buradaki hiç kimseden daha az değerli olmayan yazar. intihardan söz ediyor. bir vakitler bu sözlükte oldukça komik bir intihar ediyorum olayı dönmüştü ve hemen arkasından intihar edeceği iddia edilen şahıs için moderasyon seferber olmuş ve onun da arkasından mevzu bahis yazar yetkili kılınmıştı. diyorum ya komikti vesselam. yepisyeni bir yazarın meşhur olması adına isminin ön plana çıkarılmasıydı düpedüz.
şimdi burada gerçek olabilecek bir durum söz konusu. moderasyon buraya el atmaz gençler benden söylemesi. içimizden olanı koruyup kollamak bizim görevimiz.
ha derseniz ki yarın öbür gün bu arkadaşımız da yetkili olursa o zaman ne yaparsın? ne yapacağım? o saniye "intihar edeceğim galiba." diye başlık açarım tabii ki. benim klavyem armut mu topluyor sanki?
şaka ve eleştiri bir yana, intihar çözüm değil. hatta nasıl intihar edeceğini düşünmek, seçmek, akıbetinin ölüm olacağına ikna olmak filan bile başlı başına iş. yorucu. caydırıcı. sen cay bence.
En çaresiz cümle olma yolunda ilerleyendir.
Yani adam diyor ki, nereye çekersen gelirim. Ne istersen o olur, onu yaparız.
Bildiğin ağzının içine bakıyor.
Yirmi iki aydır hayalini kuruyordum. Tamı tamına yirmi iki ay olmuştu sen gideli. Ayların her parçasını sensiz bir halde geçirdim. Birbiri ardına kovalanan haftaları uğurlarken sana aşk dolu selamlar gönderiyordum. Günler geçiyordu; saatler hep sensizdi ve ben yirmi iki koca ayın her bir anını kokunu duyma arzusuyla yaşadım. Şimdi ise çok farklı: Yüreğimdeki heyecanın bir anda tüm vücuduma yayılıyor olduğunu hissediyorum. Ellerimi nereye koyacağımı bilmiyorum, bacaklarım titriyor, karnıma tatlı ağrılar saplanıyor, sesim titriyor ve gözlerim ışıldıyor; her tarafım ayrı bir şen bugün, sen geliyorsun, bugün hasret bitiyor...
Yirmi iki ay evveldi. Gönlüme yeni konmuş bir aşkın belki de en tatlı dönemlerini yaşıyordum. Henüz on yedi yaşındaydım ve dünyanın en sefkatli gülüşüne ev sahipliği yapan müşfik çehrenle gözlerime odaklanıp o iri beyaz ellerinle elimi sıkıyorken hissetmiştim böyle bir aşkın varlığını. Acaba sen de bunu hissediyor muydun, yoksa bana bakarken yüzünde açan çiçekleri ben mi kafamda kuruyordum?
Neyse ki sen de beni istiyordun. On sekiz yaşındaydın ve birkaç gün sonra bitecek olan okulun geniş bahçesinde uzun süreler görüşmemek üzere gitmeden evvel sen de beni hissediyordun. Seni tanımak istiyordum, her şeyini bilmek ve onların üzerine çıkıp her şeyin olmak istiyordum. Ancak bunu henüz başaramayacağımı öğrendiğimde içimde kopan fırtınaların ne denli hadsiz olduğunu hatırlıyorum.
Üniversite eğitiminin ilk iki yılı için Amerikaya gideceğini söylemiştin. Gidiyordun beni almadan, gidiyordun beni yaşamadan, gidecektin ben sana doyamadan... Doymayı da istemiyordum aslında; doyup da bana fazla gelmeni ister miydim hiç? Peki sana olan aşkımı içime atarak seni nasıl uğurlayacaktım düşündün mü hiç? Ah özür dilerim; seni nasıl suçlayabilirim ki. Henüz birkaç gün evvel tanıştık ve belki beni sevmeyeceksin bile.
Ama biliyorum, sen de beni seviyordun. Senle geçirdiğim günlerin her dakikasını hatırlıyorum: Hafızamdan silinmesi muhtemel olan bazı ince detayları da beni terk etmesin diye günlüğüme yazdım, birçok kez bu yirmi iki ayın yalnızlığını günlüğüme sarılarak geçirdim. Sana her baktığımda hissettiğim şeyler daha önce ne duyduğum ne de bir başkasına karşı hissedebileceğim şeylerdi: Kalbim o birkaç günlük tanışma sürecinde anbean aşkla doluyordu. Seni tanıyor olduğum o hacimce eksik olmasına karşın yıllara bedel yoğunluğa sahip günlerin bir ayrılığa doğru gidiyor olması ne hazindi. Senle ne çok şey yaşayacaktık öyle, en güzel günlerimiz beraber geçecekti ve yaşamın karşımıza çıkardığı pespaye acımasızlıklara tek bir bedenle göğüs gerip defedecektik hayatımızdan.
