ışıkta yitip giden dakikalarımı değerlendirmek adına, derhal mini buzdolabından 4.500 dolar değerindeki viskimi çıkarıp yudumlamaya başladım. ardından cipimin camını aralayıp bağnaz kokulu caddeyi izlemeye koyuldum. kıskanç ve fakir oldukları saçlarının taranış istikametinden belli olan, muhtemelen çoraplarının topuk kısmında devasa bir yırtık barındıran, babasının bir aylık maaşına göz dikmek suretiyle zor bela dokunmatik ekran cep telefonu aldıran insanları, alim duruşumla kahkahalar eşliğinde izliyordum. kahkahalarımdan etkilenmiş olacak ki, tam da bu sırada yanıma kadınsı bir dişi yaklaşıp seslendi:
- beyefendi beyefendi! huu!.. utanmıyor musunuz yolun ortasında alkol almaya hı? sizi polise şikayet edeceğim. plakanızı aldım.
şaşırmıştım...
bu cafi kadın neler söylüyordu böyle. söylediklerini içerlemiş bir şekilde, iki elimi de başımın arasına alarak düşünmeye başladım.
tanrım ne ağır konuştu ama... bir de kederimden sigara yakıp gözlerimi kaçırdım. 1.45 boylarındaki bu cahder kadın halen konuşuyordu. yanan yeşil ışığa bile aldırış etmeden donakalmıştım. arkadan yükselen klakson sesleri gerilimi daha da arttırıyordu. son bir çırpınışla cevap vermeye yeltensem de başaramamıştım.
+ merhaba ben pemb..
- ahlaksız adam. git bu mahalleden. şimdi geliyor polis! şimdi.
ve zihnimde nihayet pembe bir ampul flaş çakmıştı. kadın hatırlatana kadar hangi mahallede olduğumuz konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. kendimi tamamen trafiğin akışına bırakmıştım ve hiç de dikkat etmemiştim. kafamı derhal dışarıya çıkarıp çevreye göz atmaya başladım. göz atar atmaz da bastım kahkahayı... bu bir fakir mahallesiydi.
yaz aylarında bile tüten odun sobasının dumanları, balkona asılmış rengi soluk giysiler, evlerinde çalınacak hiçbir teknoloji harikası olmamasına karşın; demir korkuluklarla hırsızlara yönelik alınmış basit önlemler, sıvası dökülmüş duvarlardan memnuniyet duyan yüzsüz bakışlar... tanrım bu her şeyiyle fakir bir mahalleydi. ve karşımda söylenen bu kadın da kesinlikle fakirdi.
muhtemelen eşi evlilik tarihlerini hiçbir zaman hatırlamamıştı. hafif kırışık göz altı torbalarına bakacak olursak; ortanca oğlu ilkokula gidiyordu, küt kesilmiş saç kesimine göre sabah kahvaltısında menemen yemişti, ve bu hınç dolu öfkesini de değerlendirmek gerekirse; hayatı boyunca tek bir viski bile yudumlamamıştı.
kahkahalarıma kesret katarak yerleri yumruklamaya başlamıştım. içim içime sığmıyor, kadın şaşkın gözlerle beni izliyordu.
kahkahalar eşliğinde derhal mini buzdolabından bir viski daha çıkarıp kadının yüzüne çarpıverdim. kadın, viskiyi düşürmemek için adeta iki eliyle bir savaş verdi. sonra bir anda viskiyle beraber kaçmaya başladı. o kaçarken ben de arkasından onu taşlıyordum.
tanrım ne de eğlenceliydi...
neşem geç de olsa nihayet yerine gelmişti. mahallenin ortasında naralar atıp evleri taşlıyordum. cama çıkan yaşlı teyzelere mpt'yi (minik pembe tolga'yı) gösterip dil çıkarıyordum. beni bozguna uğratmak isteyen mahallenin genç delikanlılarını paramla dövüp, ardından yetmezmiş gibi de pandik atıp geri yolluyordum.
fakat bu neşe dolu dakikaların kendini bir anda hüzne bırakacağını nereden bilirdim...
karşı sokaktan mavi önlüklü, minimini kafalı, üç numara saçlarıyla ve göz yaşlarıyla bir çocuk koşuşturuyordu. kalbimdeki sızı adeta damarlarımda dolanıyordu. derhal cipime atlayıp önünü kestim. bu minik yavrucak cipimi görünce daha da korkmuştu.
kaçmasına fırsat vermeden onu ilahi kollarımla sarıp yakaladım. kaçmak için çırpınıyor, ve de haykırıyordu.
