geçtiğimiz haftalarda memlekete, ailemi ziyarete gittim.
her birini öptüm, kokladım ve hep beraber bol bol da gezdim.
anneannem de memlekette yaşıyor, haliyle onu da ziyarete gittim.
bir sabah toplandık cümbür cemaat, rahmetli dedemin kabristanlığını ziyarete gittik.
dua bilen dua etti, kimisi ellerini havaya kaldırıp kolpadan fısıldandı, kimisi de boş boş baktı. hangisine dahil olduğumu söylemeyeceğim tabii ki ama pek de oralı olmadığımı belirtmeliyim. velhasıl kurumuş toprak sulandı, fısıltılar bir bir kesildi, eldeki çiçekler rahmetlinin üstüne serpildi, örtülü toprağa birazcık da serinlesin diye su serpildi ki, orada beni bir gülme tuttu.
neyse, eskinin insanlarının adetlerine* ayak uydurmakla meşgul iken bir anda köy evinde bulduk kendimizi. şöyledir böyledir derken, çay servisi başladı. ortalık gayet durağan iken anneannemin gözleri sulandı ve aldı eline sazı:
- şu kuzinenin gömüldüğü ocağın kara taşını dedeniz bilmem ne yaylasından taşıdı.
-kapıdaki yaşlı dut ağacını dedeniz ektiydi.
-bahçenin ardındaki duvarın dibini dedeniz ıslah ettiydi.
- rahmetli abdest alırken her yeri su içinde bırakırdı.
gibi gibi şeyler. yani o an aklına o'na dair ne varsa kusuverdi.
anneannem ki, rahmetli dedemiz yaşarken kendisine kan da kusturmuştur.
sözüm ona kusmayı da kusturmayı da iyi bilir.
fakat kızmayın o'na, çünkü ziyadesiyle vicdan azabı çeken bir kadın.
rahmetliye yaşarken bir kez olsun "seni seviyorum" diyememiş ve mütemadiyen azarlamış bir kadın ama beni kenara çekip de şunu söyleyebilmiş yaşlı mı yaşlı bir kadın:
- keşke nur olabilsem de girebilsem mezarına
farkındayım bu söylem trajik fakat bana göre pek de sempatik.
yaşarken, dünyasını emcüklediği bir insanın çürümüş yatağına kutsiyeti yüksek bir ışık olup da girmek niyetinde olan sarışın bir çıtır pardon çakal. o işler öyle olmuyor işte ama geç de olsa seni seviyorum demenin alternatif bir yolunu bulabilmiş yani kendi kendine okazyon yaratmış. ya işte, tezekten terazinin boktan oluyor dirhemi.
anlaşıldığınızı hissettirmesi, hani bir şey diyorsun ya...o da anlıyor...eleştirsen, bir tavsiyede bulunsan bile kötü niyetli olmadığını fark ediyor, iyi niyetini görebiliyor... müthiş bir şey... seviyorum demesine gerek yok, bundan büyük bir zevk alıyorum. bana bu hissi yaşatanlar: (bkz: aslan burcu)
Kuşkusuz demeye çalışmak maksat değilse, görmesi yapmak için elzem değilse; niyet, sonuç ile ve sonuç onun dünyasıyla örtüşmekteyse hemen hemen her şey.
bir süredir annemle babamın arası bozuktu. yoğun ısrarlarımın sonucunda dün bir araya geldik ve yemek yedik. annem yanıma oturdu, babam da karşıma. suratlar beş karıştı pek tabii. onların bu halini görünce içten içe bu görüşmenin bir boka yaramayacağını hissettim. haliyle benim de suratım asıldı.
neyse, bok gibi bir gece geçiriyorduk. aradan 2 saat geçti ve meyve söyledik. o ana kadar çok bir şey konuşmamıştık. verim alamadığımız bir geceydi velhasıl.
benim annem çıtı pıtı bir kadındır. babam da 130 kiloluk şişko bir adam. yaprak sarma gibi parmakları, kocaman elleri vardır. 59 yaşında olmasına rağmen halen daha beni çok rahat bir şekilde bilek güreşinde yener. şimdi bu adam, servis edilen meyvelere bir süre baktıktan sonra, dilimlenmiş yeşil elmalardan birkaç tanesini aldı ve kabuklarını soymaya başladı. bunu yaparken de oldukça ciddi bir yüz ifadesi vardı. annem de ne yapsın, babamın elma soyuşuyla ilgilenmiyormuş gibi yapıyor ama yandan da onu izliyordu. ben de annem rahatsız oluyor diye köşeye doğru kıvrılıp sigara tellendiriyordum fakat çaktırmadan da ikisini izliyordum. bir ara annem, babamın ellerinin içinde kaybolan elmanın halini görünce tebessüm etti ama hemen kendini toplayıp, yine ciddileşti. bu esnada babam elma soymaya devam ediyordu. alt dudağını hafif şekilde öne doğru çıkartmış, kaşlar çatık bir şekilde elmaları soyuyordu işte. komik bir ifadesi vardı.