Maalesef veda günü gelmişti: O gün güneş bile, ay bile, bulutlar bile bir farklıydı; insanların gözlerinden hissediyordum bana acıdıklarını, öğretmenler karneleri dağıtırken ellerime dokunarak bana üzülmemem gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı. Arkadaşlarımla vedalaşırken en yakınlarım göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. Kediler miyavlarken bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor, müsterih olmam gerektiğini söylüyorlardı. Kuşlar dönüp dolaşıp yakınlarda bir yere konuyor ardından acı bir çığlığa benzettiğim ötüşleriyle acımı paylaşıyorlardı sanki. Yollar, caddeler, evler, arabalar herkes bir olmuş yeni kavuştuğum aşkımdan ayrılışıma ağıtlar yakıyorlardı. Ama hiçbiri önemli değildi: Zira tüm gün, ayrı kalacağımızı aylara bedel bir yoğunlukta yan yanaydık ve sadece yüzüne bakmak bile geleceğin üzerime kurguladığı tüm fenalıklara meydan okuyabilecek bir güce erişmemi sağlıyordu.
Gittiğin ilk günden itibaren sevgiyi ve hüznü birbirinden ayırmaksızın en yoğun hallerde yaşadım. Aşkım her zaman muhafaza ediliyordu yüreğimde ama hüzün de hiç bırakmıyordu peşimi. Derslerim kötüleşmeye başladı, arkadaşlarımla mesafelerim arttı, ailem üzerimdeki halleri sınıflandırmaya çalışırken kendime gelmem gerektiğini vurguluyordu. Nasıl kendime gelebilirdim ki? Bunun için en azından kendim olabilmem gerekti; bu da imkansızdı anlamıyor musunuz? Sevgilim binlerce kilometre ötedeyken yahut ben ondan acımasız kilometrelerce geride bırakılmışken nasıl kendim olabilirdim? Derdimi kime anlatabilirdim, kim benim hislerimi paylaşıp acılarıma ortak olabilirdi?
Aylar geçiyordu. Benden hiçbir zaman eksik olmuyordun sevgilim. Ama herkes diyordu ki: Bırak Amerikanın yolunu gözlemeyi, oralardan kendine uygun başka birini bulur sonra sen üzülürsün! Neler diyordunuz siz böyle, tanımadığınız bir adam hakkında atıp tutmak ne de kolaydı! Yılmadım sevgilim. Her gün yolunu gözledim. Günleri sayarken bir yandan da benim iyiliğimi düşündüğünü söylemekten geri kalmayan iyilikperver arkadaşlarımla savaştım. Herkesi tek başıma alt etmeye uğraşıyordum; ancak yoruluyordum sevgilim. Sen olsaydın eğer, ellerimi tutar, yorulduğum yerden devralırdın savaşımı.
Günler hiç durmadan geçiyordu. Liseden mezun olacağım gün baş göstermiş, buruk yüreğime yeni bir heyecan tünemişti. O gün hiç olmadığı kadar seni istedim sevgilim; yanımda olmalıydın, beraber olmalıydık. Hem oralarda bensiz ne yapıyordun sen? Eğitim alırken arzularının esiri olup kendine uygun başka birini bulmuş benim yerime onu mu koymuştun yoksa? Belki de arkadaşlarım haklıydılar: Sana dair hayallerimi törpüleyip, gerçekleşme ihtimali düşük umutlarımı kendim söndürmeliydim. Belki ben de arzularımın esiri olup vücudumu başka dağlara savurmalıydım; belki içimdeki müfsit hisleri böylelikle sona erdirebilirdim sevgilim. Ama hayır! Ne ben böyle şeyler yapacak kadar alçağım ne de gönlüm seni unutup başkalarına konacak kadar hafif. Hayatımın sonuna kadar da olsa seni beklerdim sevgilim. Hiç yaşayamadığım günlerin hatırına son nefesimi verinceye kadar içimdeki umudu hiçbir zaman söndürmezdim.