- abi bırak gideyim. sen de onlardansın. yalvarırım koklatma abi.
+ merhaba, ben pembe tolga. sana zarar vermek gibi daravetlerim asla olmadı küçüğüm. söyle, kim ne yaptı sana?..
- abi bu cip senin mi?
+ elbette.
- söylemem sen de zenginsin o zaman.
elindeki çamlıca gazozu tokatlamak suretiyle yere düşürüp, dolaptan çıkardığım red bull'u bu küçük adama uzattım.
biraz olsun tebessüm etmişti.
+ söyle bakalım neden ağlıyordun hı?
- abi şu kaveyi (kıraathaneyi) görüyor musun? (eliyle işaret ederek).
+ görüyorum minik savaşçı.
- işte az önce oraya zengin bi adam geldi. herkesi etrafına toplamış bir şeyler anlatıyor. kız arkadaşını nasıl şe yaptığını anlatıyo. herkes de heyecanla dinliyo. gelip beni yanına çağırıp elini koklattı. kız arkadaşının şeyinin kokusuymuş, öyle dedi. çok utandım abi. çok kötüydü... herkes de güldü bana.
irkilmiştim...
bu mahallede bir zengin daha vardı. ama kim?.. kimdi bu zengin ve ahlaksız günahkar, kimdi bu yavrucağın inci tanelerini yanaklarından döken, değer miydi bir sabiyi ağlatmaya... bu mahalleye iki zengin çoktu.
gidip bu kalpsiz adamla yüzleşecektim. öncelikle küçük çocuğa 20.000 tl harçlık ve iki koli red bull verip yolladım.
hemen ardından cipimi bahsi geçen kıraathanenin önüne çektim. cipimden inerken gözüme karşı kaldırımdaki spor araba takılmıştı.
bu o adamın arabası olmalıydı. daha fazla zaman kaybetmeden kıraathaneye giriş yaptım.
geldiğimi kimse fark etmemişti. çocuğun belirttiği gibi, herkes pürdikkat bir şeyler dinliyordu. yaklaştıkça kalabalığın arasında genç bir adam olduğunu gördüm. keyifle bir şeyler anlatıyordu. millet işi gücü bırakmış, bu adama odaklanmıştı.
sessizce adamı inceledim. takım elbiseli, bakımlı saçlara sahip, rolex kol saatli, kendinden emin şehvetli bakışlar, henüz ayrılmadığına dair yemin edebileceğim dolgun sağ ve sol loblar... çekici bir adamdı.
bu kısa süreli analizimin akabinde kalabalığa doğru seslendim:
- merhaba ben pe..
kalabalığın arasından yüzüme yaklaşık 500 euro fırlatılmıştı.
şaşırmıştım... onlarca yıllık pembe ömrümde başıma ilk kez böyle bir şey geliyordu. ve henüz şaşkınlığımı dahi atlamamışken, benim gibi şaşkın bakışlara sahip insanların arasından o adam yavaşça ayağa kalktı. gülümsüyordu ve kendinden emindi. ardından gür bir sesle seslendi:
+ merhaba ben de euro berk.
- euro berk... bunun bedelini ağır ödeyeceksiniz euro bey. sizi az sonra satın alıp becereceğim. hem de bu insanların arasında.
deyip yüzüne 1.000 tl çarptım. adam şaşırarak kaşlarını kaldırdı ve ardından kahkahalar saçtı. bu atağım sanki onu daha da ateşlemişti. ve çok geçmeden yüzüme bir 500 euro daha çarptı ve ekledi:
+ asıl ben seni satın alıp becereceğim.
bunu duyan azgın kalabalık da kendini kaybetmişti. herkes masalara vurup euro berk'in adını haykırıyor, benim üzerime çay kaşıkları fırlatıyordu. "euro berk! euro berk!" tezahüratları arasında 2.000 tl ile karşılık verdim. kalabalığın sesini biraz olsun kesmiştim.
bu haysiyetsiz adam, bu sefer de gömlek cebinden çıkardığı 1.500 euroyu gövdeme çarptı. gerçekten dişli bir rakiple karşı karşıyaydım... son olarak 5.640 tl ile karşılık verdim. hemen akabinde 10.000 euroyu bir çırpıda yüzüme çarpışı soğuk duş etkisi yaratmıştı. elimi arka cebime götürdüğümde yıkılmıştım. az önce kalan tüm paramı o küçük çocuğa verdiğimi hatırlamıştım. sempozyumdan sonra bir yerlere uğramayacağımı düşünerek de yanıma pek nakit alma ihtiyacı duymamıştım. cebimde kalan son bozuk paraları da yere bırakıp, usulca başımı yere eğdim... euro berk ve kalabalık darare kahkahalar saçıyordu.
