belki aynı yerde çalışıyorsunuz, belki iş arkadaşınız. belki aynı apartmanda oturuyorsunuz, komşunuz. belki aynı sınıftasınız, sınıf arkadaşınız. ama kimse bilmiyor ki sizin kalbinizde o 'iş arkadaşı','komşu','sınıf arkadaşı' gibi resmi kavramlardan daha ilerde. yakınınızda, hemen hemen her gün görüyorsunuz onu. aynı yerde bulunuyorsunuz. bazen konuşuyorsunuz, bazen gözleriniz birbirinize değiyor. aynı havayı soluyorsunuz. tıpkı etraftaki diğer insanlarla olduğu gibi. fakat yinede o size çok uzakmış gibi gelir. arkadaş bile değilsinizdir. resmi kavramlar dışında alakanız bile yoktur. aslında zorunlu olduğunuz için aynı yerdesinizdir. beden olarak aynı yerdesinizdir, yakınsınızdır. ama ruhunuz apayrı yerlerdedir.
tabii bunu yazan bir yazarın elbet bu konuda yarası vardır dimi. oku bakalım kardeş, biraz dertleşelim.
yine bir pazartesi günü başlamıştı. ve ben okula doğru gidiyordum. işte hep girdiğim o sınıfa girdim. hep gördüğüm o kızı gördüm. bir insanın başka bir insana hem bukadar yakın, hemde bukadar uzak olması gücüme gidiyordu. hele söz konusu 'o' ise. sıradan bir gündü. ne farkı olabilirdi ki? asıl canımı yakanda oydu. günün farklı olmaması. her zaman olduğu gibi yakın ama uzaktım ona. onun belki hiç birşeyden haberi yoktu.
okulun çıkışında, okulun tiyatro klubüne gitmiştim. haftanın 3 günü vardı. murat adında ki bir arkadaşım beni ikna etmişti klube girmeye. bir oyun çalışıyorduk. ve o oyunda tek repliğim ''frigo! yokmu frigo isteyen!'' ve ''frigo! taze bunlar! frigo!'' idi. koskoca oyunda ki en küçük karakterdim. 2-3saat orda kaldıktan sonra eve gittim. bu gününde bir farkı yoktu. koskoca gün boka gitmişti. ve o yine bana uzaktı.
salı günü gelmişti. dersimiz sağlık dersiydi. hocanın çok belirgin bir otorite sorunu vardı sınıfta. yere tüküren tükürene, kağıt atan atana, anıran anırana bir ders işliyorduk. dışardan gören biri ''nasıl okul lan bura?'' diyebilirdi. fakat bu durum sadece sağlık hocasına özeldi. geometri hocasının yanında mum gibi oluyordu millet.
yine sıramda kendi halimde mırıldanıyordum. hoca sıraların arasında dolaşıyordu. yanıma geldi ve '' sen benimle az gelsene.'' dedi. ne diyeceğini merak ettim. bana kötü bir şey demezdi, sonuçta sınıfta okadar öküzü andıran insan arasından benim gibi sakin bir çocuğa kızamazdı. hoca masasına oturdu. sessizce konuşmaya başladı. zaten sınıftan envai çeşit ses çıktığından kimsenin bizi duymasına imkan yoktu.
hoca: annen baban ayrımı?
ben: hayır.
hoca: kaç kardeşsiniz?
ben: tek çocuğum hocam.
hoca: evde odan var mı?
ben: var.
hoca: parasal durumunuz nasıl.
ben: iyi.
hoca: iyide evladım herşeyin iyi. neden derslere bukadar ilgisizsin?
ben: bilmem.
hoca: kız meselesimi var?
hocalar hep en son bunu sorarlardı. bunu sorarkende hep gülerlerdi. sağlık hocasıda gülümsedi tabii bunu sorarken. bende inkÂr edemedim.
ben: evet.
ben evet der demez zil çaldı. hoca '' gel benimle. '' dedi. hocayı takip ettim. koridordaki camın bulunduğu yere geldik. hoca konuşmaya devam etti;
hoca: bu sınıftan mı?
evet dersem ''kim?'' gibi ısrarlı sorular gelebilirdi. yalan söylemek tek çareydi.
ben: hayır.
