Kendi hayatıma dair detaylara baktığım zaman çok çocukça buluyorum lan kendimi.
Sıradan yazayım:
*mütemadiyen plaka-marka-model şeklinde arabaları ezberliyorum. Garip bu takıntı. Böyle bi araba gözden kaçırsam sanki o araba patlayacakmış gibime geliyor. Hep şöyle bi hayal kurardım küçükken:
Polis gelsin, şöyle bi araba buradan geçti mi? Diye sorsun ben de evet geçti, bmw 3.25 d 1997 model sedan. Plakası 06 asy 1722, sürücüsü lacivert kazaklı 35 yaşlarında top sakallı birisiydi. Yan koltukta da 20 yaşlarında siyah polar giymiş bir genç oturuyordu. Şoför izmirli yanındaki antepliydi. Arabanın sağ tekerleri fazla inikti. Muhtemelen 25 kg lik parça tesiri artırılmış C4 vardı diyebileyim. Yani gördünüz mü olayı. Böyle önemli bir kişi olmak istedim hep. O bilgiyi verebilecek tek kişi olmak istedim. Yıllarca arabalara Bombacı arabası gözüyle bakarak tespitler yapmaya çalıştım. O günlerden kaldıysa demek ki, halen plakaları ezberlerim. Bazen arkadaşlar ismini söylediği adamı hatırlamadığım zaman arabası hakkında detay verirler, hemen hatırlarım.
*el analizi yapmaya çalışırım. Kişileri ellerinden tanımaya çalışırım. Bunun için bir çok site karıştırdım ve detay çalıştım. Elinin dışını gördüğüm adamı %90 doğru analiz ederim. Otobüslerde falan tüm erkek ahalisi ya karı kız keserken veyahut kulaklıktan son ses kulak zarına tecavüz ederken ben milletin eline bakarım. Demire veya koltuk sapına veya yukarıdan sarkan tutma plastiklerine gözlerimi kilitler insanları analiz ederim.
"Hmmm uzun parmakları var, tırnakları ete gömülü değil. Elinin derisi ince, bileği ince..." falan filan derken baya baya her şeyi tahmin edebilirim. Sigara içki kullanıyor mu, boyu uzun mu kilolu mu, mesleği fiziksel çaba gerektiriyor mu, dövüşe yatkın birisi mi, gamsız birisi mi, hassas birisi mi, hasta mı derken baya detay görürüm ellerde.
*yüz okumaya çalışırım. Insanların yüzünde gerçekten acayip ayrıntılar gizli. Bu sözlükte sadece profil fotoğrafını gördüğüm bir kişinin hakkında bile bir yorum yapabilirim. Bunları sağdan soldan okumadım asla. Ha ilgimi çeken yazılar okudum bu konular hakkında ama bendeki aşinalık tamamen kişisel merak ve daha fazla insanla muhatap olmaya bağlı gelişen bişey. Yuvarlak bir sayı verecek olursam ~3000 kişi ile bir şekilde gece gündüz aynı ortamda kaldım sayılır. Yani Merhaba Merhaba değil ha. Sakın öyle anlaşılmasın. En az 1 yıl beraber yeyip içmişimdir bu 3000 kişiyle. Bu da bu merakımı ve saplantımı destekledi.
*kitap karıştırma ve satın alma merakı. Bu da garip bir psikoloji. Okumak için oturup zaman geçirmek gereken kitaba detaylı biçimde uzun uzun bakabilirim. Aralardan okurum, bir sayfa sonrasını tahmin ederim. Kitabın basıldığı şehre, kaçıncı Basım olduğuna falan iyice dikkat ederim. Hepsini aklımda tutmaya çalışırım. Bi de kitap satın alırım çokça. Bir çok kitabımın kapak içinde "sp" yazar. "Son param ile aldığım kitap" demektir o. Üzerimdeki son parayı kitaba yatırıp kadıköy den emanet yol parası ile Sarıgazi ye gitmiştim kaç kere. Alkım Kitabevi beni çok parasız koydu istanbul da.
*alışkanlıklarımı asla değiştirmem. Asla ama. Her gün Behzat Ç den bir bölüm izlemeye alıştım mesela. Mutlaka izlerim. Ezbere bilsem de salak gibi oturur izlerim. Rituel edinme huyum var sanki. Mesela tırnaklarımı haftanın aynı günü keserim. Şampuan olarak teey çocukluğumdan kalma "göz yakmayan dalin" kullanırım. Değişim en büyük düşmanım. Rejimi muhafaza etmek en huzur verici şeydir benim için. Sözlüğe girip yapacağım şeyler bellidir. "Salih, iso, burcu, rami, deniz, Apo, irem, falanca ve filanca" ne yazmış onlara bakarım kesin. Sonra aldıkları oylara bakarım. Ne demişler ve ne tepki almışlar. Bundan sonra kendi mesajlarıma falan bakarım. Onlara cevap yazarım. Her yazana muhakkak cevap yazarım. Bana mesaj atan insanı severim. Yazdıklarını okurum. Sözlüğe ne zaman geldiğine bakarım. Siyasi görüşüne, etnik kökenine, yaşına, cinsiyetine ve sair bilgilere dair detaylar ararım yazdıklarında. Bu alışkanlığı asla değiştirmem.
*Stalker olacak merak bende mevcuttur. Her boku bilmek isterim. Insanlara oltalar atarım. Zeki olmaya çalışırım. Hep görülmeyeni görmeye çalışırım. Bir adım önde olmak isterim her şeyde. Tecrübe olsun diye saçma salak işlere girerim. Ileri derece gastrit olan birisi nasıl sıçıyor diye tuvalet dinlemişliğim bile vardır lan. Bilmek isterim. Pratik bilgilere sazan gibi atlarım. Bir insanın neleri merak edeceğini bilmeyi çok isterim. Ne düşündüğünü bilmeyi çok isterim. En çok da zamana hükmetmek isterim. Geri alabileyim, durdurabileyim isterim. Zamana olduğu kadar mekana da takıntı gösteririm. Aynı anda yüzlerce yerde olmak isterim. Telefonun iki ucunda da bulunmak isterim.
* dışarıdan kendime bakarım. Yürürken acaba şu lamba beni nasıl görüyor diye düşünmeden edemem. Mesela bir direksiyon nasıl araba sürdüğümüze bakıp gülüyordur kesin diye düşünüyorum bazen. Veya bir ayakkabı Bağcığına nasıl görünüyorum ki lan. Düşünsenize arada pantolonun paçası görüş açınızı engelliyor. Karşınızda bir gömlek eteği. Onun da Üstünde bir burun. Bazen adam eğilip yanınıza tükürüyor ve 43 numara iskarpin ayakkabısı ile asfalttaki Kum zerreciklerine yayıyor o sıvıyı khırrt khırt diye... veya izmarit atıyor, sonra yolun kıyısına doğru tepiyor yine aynı 43 numara iskarpin ile ezdiği izmariti. Acaba beni nasıl görüyorlar diye merak ederim.
Tanrı da merak ediyordur diye düşünürüm sonra. Tanrı olsam bir insan suretine girmek istesem neyi tercih ederdim acaba diye düşünürüm. Herkese potansiyel tanrı gözüyle bakmaya başlarım. Yüssüklerin efendisindeki göz gibi bir göz lazım bana. Ya da tanrıların gücü lazım. Tek ilaç o bana. Çünkü güç merakımın nihayeti yok. Tanrı olsam biter belki o merak.
*el hareketlerim olsun isterim. Sadece arkadaşlarımın anladığı değişik ve basit el hareketleri. Küçücük bir el hareketiyle çok şey anlatmak isterim. Sesleri gereksiz kılmak isterim. Sessiz bir müzik yapılacak olsa bu nasıl olurdu acaba diye aklıma gelir. Resimlere ve kişilere şarkı muamelesi yaparım bazen. Kimisi hande Yener olur, kimisi Massive Attack olacakken direkten dönmüş dilberay... Her şeyi başka bir zemine uygulamayı kafamda kurarım. Mesela "sıvacı malası" veya "çöplüğe gelişigüzel atılmış bir ayakkabı teki" enstrüman olsa hangi ses çıkardı acaba diye düşünürüm.
*halılara bakarım. Parke taşlarına, el çantalarına, dolap kapaklarına bakarım.
--intihar etmek isteyen bir doğalgaz zerresi nasıl en uygun yeri gözlemek isterse ben de en uygun ölünecek yerlere bakarım. Favori listemde en üst sırada bir sarayın mutfağı var. Cinayetimin zanlısı olacak kişiler hep karmaşık. Her türden insan var. Chef de cuisine de var, turp getiren hal toptancısı da var.
Lise terk bir oto tamircisi bulacak mesela benim cesedimi.
Bir halıya sarılı olarak yolun kıyısında olacağım. Ve ben halının desenlerini ezbere bileceğim.
Cesedimi atan arabanın Plakası da hafızamda olacak. Sorarlarsa şak diye yapıştıracağım cevabı.