Günler sensiz geçmeye devam ediyordu. Bir yandan bu geçişleri hızlandırmak, kavuşma gününü sıcaklığına erişmek istiyordum, diğer yandan korkularım ve yalnızlığım hep artıyor, daha fazla buna benzer günün geçmesine müsamaha gösteremiyordum. Bana bir sürpriz yapıp erkenden gelmeni ne de çok isterdim. Dualarımdan eksik olmayan sevgilim: Belki de bu akşam gelmen için dua etsem yeridir!
Yalnız geçirdiğim bu iki yıl aslında hep seninleydim; birçok özelliğini öğrendim, seni daha fazla tanıma fırsatı buldum. Mesela sürprizlerden hiç hoşlanmıyorsun ve sabırlısın. Ne istediğini ve bu isteklere erişebilmek için neler yapabileceğini biliyorsun. Ve bazı kendine özgü şeyler, benim öğrenmekten şeref duyduğum şeyler... Bunlarla süslenen varlığın için ne hayaller kurdum sevgilim. Ben hülyalara daldıkça kendimi kaybediyordum; yüreğim coşuyordu, bütün bu sensizliğe başkaldırıyor, aslında sabırlı olan ben kendini bilmez bir sabırsıza dönüşüyor, yaralı bir karganın yavrusunu korurkenki çirkef haline dönüşüveriyordum. Bunlar hep sensizlikten kaynaklanıyordu ve ben her gün seni daha fazla istiyordum.
Ama artık bu günlerin hepsi sona erdi: Nihayet kavuşacağımız gün tüm güzelliğiyle teşrif buyurmuşlardı.
Sen de fark ettin mi gökyüzünün kusursuz mavisiyle sarmaş dolaş ak bulutların hiçbir sıradan günde göstermediği nurlu yüzünü? Güneşin gülümsüyor oluşunu hissedebiliyor musun? Ya ağaçların beyaza boyanmış çiçeklerini ve onların tüm ihtişamıyla seni karşılamak üzere hazır bulunuşunu? Çiçekler renklerini ahenkle sergiliyor, kediler ve köpekler bugün ilk kez dans ediyorlar, kuşlarsa onlara havadan eşlik ediyor. içten içe çürüyüp ruhunu yitirmekte olan eski binalar bile bir nebze olsun doğrulmuşlar ve gülümsüyorlar. Yirmi iki ay önce ağıtlar yakan caddeler, kaldırım kenarları, kuytu köşelerden umumi meydanlara kadar her yer gelişine methiyeler düzüyor. Bugün öyle bir gün ki sevgilim, kavuşacağımıza bütün şehir seviniyor.
Ben ise öyle mutlu öyle heyecanlıyım ki nasıl davranmam gerektiğini kestiremiyorum. Hayallerimin gerçekleştiği birinci gün olarak tarihe not düşeceğim bu aşk dolu günde üzerimdeki gariplikleri defetmek dahi istemiyorum. Karnımdaki tatlı ağrı bana eşlik ediyor ve bundan hiç rahatsız değilim. Kollarım sanki bana ait değiller, sesim bir yabancı... Bunların yanı sıra kafamda bin bir türlü sorular dolanıyor: Ne yapacağımdan çok senin ne yapacağını düşünüyorum sevgilim. Beni iki yıl sonra görünce neler hissedecek neler düşüneceksin, acaba bu kız o kız diyecek misin; bu uzun mesafeyi bir anda atlatmış gibi tanışmaya devam mı edeceğiz yoksa mesafelerin kattığı özlem ile kabarmış gönlünü huzura erdirmek için, bütün geride bıraktığımız bu yirmi iki ayın acısını bir anda, sımsıkı sarılarak mı çıkarmak isteyeceksin? Ne yapacaksın sevgilim? Ben ne yapacağım peki? Seni havaalanı kalabalığı arasında seçer seçmez boynuna mı atlayacağım? Ellerinden tutup aylardır burnumda tüten kokunu uzun uzun içime mi çekeceğim? Yoksa utangaç bir hale bürünüp Amerikadaki hayatından bir konu bulup saçmalamaya mı başlayacağım? Neler olacağını kestiremiyor olmama rağmen çok mutluyum sevgilim: El ele çıkacağız bu kalabalıktan, yalnız geldiğim bu yerden beraber ayrılacağız.
Yirmi iki ayın doruk noktasında seni görüyorum sevgilim. Uzaktan nasıl da kendinden emin görünüyor, salına salına yürüyorsun: Beni mi arıyorsun yoksa? Buradayım tam karşında. Yürümeye devam ediyorsun ve beni gördüğün an yüzüne bir gülümseme, o eskiden kalma tatlılığın dolu bir gülümseme konuyor. Ne heyecanlıyım! Yanıma geliyorsun ve bana fırsat vermeden hemen sarılıyorsun. Kokunu duyuyorum sevgilim. Yirmi iki ayın unutturamadığı kokunu yeniden duyuyorum. Bu faslı kısa kesip halimi hatırımı soruyorsun. Konuşmaya başlıyoruz. Çok özlediğim sesinle ruhuma masaj yaptığının farkında değil misin yoksa?
