Dönelim
Döndürsün bizi
Kalbin akip giden bulutlara benzeyen sesi
Yagmursuz bir yagmura açilmis kapilardan
Ve akilda kalan bir yokustan
Ve yalniz çocuklara özgü o sonsuz sinema koltuklarindan
Ve çocukluktan
Dönelim
Dönelim mi biz
Gençlikten, oralardan
Mutlulugu bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan
Dönelim mi aciya
Aciya, büyük aciya
Ve soralim mi acaba
Ey büyük yalnizlik insansan eger
Bir kaya
Dalgalar yalarken onu
O bakarken kaskati kalabaliklara
Ah, kalbin bulut bulut akan sesi.
Bütünüyle bir semte benziyor Ruhi Bey
Binlerce, on binlerce kedinin hep birden kimildadigi
Kedilerden örülmüs bir semte
Ve soguk bir tuvalde yerini bulamamis renkler gibi
Soguk ve ayakta tutan çeliskileri
Bir görünümden bir baska görünüme kolayca siçranan
Her seyin, ama herseyin çok distan farkedildigi
Eh belki de bir satir fazlaligi ya da bir satir eksikligi
Belki de genç bir sairden ödünç alinan.
Yürüyor mu, yürümeyi mi düsünüyor Ruhi Bey
Düsünmesi daha mi sonra koyuluyor yola
Nereye gidecek ama, nereye varacak sanki
Yoksa bir oyun tadi mi buluyor bunda
Oyundan atilmaktan korkmayan bir oyuncu gibi
Bosvermis de sanki oyunun kurallarina
Üstelik son bölümde, perdenin kapanmasina
Azicik vakit kalmis
Ya da vakit var daha. Ama ne çikar
Gövdenin yazgiya baskaldirmasi mi
Ruhi Beyin
Baskaldirmasi mi yoksa
Vaktinden önce anlamanin saskinligi mi
Vaktinde anlamanin sevinci mi
Ya da biraz geç kalmanin
O gereksiz tedirginligi mi
Hangisi
yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.
yüz yıldır bekler beni
bir şehirde bir kadın.
aynı daldaydık aynı daldaydık
aynı daldan düşüp ayrıldık.
aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.
yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından..
Ne güzeldin. Orada, ilk oturduğumuz yerde, bana baktığın pek çok zaman beni yerdeki parkelere bakarken yakalıyordun ya zaman zaman. Ben o anların hiçbirinde parkelere bakmıyordum da, öyle zannet istiyordum. Yoksa karşımda sen otururken sikeyim parkesini! Parke değildi mevzu, mevzu sana mevzunun parke olduğunu zannettirmekti. Bunu gerektiriyordu çünkü takıntılı bir ruh hastası olmak!
Biraz evvel ağlamış kadın yüzünde ittifak etmiştik Tarık abimle beraber. Bir yüz ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi çünkü. Ne zamana kadar? Yüz yüze gelene kadar. Sonrası komple mahçubiyet!
Bozulur muyum ben sana? Hayatta bozulmam ben sana. Ama daha çok bakarım parkelere. Aslında bakmam da, bakıyormuş gibi yaparım, sen de bozulma.. Yoksa nasıl kurulur dengeler?..
Her şeyden hevesimi aldım dediğim zamanlarımda hiç bilmediğim heveslere meylettim hattı zatında. Ayıplama da beni, mümkünse anla, mümkün değilse salla!
Soğudu gibi oldu havalar. Dikkat et kendine! Artistlik yapma, yürürken önünü kapa. Ve korkup gidersem bir gün. Sakın kızma. Kızma çünkü;
Çok durmam ben, duramam
bütün gece çorbacıları bilir
o yüzden
istasyon civarındadır hep
kiraladığım bütün evler
kalmak alışkanlık biraz
marifet biraz
biraz cesaret
bense ne alışığım
ne mahir
ne cesur
dönüp dolaşıp başladığım yere
döneceğimi bilsem de
kanadıkça giderim
kanattıkça giderim
devirdiğim otuz küsür yaş
başka bir şey de değil de
bunda usta etti işte
gitmeyi iyi bilirim
ister korkaklık de buna
ister yavşaklık
cevap bile veremem
giderim
Giderim ben
öyle öğrendim babamdan
beş çocuğun yükünden ve
annemin dırdırlarından
kaçıp kaçıp sığındığı
kahvehanenin eşiğinde
her boynumu büküp
“baba eve gidelim” dediğimde
ve
“sen git! gelirim ben!” lafını
her duyduğumda
içimden hep şey derdim
bir yere gitmeliyim
eve değil ama
nereye?
o zamanlar küçüktüm
hep eve dönerdim mecbur
sonra işte unuttum artık
ev
nere?
Velhasıl
ben giderim
gitme derdiyle büyüdüm
o yüzden gülüm
anlayamasan da
üzülme
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
istanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların
dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
iki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.
Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.
Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.
Aşık nasıl bulursa iç açan bir serin su
Sevdiği bir güzelin som yalaz dudağında,
Sönecektir bizim de gönlümüzün tamusu
Tanrıların gezdiği yüce Tanrı Dağında.
Tanrı Dağı! Tanrılar, tanrılaşanlar Dağı!
Orda on üç asırdır bizi bir gözleyen var.
Savaş türküleriyle aylı kızıl bayrağı,
Kefensiz ölülerin ruhunu özleyen var.
Ulu Tanrı! Kür Şad’ın yenilmeyen ruhunu
Yüce Tanrı Dağında biraz daha barındır!
Geleceğiz yakında! Yarın bütün oralar
Demir bileklerdeki çelik kılıçlarındır.
Tasa mıdır yakarsa bir kurşun kalbimizi?
Ne çıkar süngülerle delinirse bağrımız?
Bu kurşunlar, süngüler öldüremezler bizi,
Belki diner onlarla ezeli kalp ağrımız.
Gözümüzde bir hasret parlayarak düşünce,
Toprak ana elbette bize açar kolunu.
Onun kadar düşünmez bizi hiçbir düşünce,
Kendi koynunda saklar can veren her oğlunu.
Yurt ve şeref uğrunda sen seril de toprağa
Varsın hiçbir dudakta anılmasın er adın!
Kan sızarak göğsünden huzuruna varınca
Iztırabı dinecek belki o gün Kür Şad’ın.
Gam mı ceylan gözlüler bizlere yar olmasa?
Yeter ki kılıçlarla süngüler yar olmalı,
Rahat yatakta ölmek sanki değil mi tasa?
Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı
not: şiirdeki müjgan bir bayan değil kirpik anlamındadır. şiir deniz gezmiş ve arkadaşlarının asılması üzerine atilla ilhan tarafından vapurda yazılmıştır.
şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
ben zannetmiyorum bunu.
iyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
toprağa beraber dalacağız.
ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
ben
daha ölümü düşünmüyorum.
ben daha bir çocuk doğuracağım.
hayat taşıyor içimden.
kaynıyor kanım.
yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
ama ölüm de korkutmuyor beni.
yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
içimden bir şey :
belki diyor.