Halıya sarılı bedenimi attıkları sokak lambasını da tanıyor olacağım. Bana devamlı bakan Lamba o olacak.
Ve atıldığım çöplükte yanıbaşımda duran o ayakkabı teki de orada olacak. Bana keman introsu çalacak en derinlerde bir yerden.
Ellerime ve yüzüme bakan otopsi memuru sigara içtiğimi, milliyetçi olduğumu, Ankara ayazında kavrulmuş Ellerimi ve aslında dövüşe meyilli birisi olduğumu aklından geçirecek.
Evet evet. Saplantılarımın en güzel açıklamasını cesedimi intikal ettirdikleri Behzat ekibi bilecek. Değerini onlar bilecek aklımın kıvrımlarında gezinen stalker şeytanın.
Ancak Sadece bu yazıyı buraya kadar okuyan deliler bilmeye hak kazanmış olacak ölümümün tüm sırrına ermeyi.
ben pansiyonlarda, yurtlarda büyüdüm sayılır. sıksan iliğimden devlet malzeme ofisi akar o derece. haramıyla helaliyle, günahıyla sevabıyla bugüne gada çok yedik devletimizin ekmeğini. bazen gece yat verilince (bkz: yat verilmek) (bkz: anlayamazsınız) karnımız acıkırdı, yemekhaneye gizli gizli girer, kuru ekmek de olsa o haramı feci bir lezzet duyarak yerdik. erkektik olm çünkü, sisteme başkaldırıp ekmek yiyorduk gecenin bi saatinde. ulan anarşikliğimize baksan ya, en favori maceramız gece kilerden (marketler zinciri olan değil) ekmek çalıp gündüzden zulaladığımız tahine bandırıp yemekti. dayıoğluyla birbirimize bakıp hıkır hıkır gülerdik ağzımıza tepiştirirken ekmek artıklarını. hıkırdarken ağzımız dolu olduğu için burnumuzdan sümük fışkırırdı. biz de onları orda duran bamyaların içine koyardık ki pişince sümük gibi sünsün (bamya niye orda durursa. Ama bu dandik lafım, bamyanın sümük gibi lüp lüp ağızda bıraktığı hissi yalanlayamaz) neyse, konu bizim sümüğümüz değil, yıllar sonra gördüğüm kadim bir dost.
o değil de çaldığımız erzağı yerken ben garip bir takıntıyla camdan içeri vuran sokak lambasının titrek ışığında (titrek ışık neyse bi de ben kullanayım dedim) (bkz: içine ibrahim sadri kaçmak) ne yediğime dikkatle bakardım. sebebi vardı ama bunun. babam anlatmıştı, bizim köyde eskiden domatesleri, patatesleri, salatalıkları canavar (domuz) (deme günah) telef etmesin diye köylüler geceleri bahçelerini beklerlermiş. bizim akıllı köylülerden birisi de bu önlem alma işine farklı bir bakış getirip tutmuş bu domates patateslerin üstüne şıçmış. hikaye bu ya birisi de gece gidip bunların salatalıklara dadanmış. cıvık boku da gecenin karanlığında salatalığın ıslaklığı falan sanıp üstüne silerek temizlemek suretiyle ham yapmış yemiş, ondan sonracıma karnını doyduğuna ikna edip gitmiş yatmış. sabah bi kalkmış bakmış ki ne görsün, üstü başı bok içinde.
ulan benim babamın da hayal gücü bok kırığı bişeymiş lan. sebze meyveleri yıkayıp yemem için böyle bir yalan atmış. sonra yalanı kıvıramamış gaza köklemiş, sıçıp sıvazlamış. ama tabi ki konu babamın sıvazlamaları değil, kadim bir dostu yıllar sonra görmem.
bak sümük dedim de aklıma ne geldi, eskiden telefon direkleri ağaçtan olurdu, yeşilimsi veya haki bir rengi olurdu bu direklerin. bi de bu direklerin dengesini sağlamak için bir tarafından yere gerdirilip çakılmış, sikke ile sabitlenmiş çelik halatlar olurdu.
+hihoh, sikke dedi. Mihih.
-sen gözünü çıkarır, göz kürenden sikkerim, gözyaşı diye, küçük denizler ağlarsın!1!1!!!1
bi tane uğur diye serserinin ciğersizi bi itne vardı. bi gün yanımda erkan diye bi bebeyle gidip gezerken bu uğur itini demin anlattığım halatın yanında gördük. erkan çabuk gaza gelirdi. ilkokulda sosyal hocası amerika nın para birim nedir dediğinde bi gazla fırlamış, "doriz hocaağğmm" diye yırtık dondan fırlamış, hocadan da sağlam bi şepeşille yemişti. ondan sonra lakabı doriz kalmıştı. (zengin bi mahalleydik olm)
uğur denen herze erkanı bildiği için: "olm erkan kaç kişi denedi, şu halatı tam şurdan tutunca oynatamadılar lan" dedi. erkan da hıyarı görünce tuz çuvalını sırtlayıp koştu tabi. tam halatı kavradı, hieeeyyt çekip asılacaktı ki birden ana bacı küfrederek uğura tekme tokat daldı. sonradan öğrendim ki bu uğur piçi telin orasına sümüğünü sürmüş, erkana da onu avuçlatmış. hatıraya bak amk. işte görmediğim şeyleri yerken korkma sebebin odur. sümük ünitesini geçtik, bir sonraki ünitemiz kadim bir dostu yıllar sonra görmem.
konuyu oraya nasıl bağlayacağımı merak etmişsinizdir diye umarak konuya dönüyorum. yurtta kaldığımız günlerde bi tane başkan vardı. lakabı tosbaa ydı. iyi bebeydi. Karizması, sesi, tipi yerindeydi. başkandı yurtta. bundan oldum olası korkardık. nasıl korkmayacan amk, adam yemekhaneye girdiği zaman çatal kaşık sesi dahi kesilirdi. hocaların falan dişi geçmezdi buna. ankara çubuk luydu. bizim memleketten yani. ben ezel dizisinde ramiz dayı nın gençliğini izlerken aklıma hep tosbaa başkan gelir. adamın forsunu yukarıda anlattım, bi de bu yemekhane başkanıydı, biz o zamanlar 7 veya 8 e gidiyorsak, o belki lise 3 teki ikinci yılındaydı. yüzü jiletle traş etme fiilini babamdan sonra ilk onda görmüştüm. ben sakal traşını dünyada bi tek babam yapıyor zannederdim. böyle olunca onu da babam sanıp gittim kucağına oturd... yok lan bu o hikaye değildi.
içeri girdiğimde babamı sıvazlıyordu
biz feci korku belasıyla birlikte dayıoğluyla yemekhaneye girdik yine bi gün. o gün gündüzden yaptığımız keşifler neticesinde aşçının osmanlı şerbeti yaptığını tespit ettik. gece millet yatınca götün götün yemekhaneye girdik. osmanlı şerbetinin yapıldığı kazanın başına geldik, allahım ne utanç verici bişey, kapağı açtık, avucumuzla şerbet içiyoruz. yaş küçük, boy kısa, tencerenin kapağını tam da açmıyoruz ki farkedilmeyelim. Ulan oraya kadar girmişsin daha neyin tırsmalarındaysak değil mi balon jojecim. ben şerbete elimle tecavüzü bitirdim, sıra dayıoğlunda... kapağın bi kenarını kaldırmışız, benim kuzen benden kısa o zaman, şimdilerde kilise direği gibi olduğuna bakmayın, neyse sıra dayıoğlunda ama benim eller şerbetin şiresinden dolayı kayganlaşmış, dayıoğlu kafasını tencerenin içine doğru uzatmış haldeyken ben kapağı baya bildiğin bir hidrojen bombası patlatma efektiyle (bildiğin?) düşürdüm. önce kaymaya başlamıştı, gidişini gördüm fakat engel olamadım. kapak yere düştü. yemekhane yıkıldı sandım amk. dayıoğlu toparlandı hemen, ben tek olsam sabaha kadar orda kalırdım lan. dayıoğlu toparlandı ama sikmişim öyle toparlanma olmaz olsun. Dur bak anlatacam. ben zaten paniklemişim, o anda imkanım olsa, kendimi bıçaklayıp karnımı bağırsağımı ortaya dökerim ki nöbetçi hoca beni yakaladığında bana acısın da bişey demesin. falan filan gibi geliyor bu muhabbet ama valla bak aklıma gelmedi değil böyle ayrıntılar.
dayıoğlu tuttu kolumdan, hadi olm acil çıkmamız lazım diyor. ana kapıdan çıkamayız, mecburen mutfağın dışa açılan kapısına bitişik pencereden atlayacaz, sonra yangın merdivenleriden geri yatakhane katına gidecez, camı tıklatıp içeri girecez. bunu kurmuş kafasında. bana bişeyler dedi ama allah şahidim hiçbir şey anlamadım. açtı camı atladı amk. ben zaten dumurum, üstüne bi de kuzenim camı açmış bana -fısıltı denemez ama fısıltının bağırma şekli ile- "hadi lan" deyip camdan aşağı atlıyor.
bebedeki cesarete gel amk. iki metreden fazla var o pencerenin yüksekliği. abartmıyorum, şöyle bi ses olayı oldu.
