söylenişi bile hüzün verir insana, yüreğini burkar dokunur bir yerlere. sessizce bağırmak ne acıdır, sesini haykırabilecğin, omzunda hıçkırarak ağlayabileceğin bir insan bile mi yoktur ki sessizce bağırmayı tercih eder insan. aslında söyleyebilecek o kadar çok şeyi varken yine de susmaktır, içinden gelip boğazında düğümlenen o sözleri bir türlü ses yoluyla aktaramamaktır karşı tarafa. çünkü engeller vardır, olmuştur, olacaktır.. söyleyeceklerini sessizce bağırarak içine atmak çekilen acılara acı katar belkide ama bazen gereklidir..
kimsenin seni anlamadığı ve anlayamacağını düşündüğün zaman, avaz avaz bağırmanın hiç bir işe yaramayacağını düşündüğünde,insan sessiz sessiz bağırmakta bulur careyi. içten içe kendini tüketir.söylemek isteyip de söleyemediği şeyler için.
altınıza yapacak kadar tuvaletiniz geldiği sırasıda tuvaletin dolu olduğu gerçeğini öğrendiğiniz anda yine tuvalet önünde vuku bulan hadisedir. içinizden ortalığı ayağa kaldırırsınız 'çık altıma sıçıcam' diye bağırarak. lakin bunu dışa vurmaz, sabırlı görünmeye çalışırsınız tuvalet önünde.
yeter artık dersinya içinden dışa vuramadıkların hala seninleyken etrafına yansıtmazsın bunalmışlığını... mutlu olduğunu sanmaları gerekir dışardan görenlerin.
sessizce bağırırsın sen ama duyan olmaz ozaman.
insanın içindeki bitmez, tükenmez rüzgara karşı koymasıdır bir yandan. ama sen ne kadar karşı koysan, ne kadar o sessizliğin içinde ses çıkarıp o büyük karanlığı yırtıp atmak istesen bile o rüzgar seni savuruyor maalesef...
tarif edilemez bir duygudur. içindeki lanetleri alıp götürecek bir aracı yoktur o anda*. ne bileyim işte bağırıp çağırmak istersiniz ama boğazınızda lanet bir düğüm vardır ya işte o düğüm kalbinizi bağlamıştır, zihninizi kuşatmıştır ve dil çaresiz kalmıştır. ve bir an gelir. içindeki halatların parçalanırcasına koptuğu. ama o anda dil konuşmaz. kalbin aklınla beraber bağırır, küfür eder. öyle bir şey işte.
planlanmayan farklı bir işkence yöntemidir insanın kendine uyguladığı.
başlık ve tanımdan tam olarak ifade edememiş olabilirim.
hani öfkelenirsin kardeşine bağırırsın ama sesin de duyulmasın diye fısıldayarak bağırırsın.
ulan nasıl bir şeydir bu, boğazın mahvolur iğnecik tomarı yutmuş gibi olursun.
kelimeler batıverir kanata kanata sanki.
Lise zamanlarında yaşamışımdır bunu çok.
Hani kardeşinin bildiğin "su katılmamış salak" olduğu evreler.
sen cool sundur evrenin sırrını çözüyor havasında takılırsın, elinde test kitapları kulağında walkman.
Kardeşin de yeni yeni büyüyordur işi gücü bırakıp anahtar deliğinden senin odanı gözlemektir en büyük zevki şebeğin.
Hatta evde yokken çekmecelerini karıştırır, günlüğünü bulursa okur, sakıncalı bir şey yakalarsa sigara gibi bunları şantaj kozu olarak kullanmaktan asla çekinmez.
benim lisede üst sınıflardan hoşlandığım bir çocuk vardı adı köksal.
günlükten falan okuyamaz şifreliydi artık nerden öğrenmişse sifon kafalı, yemekte falan "ağaçlar ne zaman kök salar anne" diyip duruyordu, pis pis sırıtıp bana bakıyor bi de..
ne diyor bu soytarı derken sırıtışında aydınlanıp, yan sandalyede oturan babanın karanlıklarda kalması için içten ettiğim dualar, bugüne kadar tabağımda hiç pirinç tanesi bırakmamış olmamın hatrına kabul olmuştu zannımca.
ulan amma abarttım adam nasıl anlayacak ağaçlardan benim sıska yakışıklıya nerden köprü kuracak.
Neyse çektim bunu odaya hesap soruyorum ne diyorsun sen diye ama sıkıysa es gürle.
bağırırım bağırmasına da paşa babamın kulakları ziyadesiyle hassastır onu rahatsız etmek istemedim.
Gece gece kan dökmesin adamcağız kan lekesi de çıkmeyor malum.
Yalnız konudan sapma potansiyeli var şu an bende en iyisi toparlayayım.
velhasıl fısır fısır paylayacağım onu diye başım gözüm dönmüştü.
Lanet bir durumdur.
evdeki tek beşiktaşlı olunduğu için sizi maça götüren bir abi, baba, kuzen olmaz. evde izleyeyim bari dersiniz, gol olur mesela. tribünlerle aynı anda marş söylemek istersiniz. anında "çok bağırıyosun" diye yan odadan uyarı gelir. ister istemez buruk bir şekilde söylemeye devam edersiniz.