sonra, bu 130 kiloluk adam elma soyma eylemini neticelendirdi. annem de kollarını göğsünde birleştirmiş, yere doğru bakıyordu. ben de tellendirdiğim sigarayı küllüğe bastıktan sonra hesabı istemek için hamle yapacaktım ki babam anneme doğru bakıp, ses etti:
- sana elma soydum.
bu seslenişten sonra hemen anneme döndüm ve tepkisi ne olacak diye merak ettim. bebek gibi suratını büzüştüren annem, babamın dolma parmaklarının arasından elmasını aldı ve yemeye başladı. ikisi de dokunsam ağlayacak kıvama gelmişlerdi. hiç ses etmedim. onlarla ilgilenmiyormuş gibi yaptım ve bir sigara daha yaktım. aradan bir süre geçtikten sonra tatlı söyledik. ayıptır söylemesi, dondurmalı irmikti söylediğimiz tatlı. ortaya söylediğimiz için herkes kaşıklayacaktı haliyle. yine birbirleriyle konuşmayan annem ve babama aldırmaksızın kaşığı tatlının böğrüne daldırdım. babam yine ses etti ama bu sefer bana:
- dondurmayı yeme! annen dondurmasını seviyor.
emir, kesindi. dondurmayı kaşıklayacak olsaydım şayet giyotinle kellem alınabilirdi. babamın kararlığını fark edince "ben zaten irmiğini yiyecektim" dedim. bir şey söylemedi. annem de ne yapsın: "ye oğlum ye" dedi. babama baktım, tip tip beni kesiyordu. sonuç olarak dondurmasını yiyemedim.
bu iki jest karşısında annem yumuşamaya başladı. kollarını göğsünden çekip, ellerini üst üste bir vaziyette masada buluşturdu. "ufuk" dedi:
- bu elmanın hepsini ben yiyemem. sen de yesene?
sulu gözlü şişko bu teklifi geri çevirmedi ve iki dilim elma alıp, yedi.
ya işte, bir elma nelere kadir. ve bir dondurma bir babayı evlat katili yapabilirmiş, bunu görmüş oldum.
bir de ayrıca, bana niye elma vermediniz amk?
ben üşümem diyerek, götünün donacağını bile bile ceket uzatmaktır bazen.
karşısı reddedemez tabi, dominant olacaksınız orada.
bazen bir şiirden bozma yazı yazmak,
bazen bir bardak su getirmek,
bazen üşüyen elleri ısıtmak,
bazen sadece susmaktır.
yeterince aklı, kalbi hür bir kadın ne kadar sevildiğini böyle de anlayacaktır.
dün akşam, eski arkadaşlarımla biralama yapmak için toplandık. sohbet-i yâran idi bizimkisi. ilerleyen saatlerde konu konuyu açtı, erdi'nin dedesinin geçtiğimiz hafta bypass ameliyatı olduğu ortaya çıktı. söylemedi ibiş, yeni haberimiz oldu. neyse ki, operasyon başarılı geçmiş ve şu an durumu iyi imiş.
uzatmayayım; operasyondan önce tüm aile meclisi dedeyi teskin etmek için toplanmış. dede de duygusala bağlamış pek tabii. bir ara dilinden şu sözler dökülmüş;
- hatun?
+ efendim?
- şimdi bu doktorlar benim kalbimi açacak ya, ben istemiyorum açmalarını.
+ iyi olacaksın! sakın telaşlanma.
- ama açarlarsa seni görecekler. yüreğimdeki seni kimse görsün istemiyorum hatun..
herkes susmuş. babaannemiz şöyle bir bakmış havaya, dudakları titremiş, gitmiş sarılmış yarım asırlık eşine, başlamışlar beraber ağlamaya. dedemiz ne de güzel ifade etmiş yürek yangınını. hep böyle bahtiyar olsunlar. dinimiz amin.
olayın gerçekleştiği tarihte, 18 yaşımdaydım. annemin doğum gününü kutlamak için sabah programı olarak piknik, akşam programı olarak ise, yemekli bir organizasyon ayarlamıştık. market alışverişi, kasap alışverişi derken, koyulduk yola. ailenin cengaveri olarak tüm amele yükü tarafıma aitti. mangal için odun topluyor, odunları dalları küçük parçalara ayırıyor, etleri tele diziyordum falan işte. kız kardeşim, sofra için anneme yardım ediyordu. babam ise, evin reisi olarak mangal işini üstlenmişti. neyse, odun işi bittikten sonra babamın yanına kurdum sandalyemi cızırdayan etleri izlemek için. babamın etleri itinayla pişirdikten sonra en güzel parçaları zulada bi' tabağa attığını fark ettim. ayıptır söylemesi, pirzolaların en etlilerini ayırmıştı kenara. o dönemlerde boğazıma çok düşkün olduğum için bu durumu çok içerlemiştim. hakeza; babam da boğazına çok düşkün bir insan. "ohh, paşam!" dedim, "etin en güzel parçalarını ayırdın kendine"..
bana şöyle beş numaralı bi' bakış attıktan sonra, kulağıma eğilip, sessizce;