ıııaaaaağğğğıııhıhıhüüü (ses kısık başladı ama son evrede mahalleyi yıkıyor pezevenk)
üst katlardan birinin penceresinden hoca cama çıktı, kuzene sesleniyor, ben de korkumdan yemekhanenin camını kapattım, içerde saklandım amk. hoca kuzenin yanına iniyor, bakıyor en yakın kattaki yemekhane camı kapalı, bir üstü kapalı, onun üstündeki cam açık, zannediyor ki teey 3. kattan atlamış, "intihar günah lan" deyip sağlam bi dövüyor bunu. ama konumuz bu değil. konumuz kadim bir dostu yıllar sonra görmem.
ben içeride saklanmışken, o ara yemekhaneye karanlıkta kaçak göçek biri daha girdi. ben onu görüyorum ama onun beni görmesi için ışığı yakması lazım.(onu yapamaz zaten, maça yemez.) gitti tencerenin başına, kapağa baktı, tencereye baktı, kapağa baktı, kollarını sıvadı, avuçlayarak şerbet içmeye başladı. baktım bizim kafadan birisi, arkasından sessizce yanaştım, bi baktım, bizim karizmatik, seksi, adonisli başkan amk. kıpırdamıyorum ben görmesin diye.
insanda oluyor lan bu his. bazen araba sürerken yolu karıştırıp bulmaya çalışırken iyice kaybolmuşsak, müziği kısıp etrafı tekrar dikkatlice süzüyoruz. sessiz olunca görünmez oluyoruz ya hani. ama konumuz görünmemek değil, görmek.
arkasını döndü ama bi çığlık da o bastı. dibi düştü amk. cin sandı herhalde. iki metre arkasında bi insan karaltısı ayağının teki havada sessizce kendine bakıyor.
neyse o gece bitti ve biz başkanla birden acayip sıkı kanka olduk. bizi her bokun içine sokardı amk. kuzeni sigaraya başlattı. bize batak oynamayı falan öğretti. 52 yi benim dolapta saklardık. başkanın sigarası kuzenin dolabında dururdu. başkan gerçekten korkulacak biriymiş lan bak şimdi kafama tak etti, bi gün bunun dolabında bir çıta bal görmüştüm. kilerden biz ekmek pekmez falan aşırırken adam gitmiş petek balı dolaba hicret ettirmiş. petek bal, elbise dolabı, petek bal? elbise dolabı?
konumuza dönecek olursak, bizim bu tosbaa başkanı gördüm lan bugün. gözümün önüne geldi o günler. kızı var bi tane, bi de onun küçüğü oğlu. 2014 model passat almış. vergi müfettişiymiş. karizmayı kest dedim, ben senin dolabında petek bal gördüm lan. sen benim hangi vergimi müfettiş edebilirsin ki?
*ehliyetimi kaybettim. halihazırda eskişehir de 2 aydır ehliyetsiz araç kullanıyorum. ehliyetim kayıp. yeniden çıkarmak için ankara ya gitmem lazım. üşeniyorum valla gidip almak için vesikalıktır sıradır beklemeye.
*kimliğimi de kaybettim. 1.5 aydır da kimliksiz geziyorum. bi sıkıntı olur diye pasaport ile dolaşıyorum. şu vatandaşlık kartı mıdır nedir onu bekliyorum. yenilemeye şimdilik üşeniyorum.
*benzin ışığı yandıktan sonra inadına 40 km yol yapıyorum. bi gün yarı yolda kalacam o olacak.
*annesizlikten nefret ediyorum.
*elbise meselesinden komple nefret ediyorum. üzerimdekiler eskiyene kadar alışveriş yapmıyorum. elbise alacağım zaman 10 15 tane birden alıyorum ki bi daha zahmet edip mabadımı o sikimsonik avmlere getirmeyeyim.
elbise meselesine çamaşır yıkamak da dahil. tüm elbiselerim bitene kadar çamaşır yıkamıyorum. yıkayınca makinadan çıkarıp kurutmaya üşeniyorum. kuruyunca ütülemeye üşeniyorum.
*geceleri uyumaktan, gündüzleri insanlarla konuşmak zorunda kalmaktan, sıcaktan, aşırı soğuktan, düzensizlikten, bozuk olan odamı düzeltmekten, telefonun şarjının bitmesinden, youtube un repeat özelliğinin olmamasından ve arka planda çalma özelliğinin olmamasından, ağlayan çocuk sesinden, yorgun hissetmekten, başımın ağrımasından, annemin hasta olmasından, birilerini bişeylere ikna etmekten ölümüne nefret ediyorum.
*sevmediğim bir şarkının sözlerini anında istem dışı olarak ezberliyorum. bi de üstüne dilime dolanıyor, kendimi o şarkıyı mırıldanırken buluyorum.
*siyasetten, tarih bilmeden siyaset konuşanlardan, ayrılıkçı pkkcılardan, ingilizlerden, fransızlardan ve uzun yolda uzunları yakıp karşıdan gelenin gözünü siken şoförlerden de nefret ediyorum.
*uzaktan çektiğim şutun direğe çarpıp gol olmasına, lambalara yaklaşırken ışığın yeşile dönmesine, rastgele açtığım radyonun sevdiğim parçayı çalıyor olmasına, keylor navas ın uçuşlarına, iniestanın çalımlarına, ramiz dayının gençlik flashbacklerine, üşümüş olarak çıktığım maçın akabinde sıcak duş almaya, kilo almayan vücuduma, kedilere, orhan pamuk a, demli çay içmeye, altından geçince yanan sensörlü sokak lambalarına, gece yarısı havlayan köpeklerin birden susmasına, 2 3 gün ara verip sigara içince başımın hafiften dönmesine ve tabi ki eskimiş unutulmuş mükemmel şarkıları keşfetmeye bayılıyorum.
*hiç bir kıza yan gözle bakmayan halimi seviyorum.
*genelde kurduğum alarmlardan önce yapacağım şeyi hatırlıyorum.
uyanmak için alarm kurduğum zaman uyumakta zorlanıyorum.
*müzik çaları 15 dakika sonra kapanacak şekilde ayarlayıp shuffle ı açıyor ve hangi parçanın neresinde kapanacağını tahmin etmeye çalışıyorum.
son olarak:
ehliyetimi ve nüfus cüzdanımı kaybettim, hükümsüzdür.
Soğuk bir kış günü doğmuşum. Abim o zamanlar sargılar içinde yatıyor halde imiş. Üzerine kaynar haldeki Çaydanlık devrilmiş, vücudu yanıklar içinde imiş. Ben müjde olmuşum ona. Abim benim doğduğu gün ayıkmış, bilinci yerine gelmiş. Abimin sevinci olmuşum.
Annem o zamanlar hasta imiş. Zayıf, çelimsiz ve renksiz bir yüze sahip gelin yaftası ile kaynanasından çok zulüm görmüş. Ancak benden sonra annem kilo almaya başlamış, sağlığı yerine gelmiş, evde annem artık rahata ermiş. Benimle başlayan süreç, bir kaç ay içinde annemin yüzünü güldürmüş, onun da sevinci olmuşum.
Babam işsiz bir halde iken annem ile evlenmiş. Abim doğduğu zamanlarda babam kızılay da "istanbul ciğercisi" adlı bir restoranda garson olarak çalışıyormuş. Ben doğduktan 55 gün sonra Yargıtay da işe başlamış. Onun da sevindiği günlerin çocuğu olmuşum.
ismimi babam koymuş. Ali demiş kulağıma, Hazreti ali gibi yiğit olsun, mert olsun, Sadık olsun diye. Hem akıllı, hem de güçlü bir çocuk olayım istemiş. Yıllar yıllar önce karlı bir akşamüstü, kestane kokan, demli çay, közlenmiş patates, taze ekmek kokan bir kış akşamında, Hicri olarak peygamberimiz ile ayni günde doğmuşum. Küçükken birilerine sevinç olmuşum hep. Ama bunların hepsi orada kalmış. Kalması gerekmiş.
Büyüdükçe her üzüntünün altından ben çıkmışım. 6 yaşımda ASO kan romatizması sebebiyle havale geçirmişim, 2 gün Dışkapı ssk da sıra bekledikten sonra ölmemem için komaya sokmuşlar. Babam işine günlerce gidememiş. Annem abimlerle, yeni doğmuş kız kardeşim ile ilgilenememiş. O günlerde ızdırabın adı ali olmuş.
Sonrasında kardeşim ile oynarken kolunu çıkarmışım, kolundaki henüz gelişmemiş kıkırdak dokusu deforme olmuş, ikide bir çıkmaya başlamış. Kız kardeşim çocukluğunun 12 yaşında kadar olan kısmını kolunun teki vücuduna bandajlı olarak geçirmiş. Benim yüzümden.