hoca: bu okuldan mı?
ben: hayır.
hoca: nerden tanıyosun peki?
ben: eski okulumdan.
hoca: onu sevdiğini biliyor mu?
ben: yani, galiba.
hoca: bak arda, eğer derslerinde başarılı olursan kızda sana ilgi gösterebilir. kızlar başarılı erkekleri sever.
dedi hoca. ve konuşma orda bitti. ama herhangi bir sonuca ulaşılamadı. eğer hocanın dediği doğru olsaydı geçen sene sınıfımdaki emre adındaki çocuğun kızlar peşinde tur dönüyo olurdu. nasıl bir cümle kurdum be. ben bile anlamadım ya neyse.
arkamda eylül adında bir kız oturuyordu. ayağı sakatlandımı, incindimi, kırıldımı bilmiyorum. ama şu bastona benzeyen tuhaf şeyle yürüyordu. yiğit adındaki çocuk onun yanına gelmişti. yiğit sevdiğim kişinin kim olduğunu biliyordu. ama aramız biraz açıktı yiğitle. nasıl olduysa konu 'aşk'a, ardından 'arda kimi seviyor'a gelmişti konu.
eylül: ben arda'nın kimi sevdiğini biliyorum!
yiğit: kim? (bilmiyormuş gibi)
eylül: ****'ı/i seviyor.
evet doğru söylüyordu, fakat hemen yalanla sıyrılmak lazımdı bu işten.
ben: ne? hayııır!
yiğit: delirdin mi? hayır tabiikide.
eylül: kim ozaman?
ben: boşver, sen tanımazsın.
eylül: ya söyleee!
ben: ya öğrensen neolacak?
eylül: ehi ehi! söyleee! (gülüyor burda)
ben: tanımazsın sen.
eylül: ya söyleeeeeeeeeee!
ben: boşver!
patttt!
evet, dediğim gibi, bastona benzer birşeyi vardı ya, onu ağzıma geçirdi. sonrasında tek hatırladığım yıldızları gördüğüm ve eylül'ün gülerek ''kimi seviyorsun?'' sorusuydu. dudağım morarmıştı.
çıkışta yine tiyatro vardı. ardından direk dershaneye gittim. dershane hocası ondan önceki hafta ''etkinlik yapacağız.'' demişti. etkinlik için dershanenin biraz yanındaki kfc'ye gittik.
yiyeceğimizi aldık. yemeye başladık. sohbet ortamı oluşmuştu. ama ne sohbet?
öğrenci1: şapır şupur (yemek sesi) tavuğada acı hiç gitmiyo.
öğrenci2: şapır şupur, vallahi billahi. benim babam tavuğu çok iyi yapar.
öğrenci3: kızarmış tavuk daha güzel!
öğrenci1: yaaa! işkembeciye gitseydik keşke!
sofradaki erkekler tavuk ve araba muhabbeti arasında gidip geliyorlardı. kızlar ise 3 kişiydi hocayla birlikte. kızlardan biri dershaneye yeni yazılmıştı. şuana kadar sınıfta tek kız olarak kalmış anjelika'ya (ne biçim isim lan?) arkadaş gelmişti. bunun şımartısı olarak kolayla sarhoş olan tek insan olduğunuda kanıtlamıştı anjelika. dershaneye yeni gelen kızın yzündeki gülümseme ise ''şu iş bi bitsinde eve gidiyim.'' gülümsemesiydi. ayıp olmasın diye gülümsüyordu. yani masada çok düzensiz bir sohbet dönüyordu. tÂki hoca kafasını kaldırıp o kutsal soruyu sorana kadar;
hoca: eee arda, aşk işleri nasıl gidiyor?
ben: kötü, ama artık alıştım gibi.
anjelika: ayyy hocam sormayın, gitti kendini bişey sanan bi kıza aşık oldu.
hoca: hmmm, havalı kızlara aşık olma sende arda.
anjelika: yok hocam havalı değil, kendini birşey sanıyor.
hoca: belki dışına aşık olmuştur.
anjelika: yok hocam, güzel bir kız değil zaten.
ben: bilemiyorum, ben iyi enerji alıyorum.
anjelika: ayyy! sadece gözleri güzel! başka hiç biyeri güzel değil!