ve euro adam haklı zaferiyle haykırdı:
+ işte bu kadar! soyun şimdi. size söyledim, işte ben böyle satın alırım! işte böyle!
gömleğimin her düğmesini açarken, pembe yaşamım gözlerimin önünden geçiyordu. bu güne dek katlettiğim tüm götler nefretle görünüp gülümsüyordu. verecek hiçbir cevabım yoktu... en azından küçük bir yavrucağın uğruna kaybedecektim bekaret kuşağımı.
ben soyunurken, euro berk de boş durmuyordu. bir çırpıda üstündeki ceketi çıkarıp yere attı. tam bu sırada pantolonumu çıkarırken yere dökülen kartvizitlerini gördüm. bunlar pembe renkli küçük kartvizitlerdi. pembe rengi dikkatimi çekti ve yakından baktım.
üzerinde, "pembe holding satın alma müdürü berk koraycan" yazıyordu. şaşkınlıkla, kartviziti işaret ederek euro berk'e seslendim:
- siz ne işle meşgulsünüz acaba?
+ gördüğün gibi ülkenin en itibarlı şirketlerinin birinde müdürlük yapıyorum. ahahaha...
bastım kahkahayı. önümdeki bıyıklı ve kel erkekleri de yumruklamaktan kendimi alamıyordum. gömleğimin düğmelerini yeniden ilikleyerek haykırdım:
- merhaba, ben pembe tolga.
+ pe pe pemb.. tolga bey? ama nasıl?..
- demek benim şirketlerimden birisinde müdürsün. terfi istiyor musun?
+ tolga bey bakın gerçekten özür dilerim. bilmiyordum... daha önce hiç karşılaşm..
- maaşına 15.000 euro zam yapıyorum. soyun...
az önce acımasızca naralar atan kalabalıktan artık çıt çıkmıyordu. euro berk ise ölüm sessizliğinde matemlere bürünmüştü.
dakikalar önce yere attığı ceketini özenle masanın üstüne serip, başımla işaret ettim. soyunmasını dahi beklemeden pantolonunu bir hışımla aşağıya indirdim. artık karşımda sevgi yoluna el değmemiş, baldırları içten bir taltifi hak eden, ince omuzları kırılganlığın eşsiz portresini dramatize eden sanatsal bir ışıkmışçasına nurlar saçan, güneş görmemiş göt çatalıyla şaplak atılmaya olanak sağlayan dolgun poposu karşımda korunmasızca duruyordu. önce poposunun sağ ve sol loblarını özenle ayırdım. sağ lobu sanki biraz daha şişkindi. bu asimetrik olumsuzluğa pek de takılmadan, içine pembe rüyayı empoze ettim.
onu bir yandan beceriyor, diğer yandan da sırtına çay dökerek haşlıyordum.
ve nihayet elli dakikalık becerişimin ardından kalabalık beni ayakta alkışlıyordu. bu cife kalabalığı görmezden gelerek, becerdiğim euro berk'in kulak deliklerinde sigaramı söndürüp gülümsemeye başladım. tebessümünün nezdinde göz yaşlarım da akıyordu.
tanrım yine oluyordu...
durduramıyordum bu kutsal yaşları. mütenasip kalbim yine titriyordu.
kendime daha fazla martaval okumadan kaçtım o günahkar bakışlardan.
kaçıyordum... kaçıyordum ama; aslında vazgeçişlere mütamayil ömrüme geri koşuyordum.
hürriyeti yitirilmiş gözlerimin serzenişindeyim,
hudutsuz rüyalarım damlıyor acı tesirli gidişlere,
geleceğimi esir etmiş vedalar büyüyor yalnızlık bahçesinde
yine mahrumiyetim haddini aştı bu gece;
ve ben masumiyeti kanayan bir sübyanın gözyaşlarına tutunuyorum sadece...
ufacık sikiyle elaleme madara olmuş, özellikle cinsel anlamda kendine güveni olmayan ve çok nadir de olsa işleyen bir seks hayatının olduğunu insanlara beyan etme gereksinimi duyan, bugünün sorunlu yarının hastalıklı insanlarıdır.
artik onemsenmeyen serefsizlik yapmis hatunla sevgili olan adamdir. karsisindaki insan olsa anlatmaz. zira erkekler onemsedikleri hatunu kimseye anlatmaz.