6 yaşında iken adı Hüsamettin olan bir arkadaşım vardı. Benden 1 yaş küçük olan hüsam ile, "yoldan geçen arabaları sahiplenmece" oynardık. Bir gün babası ile yürürken "bu araba benimm" diyerek bir arabanın önüne atlamış, bacakları kırılmış, aylarca sakat kalmış. Benim yüzümden.
10 yaşında iken mum ile oynarken, içinde annemin uyuduğu kendi evimizi yakmış, sonra korkudan kaçıp gitmiştim. 17 yaşında iken kuzenim ile çubuk ovasını tümüyle, buğday arpa tarlaları, vişne bahçesi ve bir adet bahçe evi ile birlikte ateşe vermiştim. Ergenlik dönemimde defalarca yurttan, okuldan atıldım, annem babam en çok sevdikleri çocuklarını defalarca yurda, okula tekrardan kaydettirdiler. Ömrümde bir kere hukuk fakültesi, iki kere polislik mülakat ve yazılı sınavı kazandım, gitmedim. Anne babama göre hayatın halen süren çilesi benim. Abim ve kız kardeşim evlendiler. Birer çocukları var. Ben amca ve dayı oldum diye sevinirken annem ve babam mide ve gırtlak kanserleri ile birlikte bir de Ali'nin düğününü, geleceğini düşünüyorlar.
Ali nin sevdiği kıza taktığı kafasını, yaver gitmeyen şansını, bir türlü tutunamadığı mesleğini, savurduğu parasını, çorap giymeyen ayağını, ara sıra kılmadığı namazlarını, dalgın dikkatsiz ve pervasız hallerini düşünüp, ve dua dua kahrolan bir anne baba meydana getirdim ben.
Küçükken ışıl ışıl umut ile bana bakan gözleri birer birer soldurdum, birer birer hepsine "zeki, akıllı, güzel ahlaklı, düşünceli, gelecek vadeden" birisi olmadığımı ispat ettim. Kötü biriyim lan ben. Kardeş payında murat cemcir, Ezel de tefo, house md de ölen hastayım. Her yerde, her zaman umutsuzluğun, ters giden, yarım kalan işlerin adresiyim ben.
Keşke doğmasaydım, keşke kimsenin eziyeti, imtihanı, sırtını dönüp giden dostu, terketmek zorunda kaldığı sevgilisi, uzaktan tanıdığı patavatsızı, arkadaşının arkadaşı, sözlükten okuduğu bir yazarı olmasaydım.
Ya iyi biri olsaydım, ya da hiç olmayıverseydim. Ne olurdu lan sanki ben de eksik oluverseydim.
22 Kasım editi: geçtiğine göre artık söyleyeyim, bu entry yi doğum günüm için girmiştim. Bu yıl geçti ama bi dahaki yıl 20 Kasım ı unutursanız, siyah dizayn iç saha karakartal formamı göndermezseniz rüyanızda gay olun, eşşeklere sürttürün, atlara kerkinin, hindi sikin, istakoz yeyin, uyanınca eliniz götünüze kaçsın acaba gerçek miydi lan diye.
hayat akışında yavaş yavaş bir şekilde olgunlaşıyoruz değil mi hepimiz. ufaktan ufaktan bilinç kazanıyor, hayata karşı belli başlı reflekslerimizi hazırlıyor, ve bunları tabiat ediniyoruz. "teheey kaçın kurasıyız olum biz" oluyoruz parça parça. masumiyetimizden uzaklaşıyoruz. yalanlarla dolu bir dünyayı kabulleniyor, ve buna karşı önlemler alıyoruz. kendimiz gibi insanların hilelerine karşı tetikte duruyor, yine kendimiz gibi etten kemikten vücut bulmuş insanlara hileler, tuzaklar kuruyoruz. kendimiz gibi birinden eziyet çekiyor, yine kendimiz gibi birilerinin yoluna taş koyuyoruz. sorunlarımızı bizler var ediyoruz. bir sınava girildiği zaman en iyi olan kazanıyor, ve ondan düşük seviyede olanları gerisinde bırakarak kendi arzusuna, veya kendi arzusuna en yakın seçeneğe kavuşuyor. Çizgimizi doğru çiziyoruz kendimizce. Ve kendimiz de dahil olmak üzere herkese yalanlar söylüyoruz. Yalanlarla devam eden bir hayata alışıyoruz…
*****
Yalanlarla devam eden bir hayata alışıyoruz… bir çocuk parkta çalışan işçinin yanına yaklaşıyor ve, "amca bu kaydırakları niye söküyorsunuz?" diye soruyor. işçi amcası ona: "yapacaz yapacaz… burayı da altınpark gibi yapacaz güzel kızım" diyor. Kız çocuğu sevinerek arkadaşlarının yanına gidiyor ve onlara aynı şeyi söylüyor. Hep birlikte sevinmeye devam ediyorlar. biraz sonra kızın annesi parkın kenarından geçiyor, aynı kız annesine bağırıyor: "annee buraya altınpark tan yapacaklarmış, işçi amca öğyle dedii" diye. anne anlıyor yalanı, işçi de söylediği yalanın farkında. Kadın ile işçi arasında gizli bir anlaşma yok. yalancılar kendi gibileri tanıyor hemen. sadece çocuk farkında değil olayın farkettik mi? Anne de aynı yalanı sürdürüveriyor hiç sektirmeden…
birileri de bizlere yalan söylüyor belki. biz farkında olmuyoruz, kendi sorduğumuz sorunun cevabını almanın kıvancı içerisinde hayatımızı güzel güzel yaşıyoruz. birilerine yalan söylüyoruz, onların hayatını da "güzelleştiriyoruz" kendimizce. Zerre zerre koparak, dağılarak, bir daha asla yerine konmamacasına içimizdeki pür saflık kayboluyor, ve biz bunu gerçekten düşünmüyoruz bile.
*****
içimizdeki pür saflık kayboluyor, ve biz bunu gerçekten düşünmüyoruz bile... bir kadın parkta kediler köpekler kuşlar böcekler arılar sıcakta -yazık- yanmasınlar içsinler diye bir kaba su koyuyor. "iyi" kalpli çünkü. hayvancağızları düşünüyor. "iyi" bir şey yapıyor. hepimiz takdir ediyoruz. toplumdaki genel "iyilik" kavramına uyuyor çünkü bu yaptığı. demiştim değil mi "iyi" bir şey yaptığını. demişimdir kesin…
ertesi günlerden birinde o kadın o kaba suyu koymayı unutuyor, veya başka bir işi çıkıyor, aksatıyor yani o suyu. parkta devamlı oynayan, ve o kabın o kadın tarafından doldurulduğunu gören bir kız çocuğu var. kadın doldururken sormuş zamanında: "teyze niye oraya su koyuyorsun? o suyu güneş alıyormuş. abim öyle dedi. güneşe mi su veriyorsun? Ehehehe…" cevabı basit ve yeterli olmuş kadının: "çünkü bu bir iyilik". evet iyilik.
Ama burada azıcık durun ve kırmızı topa bir bant daha yaptıralım: kadının o kaba su koymadığını gören kız çocuğu eve koşup bir şişe suyla o kabı dolduruyor. önceki soru cevap hadisesini duyan ben, çocuğu yanıma çağırıyorum. "neden su koydun oraya?"...
+"çünkü oraya su koymak iyi bir şey."
tecrübe edilmiş, ölçülüp biçilip hesaplanmış bir iyilik değil onun yaptığı. "pür iyilik". tanımsız iyilik. bunu görünce farkediyoruz ki yetişkin bir birey olarak bizler, ben, sen, o kadın, ne kadar oraya su koyarsa koysun, ne kadar hayvancağızı düşünürse düşünsün, tanımlanmış iyilik kavramının dışına çıkamıyor aslında. karşılıklı ilişkiler tanımlayıp kendimizi bunlara mecbur bırakıyoruz...
*****
karşılıklı ilişkiler tanımlayıp kendimizi bunlara mecbur bırakıyoruz... birimizin oğlu, bayramda kendisine harçlık veren dayısına teşekkür etmeyi unutuyor. önce "öp bakayım dayının elini, şimdi de teşekkür et çabuk!" diyerek çocuğumuzu utandırıyor, sonra da "öğrenecek yavaş yavaş dayısı" diyerek kendimiz utanıyoruz.
bakkala git de 2 ekmek al gel bize dediğimiz çocuk bize "yok ya ben oyun oynuyom şimdi, başka zaman alırım" dediği zaman, "üstüne de kendine bi limonata al" diyerek o çocuğun dünyasının ilk lidyalısı oluyoruz. bir şeyler vermeden bir şey alabilmeyi, bir şeyler almadan da bir şeyler verebilmeyi unutturuyoruz ilk iş olarak çocuklarımıza. çocuklarımızı büyütüyoruz. kendimiz de büyüyoruz git gide aslında...