Sanki hafta sonu tatiline gelmiş gibisin; elinde bir küçük valiz. Hemen bir restorana gidip bir şeyler yemeye koyuluyoruz. Uzun uzun sohbet etmek, el ele oturmak, yürümek, koşmak istiyorum. Ama sen elimi tutmuyorsun? Çekiniyor musun yoksa? Yıllar evvel gördüğün o kız değil miyim yoksa? Bana hayatından bahsetmeye başlıyor, beni gördüğüne şaşırdığını söylüyorsun. Karşılanmayı beklemediğini duyduğumda bu durumdan rahatsız oluyorum. Masanın üzerinde duran iri beyaz ellerine elimi uzatıyorum: Utanıyorum, terliyorum. işte buradayım sevgilim neden beni sahiplenmiyorsun?
Gözlerimin içine öyle anlamlı bakıyorsun ki bir şey olduğunu, anlatmaya çalıştığın şeyin hoş olmadığını seziyorum. Ses tonunu ayarlayıp konuşmaya başlıyorsun. Neler söylüyorsun böyle? Çok mu uzun zaman geçti? Evet öyle ne olmuş sevgilim? Bu kadar zaman beklediğime mi şaşırdın? Nesine şaşırdın ki? Giderken bugünün geleceğini, her şeye yeniden ve sarsılmaz bir vaziyette başlayacağımızı söylemedin mi? Şimdi neden şaşırıyorsun öyleyse? Bu uzun zaman diliminde kendime yeni bir hayat mı kurmalıydım? Zira sen öyle mi yaptın? Aman Allahım! Karşımdaki adam neler söylüyor böyle! Bazı şeylerin iki yıl beklemeye değmeyeceğini, bunu bilmem gerektiğini ve seni unutup başka biriyle önüme bakmamın gerekmişliğini söyleyip durma bana! Daha fazla dinlemek istemiyorum! Ama o konuşmaya devam ediyor: Amerikada kendi düzgün bir hayat kurduğundan bahsediyor. iyi öyleyse ne olmuş? Beni de alsana ne bekliyorsun? Orada biriyle tanıştığını ve onla mutlu olduğunu mu söylüyorsun? Anlıyorum sevgilim. Anlamıyorum sevgilim. Hiçbir zaman benim olamayan ama her zaman benimmiş gibi hissettiğim sevgilim... Benimle iyi bir arkadaş olabileceğini ancak öbür türlü bir ilişkinin olmasının imkansızlığını da mı duyacaktım senden... iyi bir arkadaş öyle mi? Üstelik Türkiyeye bir haftalığına geldiğini ve o, seni benden sömüren ülkeye geri döneceğini de söylüyorsun. Ve dahasını söylüyorsun, söylemeye devam ediyorsun ama ben artık dinleyemiyorum.
Bu duruma nasıl düştüğümü düşünüyorum. Kimi suçlamam gerektiğini sorguluyorum: Gerçek olmayan bir aşkı bana tattırdığın için sana mı kızmalıyım yoksa gerçek olmayan bu aşkın peşinden koştuğum için kendime mi? Gerçeği görüp de beni sadece uyarmakla yetinip, gerçekleri önüme delillerle sunmayan arkadaşlarıma mı kızmalıyım yoksa bir şekilde de olsa beni uyarmış olan arkadaşlarımın sözlerini dikkate almadığım için kendime mi? Bu kadar saf olduğum için kendime mi kızmalıyım yoksa diğer bir sürü sebepten ötürü yine kendime mi kızmalıyım? Yirmi iki ayın tamamen bir hiç uğruna benden alındığını görüyorum. Yirmi iki ay boyunca hiç olmayan bir aşkın peşinden koşup boş hayallerle kendimi avuttuğumu anlıyorum. Boğazım düğümleniyor, sesim kısılıyor, bir sürü şey düşünüyorum; sana söylemem gereken o kadar çok şey var ki. Neyi nasıl söyleyeceğimi bile bilmiyorum ama son bir gayretle ayağa kalkıp yaşlı gözlerimin eşliğinde son sözlerimi döküyorum sana sevgilim: Sen nasıl istersen öyle olsun...