ben: ama yusuf güney demiyomu ''ben senin gözlerindeki gizemli bakışlarına tutuldum.'' diye.
masada ufak gülüşler oluştu. ardından diğer erkekler yine birbirlerine döndüler;
öğrenci2: tavuğa acı gitmiyo hacu!
anjelika ise salataya tuz döküp millete '' bakın tuzlu salata! '' demeye başladı. görende tavuk sofrası değil, içki sofrasındayız sanırdı. benimde bu konuşmaya katılıp '' aa nasıl yaptın. '' dememle bende onların arasına katılmıştım. ama aniden '' acaba nasıl?'' cevabıyla onlardan daha salak duruma düşmüştüm...
gidişte hoca, ben ve deniz adındaki çocukla yine aynı konu açıldı.
deniz: hocam, unutmak için harika bir bahanesi var. aynı sınıftalar. bundan iyi unutma sebebimi olur?
hoca: arda, kaç yaşına geldin. platonik takılacak değilsin ya. git kıza söyle, ben senin yerinde olsam bin kere söylemiştim.
***
çarşamba sabahı olduğunda kendimi çok köt hissediyordum. annemi ikna edip o gün okula gitmedim. ateşim iyiydi ama hÂlsizdim.
perşembe günü yine normal bir gündü. okulda şaklabanlıkların yapıldığı normal bir gün. onun olduğu, benim olduğum, yakın olduğumuz ama aynı zamanda uzak olduğumuz bir gün. onun suretine bile bakmak beni korkutuyordu. işte asıl uzaklık buydu... gurbetdeki sevgiliye değil, asıl hasret buydu!!!
akşam olduğunda ege adındaki arkadaşımla takılmıştık. ısrar etmişti ''kanka burcu diye bir kız gelecek! lütfen bekleyelim!'' dedi. yağmurlu havada sırf ege adındaki arkadaşım için hiç tanımadığım bir kızı bekledim.
ben: kanka ben gidiyorum. kızı tek başına bekle.
ege: dur kanka! söyledim geliyorlarmış. çevre kolejinin ordayız dedim.
ben: saat 18:35 oldumu giderim!
gel görki bu kızdaki zeka nekadarsa çevre kolejini bulamıyormuş.
ben: ya çevre kolejinin ordayız dedin mi?
ege: evet, bizde ordayız diyolar.
ben: lan oğlum, bu civarda kaç tane çevre koleji var! hasta etmesinler adamı!
uzun süre bekledikten sonra geldiler. üç kişiydiler. üç tane tipsiz kız, aslında tam göremedim tiplerini, fakat güzel olsalar bile zekaları ne yazıkki cennet hurilerini örtmeye bile yeterdi. benim sinirden ''saat 1837 oldu!'' dememle kızlar kendi aralarında gülmeye başladılar. ege bana kafasını çevirdi ve ''bari kızların yanında yapma.'' gibi bir bakış attı. kızlar gitti. ege'ye ''selam vermeleri için mi bekledik lan!'' dedim. ege'de '' kanka kızlar sana güldüler!'' dedi. bende '' kimseye iyi gözükmek zorunda değilim, hele tanımadığım kızlara iyi gözükmek hiç zorunda değilim! neyse böyle daha iyi oldu. biz bize takılırız. '' dedim. yağmurun içinde caddeye çıktık.
***
bir cuma günüde onsuz geçmişti sanki. evet onsuzdu, çünkü okula gelmemişti! ve iki açıdanda uzak olmuştu. hafta sonları yeterince rezil değilmiş gibi.
kar yağıyordu, kar ve yağmuru çok severdim. ama nedense bana hep onu hatırlatıyordu bu iki doğa olayı. belkide aşk filmlerinde hep bu iki kavram geçtiği içindir. bilemiyorum, tek bildiğim onu sevdiğim...
bir gün gelecek, cesaretimi toplayıp açılacağım. ama o gün gelene kadar, yakın ama uzak olmaya devam edenlerden olacağım, nekadar acıtsada.
içinizde yaşattığınızda var olan durumdur. hem size hiç olmadığı kadar yakındır; içinizdedir belki. belki de sizi duyamayacak kadar çok uzakta. kısaca tezatlık değildir. belirsizliktir.