*****
kendimiz de büyüyoruz git gide aslında... her şeyin aslına ermeye başlıyoruz, anlamaya başlıyoruz, çözümlüyoruz duyduklarımızı, gördüklerimizi. ortak kanaatlere yaklaşıyoruz git gide. ilk başlarda önemsenmeyen fikirlerimiz, zamanla önemsenmeye başlıyor, memnun oluyoruz. çünkü genel yargılara uygun hale geliyoruz. Tasdiklendikçe sayısı artıyor "topluma malolmuş" düşüncelerimizin. Toplumun tornası her zaman işliyor gizliden gizliye.
kendimizi ispat ettiğimizi sandığımız her an, aslında insanların bakış açılarında güzel olan, beğenilen, takdir gören hareketlerimize olumlu ketler vuruyoruz. sınırların dışına çıkanlarımız da oluyor tabi, hiç olmuyor değil. onlar da var aramızda. onlar da "toplumun takdir gösterdiği şeylerin" dışına çıkıyor aslında sadece. yani hazır bir tanımın dışına çıkıp başka bir tanımın içine girerek "aykırı" oluyor aykırılarımız. her aykırıyı da beğenmiyoruz bu arada. aykırı olmanın da sınırları çizilmiş. anlamadığımız bir muhalefet istemiyoruz. üstesinden gelebileceğimiz muhalefetlere kapımız açık sadece... sadece cevabını verebileceğimiz soruların sorulmasını istiyoruz. sadece çözümü elimizde olan sorunlarımızı kabulleniyoruz. diğerlerine itirazımız var.
üç beş çocuk binanın önünde "yakan top" oynuyor. topu atan kişi sayısı 2, toptan kaçan sayısı 3-4. atılan topu tutmaya çalışıyor ortadakilerden birisi. "can" kazanacak. ama topu atan çocuk yere değdirdiğini söylüyor ortadakinin. o sırada "can" almaya çalışan çocuğun babası çıkıyor evden, elinde bir leğen "pide-lahmacun içi" ile birlikte, "urfalı hacı kadir lokantası"na gidip pide yaptıracak haftasonu gelen misafirleri için. kız babasına bağırıyor: "baba bunlar benim hakkımı yiyolaar". babası hem küm bişeyler diyerekten geçiyor yanlarından. babasına şikayetlenen çocuk da unutuyor şikayetini, baba da unutuyor hiç takmadığı çocuğunun sesini. büyükler küçüklerin dünyasına dahil olmuyor, küçükler büyüklerinden sadece kendi hayallerine yardım etmelerini istiyor.
kirleniyoruz yavaş yavaş. ve biz bunu ne umursuyor, ne de farkediyoruz. belki bir yazı okurken, belki bir şiir dizesinde, belki haberlerde göçük altında kalan yüzlerce işçiyi izlerken iyi insan oluyoruz. saniyeler sürüyor iyi olmamız. Ve yine saniyeler sürüyor bundan sıyrılmamız. ben bu yazıyı yazarken iyi olmak istiyorum, öyle iyi bir insan olarak kalmak istiyorum. Ancak yazı bitince "xxxxx kişisinden aldığım mesaj" ı düşünmeye başlıyorum. sonra da kaybolup gidiyor içimizdeki çocuk. ara ara, dalga dalga yaşıyoruz insanlığımızı. Dalgalar geldikçe ıslanıyor insanlık sahilimiz. Denizin seviyesini yükseltmek için bir yerlerimizdeki buzulların erimesi gerekiyor, biz ise buzlardan gayet memnunuz.
bünyelerimizi iyilikle değil, hayatta kalma, ayakta kalma içgüdüsü ile yoğuruyoruz. en baba yaşayanımız 80 yıl yaşıyor şu dünyada. 10 unu hiç bir şey bilmeden, 30 unu bişeylerin peşinde koşarak, 20 sini de bişeylerin peşinde koşarken düşürdüklerimizi toplayarak geçiriyoruz. ama biz yine de kazık çakıyoruz dünyaya. buralardan hiç gitmeyecekmiş gibi bertaraf ediyoruz engellerimizi, omuzlara basarak yükseliyor, manzaranın keyfini çıkarmayı dahi aklımıza getirmeden sadece tırmanıyoruz. bazılarımız aşağıdan bile bir manzara izlerken, biz sadece sırtımızda ter, kalbimiz pır pır, yükseliyoruz. kimimiz istanbul da Ümraniye’yi beğenmeyip istinye’yi istiyor, kimimiz ise mardin-eskişehir’de mezopotamya’nın başlangıcı olan kuru düz topraklarda deniz manzarasını kokluyor.
kendimizden başkası değil bize bu hayatı zorlaştıran. gelecek kaygısı diye uydurduğumuz bir yalanın peşinden her şeyimizi sırtlanarak koşuyoruz. ne rızkın allahtan geldiğine güveniyor, ne de tevekkülden dem vurmayı kesiyoruz. her şeye yetişiyor, hiç bir şeye yetişemiyoruz. çocukken “babalarımız gibi olmamaya” yeminler ediyor, baba olunca “benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın” demekten kendimizi geri bırakmıyoruz. ne yaşadığımızı, ne de çocuklarımızın yaşayacağını beğenmiyoruz.
ne yaşadığımızı, ne de çocuklarımızın yaşayacağını beğenmiyoruz.
ama ne fayda ki hepimiz ölüyoruz. çocuklarımıza daha güzel bir dünya bırakmak deyince: "8 dönüm arsa, 2 de daire bıraktım daha ne olsun allaha şükür" anlayışından ibaret bir neslin son sürümü olduğumuzu aslında hiç unutamıyoruz. Unutmamıza fırsat verilmiyor. bir sefer dahi düşünmediğimiz, -varlığından haberimizin dahi olmadığı- ancak hayatımızın tüm çizgisini belirleyen reflekslerimizin kökeni, yine bizim gibi bir insana, onu yetiştirene, ona eziyet edene, ona çektirene, onu bu hale sokana dayanıyor. geleceğe sadece olumsuz şeyleri bertaraf etmek gözüyle bakmaktan başka bir gelecek vizyonumuz yok.
burada yazıyı sonuca bağlayarak yazının doğasına aykırı davranmak istemiyorum. çünkü diyeceğim şey, benim hayatımın denkleminin sonucunda ortaya çıkmış bir şey olacak. ancak hayat hesap makinasıyla hesaplanmıyor. senin hayatında doğru olan, benim hayatımda yanlış olabiliyor. ve aslında bütün sorunların başını da işte bu paradoks teşkil ediyor.
ev dallas a döndü homina koyyim. kafam çok karışık.
herşey abimin evlenmeye karar vermesiyle başladı. şimdi nişanlılar, ve yakında evlenecekler. ama abim, bizim aile, yenge, onun aile, ve ben arasında acayip bi metafor var.
olay aslında basit:
abim, annem ve babamın istemediği bir kızla evleniyor.
abim kızı seviyor.
kız abimi seviyor.
babam kızın babasıyla anlaşamıyor.
kızın annesi annemin telefonlarına çıkmıyor.
kızın annesi beni hiç sevmiyor.
kızın kızkardeşi beni seviyor.
kızın babası bana karşı boş değil. hocam hocam deyip duruyor.
kızın kendisi beni seviyor.
kızın ıstanbuldan gelen sınıf arkadaşı da beni seviyor. hatta yazıyor.
ben kızın sınıf arkadaşına yazamam çünkü ayıp olur.
abim beni o taraftan uzak tutmak istiyor. ama oraya da tek başına gitmek istemiyor. aileden biri olarak sikee sike beni götürmek zorunda.
kız yemek yapmayı hiç bilmiyor. ben de her yemeği yiyemiyorum, so, kızın evinde pek yemek yemiyorum. yanlış anlaşılma ihtimalim var.
kızın babası beni seviyor. abime ulaşamazsa direk beni arıyor.
evvelsi gün kızının telefonundan beni aradı.
kızın ninesinin kafa gidik. hiç susmuyor.
kızkardeşim bu yaz evlenecek. hiçbir olayda kimseyi takmıyor.
anne-babam bacımı sözlüsüyle tek bırakmak istemiyor.
bacım da benimle beraber gitmek istiyor sözlüsünün yanına.
ben kendimi piç üvey evlat gibi hissediyorum.
benim telefonumda annem lovely mum diye kayıtlı. kızkardeşim beni biri kızla konuşuyor sanıyor. ingilizce bilmemek çok boktan amk. sırdaş triplerinde takılıyor. tehdit edecek gibi işler yapıyor.
ne olacak hiç bilmiyorum ama en sikindirik konumda ben bulunuyorum. eğer dengeler bozulursa herşey benim başıma yıkılabilir.
sonuç olarak:
annem fitneci,
babam atarlı giderli,
abim yavşakımsı,(yavşağımsı da olabilir)
kızkardeşim mal,
abimin kız saf,
kardeşi sağlam,
arkadaşını boşverin,
kızın babası ters,
annesi de giderli...
ben ise mükemmelim. beğğğnn mükemmelim. eğğnn mükemmel benim.
şaka lan şaka. o kadar silik bi insanım ki kimse işi düşmedikçe beni hatırlamıyor.
ama kaderin bi cilvesi, tüm bu ipnetorların da bana işi düşüyor.
ehehehe
Uyandığım zaman daha çok yorulduğumu hissederek, uyumadan önce bıraktığım yerden devam etmeye alışkın, her sabah tekrar başlıyorum hayatımın gelmiş geçmiş en zor 22 saatine. Dünkü 22 saatten tek farkı, evvelsi günkü eziyetin üzerine 22 saat daha eklenmiş olması olan bugünkü 22 saatime nefret ile uyanıyorum. Sabah ezanı ile uyanıyor, önce köpeklerin havlamalarını kesmesini, sonra otobüslerin homurdanmalarının artışını duyarak kalbimin sıkışmasını gözlemliyorum. Sanki bu gün de geçmek bilmeyecek, tırnaklarım çekilecek, kulağıma erimiş kurşun akıtılacak, gözlerime şişler sokulacak, son günüm bugün olacakmış hissi ile birlikte, her gün beynimin en hassas noktalarına kadar dokunan onlarca insan ile karşılaşma düşüncesi gözümün önüne geldikçe; anlık, sert ve profesyonel bir acı istiyorum. Öyle bir acı olsun ki, akabinde göreceğim beyaz ışığın, hissizlik ile dolacak bedenimin, uğuldayacak kulaklarımın hayali ile hiçbir şeye ah etmeyeyim.
Tayland’da adaletsizliği protesto etmek için onlarca şaşkın bakışın arasında bir meydanda üzerine benzin döküp kendini cayır cayır yakan, bunu yaparken gözlerini dahi kırpmadan, ah etmeden, tek bir kası dahi seğirmeden, katlanarak büyüyen acıyı göğüsleyen, akabinde ödülünü alacak olmaktan emin olmanın verdiği o ince rahatlatıcı haz ile önündeki son nefsani engeli de aşmış o rahip gibi hissetmek istiyorum. Arınmanın, bedel ödemenin, karşılık bulmanın, olmayanı var eden iradeye dokunabilmenin özlemi ile yaşadığım bu dünyaya bir yerinde artık son vermek istiyorum.
Artık gerçekliğine asla inanamayacağıma inandığım sorunların, dedikoduların, kötü bakışların, iç hesapların, borçlu kalmanın, minnet duygusunun o insanı ezen hain sızısının, kadına şiddetin, neden katlanmak durumunda kaldığımı halen çözemediğim anlamsız işler yapan anlamsız insanların ebleh suratlarının, annemin üzülmesinin, babamın o umudu sönmüş bakışlarının, ancak ve ancak bir sorun olarak var olabilen zihnimin, asla yolunda gitmeyeceğine inanma yoluna girdiğim bu hayat sürecinin sonu en uygun ne zaman olabilir ki? Ya da belirlenmiş, ölçülüp biçilmiş, uygun görülebilecek, biraz düşünüldükten sonra “mükemmel zamanlama değil ama yine de biraz özen göstermiş evet, 10 üzerinden 8 kanka benim povanım sana” denilebilecek bir an var mı bunun için? ilerleyen zamanlarda mutluluğu, samimiyeti, bakışlardaki o sıcaklığı, ışıldayan bir çift göze bakarken tuttuğum o narin ve bakım kremi sürülmüş, ahududu kokulu elleri, demek ki ahududu aromalı bakım kremi sürülmüş o narin elleri, hayallerimin tamamının yaşanıp bittiğine, artık yokluğun var olduğuna inanıp sonsuzluk sarhoşluğuna erişeceğim o kutsal günü, o yüce makamı, o ideayı ne kadar daha kovalamam lazım? Pes etmek bu oyunda var mı? Bu kumarı oynamanın kuralı kaidesi nedir?
Yakında elbet uyuyacağım, o arzuladığım, kendisine giden yollarda fırsat kolladığım nihai uykuya uyanmamacasına dalacağım. Evet, benim uyanılmayacak uykularım olmuştur.
****
Her günün daha güneşli, umutlu, hayat dolu olmasını istediğim günlerim de olmuştur.
Neyi istediğini bilen o naif, o tecrübeli insanın serinkanlılığı ile sakin ve yolunda akıp giden, nereye aktığını bilmediği halde, her çarptığı taşa yararı dokunarak, eziyet çekmeden, acımadan, yıpranmadan, -eşşek kadar adam- ağlamadan geçmesini istediğim o hayatı görüyordum bir zamanlar. Zeytin karası hissettiğim gözlerimi, benliğimi iliklerime kadar ışıkla doldurduğunu hissettiğim güneşin altındaki sevecen bakışlarımı, simsiyah sırma saçlarımı, yorulmayan bedenimi, kırılmayan azmimi, bir tumblr fotoğrafındaki kadar canlı renklerle yaşadığıma sonuna kadar iman ettiğim nadide enstantanelerimi, kahve fincanının kağıda bıraktığı o düzensiz yuvarlak kahve lekesinde bile bir ışığı, bir eskimezliği, tarihe mal oluşu yakaladığıma inandığım o güzel günlerimi uğurluyorum. Gözlerimin altında kendini göstermeye başlayan siyahlıklar, alnımda belirmeye başlamış kırışıklıklar, kollarımda yorgun olduğum zamanlarda ortaya çıkan seğirmeler, soğuktan sertleşen ve pürüzlenen cildim, ara sıra üşümeye başlayan bedenim, ve artık kör gibi hissettiğim gözlerim ile arka kapıdan sessiz sedasız uğurluyorum hayatımın bir hayata denk düşecek kadar kısmını.
Artık kendimi ölüme doğru sürdüğümü bilerek, biraz keyif, biraz keder, öyle keyfe keder bir hal içerisinde, üzerime bir şeyler yapıştırıldığım, eklendiğim, zımbalandığım o fabrikasyon bandını tepeden, büyük resim olarak görmenin verdiği rahatlık ile sonuca, o gerçek atmosfere gitmek için pakete gireceğim, kolilenip, bantlanıp, üzerime not düşülüp kayda girileceğim günün kokusu ile mayhoşum. Kayan zemini umursamadan, kimi zaman gün ışığı ile kör olarak, kimi zaman umutsuzluğun, çürümüşlüğün, kokuşmuş ilkelerin hazımsızlığı ile anlık basiretler yaşayarak, ama bedenimi ve ruhumu eskiterek, yaralayarak, daha derinlere daha küflü, daha isli birikintilerimi saklayarak, elimde bir fincan çayım ile kurulduğum koltuktan, bir kedinin dişlerinin arasında sürüklenen ufacık bir civcive ait kemik ve tüy parçalarına bakıyorum.
Oturduğum kafenin önünden geçen 3-4 kişilik üniversiteli gencin, aynı kediye, ve aynı tüylere bakarak biraz hayıflı, biraz merhametli birkaç cümle kurarak ilerlemesini, oturmakta olduğum aşırı yumuşak koltuğun yanında çalışan klimanın homurtusu sebebiyle, az önce can vermiş civcivden bile espri çıkarıp hayvanlar gibi güldüklerini tahmin ettiğim goygoylarını duyamamamı, içlerinden cevval olan bir maybaşın ayağını asfalta sertçe vurarak kediyi ürkütmesini, ürkütme olayını desteklemek için kollarını kaldırırken sağ elindeki kitaplardan birinin asıl hizasından çıkıp diğer iki kitap ile hafif çapraz hale gelmesini, kediyi kaçırdıktan sonra arkadaşlarının yanına birkaç hızlı adımda erişirken, bir yanda polarının az önceki kedi hareketini yaparken kollarına doğru düşen omzunu düzeltişini ve daha bir çok gereksiz ayrıntıyı birbirine bağlamanın peşindeyim.
Evet yahu, tabi ki ben de bir zamanlar civcivlerin, sarı civcivlerin, aslında sarı iken bin bir eziyet ile boyanıp lacivert, haki, bej ve füme renk alan sarı civcivlerin eziyet çekmediği, “hmm ne kadar hırçınlı ve ne kadar da avcı bir kedi”nin ağzından sarkmadığı günleri benimsemiştim. O günlerde köpekler şimdiki gibi geceleri otobüsten inip evine giden ürkek kızları hırlayıp gürleyerek korkutmaz, geceleri bir umut ile dalmak üzere olduğum uykumu mundar edecek o “la” dan girdikleri ve asla detone olmadıkları havlama sololarını atmaz, sadece atılan plastik oyuncağı koşa koşa gidip alıp gelirlerdi, adları hep “lessi” olurdu. O günlerde kediler şimdiki kediler gibi kuş yavrularını, fareleri, civcivleri kovalayıp köpeklerden kaçmaz, sadece tüylerini yalar, koltuk minderini tırnakları ile hacamat eder, anahtarlık ve flashdiskleri olur olmadık ücra yerlere saklardı. Tabiatım o yönde görmemi emrederdi bana. iyilik görmemi, iyileştirmemi, münasip olan neyse onu uygulamamı, doğanın sistemine karşı kendi inisiyatifimi kullanma cesaretimi bana verirdi.
Evet tabi ki. Benim de her günün daha güneşli, umutlu, hayat dolu olmasını istediğim günlerim olmuştu.
****
Gidebileceğim kadar gittim, benzin ışığı yanalı çok oldu.
O son dönemeci dönmeden önce, şimdiye kadar bir türlü kendime ve başka hiçbir adem evladına yakıştıramadığım yüz kızartıcı suçların, aşağılamanın, garez beslemenin, kinlenip kabarmanın, kibirlenmenin geride kaldığı o ışıl ışıl, sessiz, ıssız ve sadece lepiska saçlı çocukların yürekleri pır pır, heyecanla koşuşturdukları bayram günlerine vuslatım gerçekleşmeden önce, bir haykırış gerekiyor bana. içimde kalır, dert bağlarım, ahım olur.
Kendimi sizden soyutlamanın zevkini şimdiden ufak ufak yaşarken; sarhoş olmadan önce hayal edilen, ulaşılmak için yudum yudum o ateş kızılı içilen o hafif kıyak, hafif uyuşuk, hafif karıncalı fakat biraz umursamaz, biraz aşmış, biraz da hakikate yaklaşmış kafamla, vücuttan kopmuş bir kolun serinliği, tepkisizliği ve umursamazlığı ile dalgamı geçip suçlayayım sizi birkaç şeyle, çünkü böylesi gerçekten daha rahatmış lan. Ölüm çok sıcak. Gelsenize melis, pelin!
Gözlerinizde bir hırs görüyorum. Hayatınızı güzelleştirirken sizi çirkinleştiren, imkanlarınızı genişletirken ruhunuzu daraltan, hayatınıza yön verirken hayallerinizi belirsizleştiren hırsınızdan bahsediyorum evet. Birazı hayat veren oksijene, birazı denge sağlayan azota, fakat fazlaca bir kısmı zehirli, kirli, uykulu ve farkındalıksız monoksite benzeyen o hırslı havanıza garezim var. Garezin bile olmadığı yere gitmeden önce yaşamalıyım bu garezi, ki bir farkı olsun gittiğim yerin.
Bitirsin sizi bu hırsınız. Doyumsuz primatlar olun. Neden ve nasıl istemeniz gerektiğini boş verip sadece ne istediğinize yoğunlaşın. insanlık hırkanızı bir kenara atıp, terfi alan Ozan’a yaftalar vurun. 1024p ekran size yetmesin. Daha iyisini hak etmeniz gerektiğine kendinizi inandırın. Sonra daha fazlasını hak ettiğinize iman ederek sınırlarınızı genişletin. Bu yaşadığınız mahalle de nesi? Filanca zenginin oturduğu binada araç asansörü aracınızı evinize kadar çıkarıyormuş. Hem acaba bu yelloz Allah bilir kendini nasıl pazarladı da dalyan gibi çocuğu kafesledi? Stiletto’lar indirimde, prada’nın yeni topuk tasarımlı segmenti showa girmiş.
Böyle pasta yapmayı acaba nereden öğrenen babanızın kemüğüne tükürsünler e mi! Her şeyi kapsayın. Kocaman olun. Goril olun siz en iyisi, goril olun goril. Goril iyidir.
Alnınız da kırışmış sizin bakıyorum? Hayır mı şer mi? Neleri düzeltiyorsunuz, nerelere kolunuzu uzatıyorsunuz. Bir tek siz olmadığınızı ne zaman fark edeceksiniz? Kaşlarınızın üzerindeki çizgilerden dikkat kesildiğiniz saniyelerinizi, burnunuzdan çıkıp alnınızı kesen o dik iki keskin çizgi ile üzüldüğünüz, çaresiz kaldığınız, kapıları bitirdiğiniz, deli danalar gibi koşuşturmaktan yorulduğunuz o en hakiki saniyelerinizi okuyorum. Halbuki o anlarda bana ne kadar da yaklaşmıştınız. Sırtınızdaki sizi size farkettirmeden sarmalayan bir el, ensenizdeki sükûnet veren bir ılıklık, kollarını çekiştirdiğiniz masum ve hiçbir şeyden habersiz bir hırka, gözlerinizden dökülen acı taneler vardı. Yalnız olmaktan şikayet ederek yalnız kalıyordunuz.
Ne ağlıyorum, ne acınıyorum, ne de sıkılıyorum. Derler ki, rengi ile en uyumsuz tada sahip alkol viski imiş. Ama tadı ile en uyumsuz hisleri yaşatan alkol de viski imiş. Bazı insanlar var, aynen viski gibi oluyor bu dünyada. Güzel tabiatlı, tatlı, şirin, kendi çizgisinde, sakin, sessiz bir insan. Aynen karamel kaplı fıçılarda damıtılan scoth gibi, parlak, içten bir renge sahipler. Onları yakından tanıyıp insani hallerine şahit olana kadar her şeyleri hoş gelir insana. Tanıdıktan, tattıktan sonra ise işin rengi değişir biraz. Bakarsın, acı, kekremsi, pislik bir insan imiş aslında o. Hepimiz bu noktada bırakırız böyle insanları incelemeyi. Ben bırakmadım böyle birini gözlemlemeyi. Kafasına ulaşana kadar ben de çok küfür ettim. Ettim ama tanıdıktan sonra üstün aklın, farklı bakışın, hakikati tek bakışta görmenin, insanoğlunu güdüleyen, hareket ettiren, durduran, sükûnete erdiren şeyleri bir bakışta anlayıvermenin ne anlama geldiğini o insanda gördüm. Olayın özünü kaçırmayan birisine denk geldim kısaca.
Kara kalem çalışmasına ne kadar bakarsan bak, gökkuşağı görmen zordur. Gerçek gökkuşağına bakmak ile kıyaslanabilir bir haz mıdır sizce sadece çizgiler ile çizgileri belirlenmiş, -ki bu çizgiler onun sınırını değil ancak bizim görüş sınırımızı ifade eder- derinliksiz, hissiz bir çalışmaya bakmak. -burada bir şey var ki, bu noktayı düşünen, muhasebe eden insanlar haricinde başka kişilerin umursaması, fark etmesi, ciddiye alması gerçekten zor. Şudur:- gökkuşağının resmini görüp bilmişlik yapan insanların hükmettiği düşünceler dünyasında, gerçekten gökkuşağını görenler pek fark edilmiyor. Üzerine birkaç çizgi ile gökkuşağı çizilmiş bir kağıdın ifadesini pazarlamak ne kadar kolay ise, gerçeğini görerek, yaşayarak insanlara fark edilmek de o kadar zor. Gerçeğe ulaşmış insanlar, cahil insanların haline bakıp gülmüyor, çünkü onlar mutlu, endişesiz, umarsız. Doğallık ile alakalı Freud’un sözlerini hatırlayın. En sert, en derin, en kompleks teoremlerin temeli görülen etmenler, genelde tamamen basit, öylesine, bilinçsiz ve reflektif olarak var olan şeylerdir.
(fark ettim ki soyut anlatımlar yapamıyorum, cümleler havada kalıyor, aklım ve dil kıvraklığım o kadarına yetişmiyor. Bundan dolayı misal üzerinden anlatmaya çalışacağım şimdi aklımda olan şeyi)
Hayatı bir yolculuk olarak düşünelim. Bilinçsiz ve doğal hareket eden, sürülere katılan, reflekslerine kendini terk eden insanlar, yani genel sorgulamayan kitle ise yolculuğu katar ile sürdürüyor olsun. Yolculuk onu nereye götürüyor, neden götürüyor, ne yapması lazım, bu konularda düşünmeyen insanlar, hayatlarının ve diğer her şeyin o kompartıman içinde var olduğunu düşünerek doğar, yaşar ve ölür.
Gökkuşağının resmini gören, her şeyin bilincine vardığını zanneden, kendini kitlelerden arındıran, sürünün dışına çıkan çok bilmişimiz ise trenden kendini atan insan oluyor. Tüm hayatın trenden ibaret olmadığını, gidilen yönün neresi olduğunu görüyor, gerçeği o sanıyor.
Asıl bahsettiğim, olmak istediğim insan ise aynı yolu, kendi kullandığı arabası ile geçen, menzilini, hızını, durması ve kalkması gerektiği yerleri kendi kendine belirleyen insan oluyor. Şimdi koyun sürüsü bir şekilde yoluna devam ediyor ve bir şeyler yaşıyor ama trenden atlamış olan arkadaş yol falan da alamıyor. Fakat asıl tehlikesi atlamak, ezilmek değil, atladığı yerden durup kalakalmak. Tehlike olan kısmı, nihai hedefe ulaştığını sanması. Bundan sonra önünde iki yol kalıyor. Ya bir araba bulup menzile ulmak, veya trene geri binmek. Bir kere dışarı çıkan insanın geri kabuğuna dönmesi ne demektir bilirsiniz.
Ben yıllarca o insanı aradım. Portakalı soyan, cevizin olmasını bekleyen, kuruduğu zaman dışını değil de içini yemeyi akıl eden, çaya ilk şekeri atan insanı, çaya şeker atmamayı akıl eden insanı, mısır’da piramitlerde bulunan 4000 yıllık insan kafatasındaki çivi izinin sahibi olan, ilk beyin ameliyatını mısır çölünün ortasında yapmaya kalkan insanı aradım. Derdim buydu, kim nerden nasıl aklıma getirdi bilmiyorum. Ama en azından ne istediğimi biliyorum. Seviyeyi önce yükseltip sonra metafor saçmalamalarına bağlayıp, oradan başka bir konuyu bu konuların tamamına alt başlık yapan, kısaca saçma sapan şeyler yapan bu kardeşinizi buraya kadar halen sabırla ve ısrarla okuyorsanız, iki rekat size içimi dökeyim lan. Samimiyetinize güvenmezsem sikersiniz beni zaten, biliyorum.
Hepiniz genç insanlarsınız. Yaş olarak demiyorum, umut olarak, hayaller olarak, beyninizin işleyiş yapısı olarak genç insanlarsınız. Ben yaşlandım, emeklilik için primi doldurup gün sayan emekli ruhlu amcalar gibiyim. Nasihat vermeye kalktığımı falan zannetmeyin, akıl da vermiyorum size, veya görmüş geçirmiş birisi olarak hotur patır da konuşmaya kalkışmıyorum burada. Ama işleyişi bir nebze olsa da gördüm şu hayatta. Para desen, gördüm. Rahatlık, gelecek, kariyer desen, onu da gördüm. Sevgi desen, hasret desen, özlem desen sana bugün 504. gününü idrak ettiğim ayrı “bırakılmışlığımdayım”. Sağlık sıhhat desen, anne baba huzuru, özlemi, kıymeti desen, arkadaş çevresi, ölümler, arkada bırakışlar desen… hepsinden birer kuple en acı, en tatlı, en kekremsi tiradı okurum sana.
Hayatta bazı gerçekler değişmiyor kardeşim.
Kendini layık gördüğün işi başkası alıyor, tutkunu olduğun arabaya hep başkaları biniyor, giymek istediğin modayı başkası belirliyor, söylemek istediğin sözü başkası söylüyor, hak ettiğin yollarda başkası yürüyor, ve belki de en çok koyanı, o sevdiğin kişi, senden başkasının ona sendeki aşkın çeyreğini bile veremeyeceğini ayak tırnağından dökülen saçına kadar hissettiğin kişi, o hayatı güzelleştiren, aktifleştiren, pasifleştiren, heyecan katan, fitil eden, ama yüzünüzü olmasa bile kalbinizi daima güldüren o kişi başkası ile evleniyor.
Hayatta bazı şeyler adresini bulmuyor kardeşim.
Yolda düşürülmüş halde gördüğün bir anahtar dikkatini çekiyor. Sahibinin ona ulaşması güzel bir şey olacak diyorsun. Belki kapıda kaldı, belki evine, dükkanına kaybettiği bu anahtar ile başkasının girip zarar verebileceğini düşünecek, endişe edecek deyip sahibini arıyorsun. Bulamıyorsun. Sonra mahallenin bakkalına veriyorsun o anahtarı, sonuçta o mahalleden birisi düşürdü bu anahtarı. O da göz önünde bir yere asıyor ki sahibi veya bilen birisi gördüğü zaman alsın. Günler geçiyor, sen kola alıyorsun, evdeki yumurta bitiyor yumurta alıyorsun, cips alıyorsun, 6 lı Beypazarı sade soda alıyorsun, sonra bunlar defalarca bitiyor ve yenilerini alıyorsun, otobüs kartını dolduruyorsun, sonra tekrar tekrar dolduruyorsun, o Beşiktaş simgeli anahtarlık orada aylarca duruyor.
Olması gerektiği yerden habersiz, bilmeden veya isterse bilerek olsun, kaybolmuş bazı şeyler oldukları yerde duruyor. Adreslerinden çok uzaklarda, yerlerine yeni ikameler getirilerek, gelmesinden umut kesilerek, belki yoklukları hiç fark edilmeden, belki de beklenmekten gözleri kör ederek, yürekleri köz ederek kalıyor olduğu yerde kayıplar.
Hayatta bazı şeylere çabuk alışılıyor kardeşim.
iyi olan, işimizi gören, konforumuzu sağlayan, artıran şeylere anında alışıveriyoruz. Alışmak unutmak, değer vermemekle aynı anlama geliyor kardeşim. Yeniye değer verirken, daimi olana ağzımızı şişirip “zurrrp pılalala” yapıyoruz. (elimizi baş parmağımız ile burnumuza koyup diğer parmakları açarak – bu hareketi bilmeyene anlatmak biraz zor evet, şimdi farkettim.) geçici olanların gündemi oluşturduğu hayatımızda temel şeyler hiç gereken yere gelemiyor. Ve belki de bu tabiatın bir gerçeği olsa gerek, önemsenmeyen insan profilleri aslında daha değerli yerleri dolduruyor kaderimizde. Yük olduğumuz, ezdiğimiz, umursamadan ve yüzüne dahi bakmadan sırtına basıp yukarıda kaldığımız insanlar kendilerinin umursanmamasını, görülmemesini, ezilmesini doğal karşılıyor. Annemiz, babamız, her tribimizi çeken sevdiğimiz, bizi kaybetmek yerine kazanıp eğiten hocamız, düşersin belki diye yardım etmek için tetikte bekleyen görünmez dostlarımız, “sikerler ulan senin nazını da tribini de” demiyorlar. Bir gün öylece çekip gittikleri zaman nereyi doldurdukları anlaşılıyor. Varlıklarına umursamaz tavrın havası ile alıştığımız insanların, zamanların ve imkanların gölgelerini kovalıyoruz.
Hayatta bazı şeyler bizi değiştiriyor kardeşim.
Değişim herkeste farklı vücut buluyor ama. Seni iyimser bir insan yaparken, babamı katı disiplinli, annemi fedakar, abimi inatçı, beni ise ölmekten başka gayesi olmayan bir yürüyene çeviriyor. Kimi çirkinleşiyor, kimi güzelleşiyor. Kimi ağırlaşıyor, kimi rüzgarda savrulan bir kuru gazel kadar içi boş bir hale geliyor. 70 yaşında bir insana bakarak görebilirsiniz dediğim şeyleri. Neye dönüşeceğimizi gerçekten bilmiyor, dikkat etsek bile fark edemiyoruz. Karşısında duran 70 yılın sonucunu beğenen birilerimiz var ise buyursun onu dinleyelim. Hayat gailesini çok zor sınavlarla savuşturmuş babamıza, çalıştığı dalda aşmış delmiş hırpalamış, var etmiş yok etmiş bir profesöre, yıllık izne gelmiş Almancı bir akrabamızın o “alamancı veledine” baktığımız zaman içimizde beliren o nedenini bilmediğimiz hoşnutsuzluk, o sebepsiz beğenmezlik, şu anda ve dönüşeceğimiz gelecekte bizleri bekliyor.
Ve ünlü düşünür “joker”in de buyurduğu gibi: insanı öldürmeyen şeyler, güçlendirmiyor, tuhaflaştırıyor. Tuhaflaşıyoruz, ve tuhaf bir şekilde sadece kendi tuhaflıklarımızı beğeniyoruz.
Beni merak etmeyin, neye dönüştüğüm belli: 240 km hızla giden bir arabada atacağım sekizinci taklaya, tekinsiz bir sokak karanlığında karın boşluğuma, karaciğerime, inşallah iyisinden ve derininden bi tane de kalbime yiyeceğim bıçağa, kalabalıklar içinde patlayacak bir bombaya, askere gidince basarak paramparça olacağım mayına kadar kendime tatil verdim. O güne kadar o sokak senin, bu cadde de senin, o disko senin, bu türkü bar da senin… yavşaksınız olm, her yeri parsellemişsiniz.
Her yerde siz varsınız. Buzlu viski ile birlikte ufak bir kase dolusu bitter çikolatayı yavaş yavaş, sigaramın kendi kendine çıkan dumanının güzelliğini dağıtmadan, sakin sessiz, ağrısız bir kafa ile tüketirken, alışılmış hareketlerle shot bardaklarını tezgahın üzerine dizip bir hamlede 8 bardağı aynı seviyede dolduran barmene kaş ve gözlerimin basit hareketleriyle “helaal, eşşeğin amına keban barajını kaçırdın” efekti verebileceğim bar taburesinin bulunduğu o loş ışıklı, eminem in klip çektiği o boş bar nerde lan? Her tarafta sizler varsınız. Eminem de yok, megan fox da... Evimde kös kös oturuyorum. Gorilsiniz bi kere taam mıaa
silik olmak isteyen yazar. vay anasını ya. sen git, o gitsin, herkes gitsin buradan. ideolojilerini ve anılarını uzun uzun yazıp bizleri aydınlatan başka kimse olmasın burada. bu adi platformda herkes göçmen kuş misali u