Şuhûdundan cüdâdır, çok zamanlar var ki, îmânım;
Bu vahdet-zâra - gûyâ! - geldim amma bin peşîmânım:
Huzûr imkânı yok dünyâyı etmiş cezben istîlâ;
Ne hüsrandır, ilâhî, ma'bedim, çepçevre, vâveylâ!
Derinlikler, kovuklar, kuytular, şellâleler, yarlar,
Bulutlar, yıldırımlar, çöller, enginler, sular, karlar,
Güneşler, gölgeler, aylar, şafaklar... Hepsi çığlıkta;
Gelir tarrâkalar çaktıkça ecrâmın karanlıkta!
Sabâ dağlarda Sûr üfler, coşar vâdîde bin mahşer;
Denizler yükselir, seller döner, taşlar semâ' eyler.
Ufuklar çalkanır, kaynar ziyâ girdâbı göklerde;
Asırlar devrilir. Çamlar, çınarlar, çırpınır yerde.
Bütün zerrâtı sun'un bir müebbed neşveden serhoş;
Sağım serhoş, solum serhoş, ilâhî, ben ne yapsam boş!
Ömürlerdir, gözüm yollarda, hâlâ beklerim, hâlâ,
Şuhûd imkânı yok coştukça hilkatten bu vâveylâ.
Hayır! Bir başka rûh esmiş ki, akşam, sermediyyette:
Uyandım, fecre baktım, titriyor par par meşiyyette.
O coşkun na'ralar bî-tâb; o taşkın zerreler mahmûr;
O tûfanlardan ancak terliyor, maşrıkta tek bir nûr.
O gömgök kubbe, Sînâ-rengi tutmuş, bir avuç toprak:
Işıklar püskürürken, şimdi haşyetlerle müstağrak!
O ecrâm, ah o gözler öyle fânîler ki Mevlâ'da,
Dönüp bir kerre olsun bakmıyorlar artık eb'âda.
Denizler, dalgalar, dağlar, ağaçlar, gölgeler dalgın...
ilâhî! Üıperen tek gölge yok bağrında âfâkın.
Sabâ durgun, sular durgun, gölün durgun hayâlinde,
Ne ma'nîdâr o gökler, kudretin bir vahyi hâlinde!
Bu vahdet-zâra dün baktım: Ne meyhâneydi cûşâcûş!
Bugün rindânı gördüm: Başka bir peymâneden bî-hûş.
Bütün dünyâ serilmiş sunduğun vahdet şarâbından;
Ben'im mest olmıyan meczûbun, Allah'ım, benim meydan!
Bırak, hâsir kalan seyrinde mi'râcım devâm etsin;
Rükû'um yerde titrerken, huşû'um Arş'ı titretsin!
ilâhî! Serserî bir damlanım, yetmez mi hüsrânım?
Bırak taşsın da coştursun şu vahdet-zârı îmânım.
Bırak hilkatte hiç ses yok bırak meczûbunun feryâd...
Bırak tehlîlim artık dalgalansın, herçi-bâd-âbâd!
Kıyılmaz lâkin, Allah'ım, bu gaşyolmuş yatan vecde...
Bırak, "hilkat"le olsun varlığım yek-pâre bir secde!
varlığına atılan imzadır. varlığa attığın imza. varlığımızı bulduğumuz yer.
bütün dünyadan çevirip azalarımızı, ''dur!'' deyip her şeye, ''sevgili!'' dediğimiz yer.
baş tacı edildiğimiz yegane yerdir secde. baş tacı ettiğimiz ve edildiğimiz.
sevgiliyle buluşulan en güzel yer. güzelliğini fısıldadığımız, bize kendisini en yakın kıldığı yer.
Kulun, yaradanına en yakın olduğu andır... Mekandır... Sözdür... Duaların kabul olduğu en yüce mertebedir. Teslimiyettir. Masumiyettir. mahcubiyettir... Aidiyettir...
yaradan' a en yakın olduğumuz an. namazın zirve noktası. allah' a taptığımızın adeta fiili göstergesi. bide secde yaptığımızın farkında olup huşu içinde secdeye varırsak, işte o zaman secdenin hazzına varabiliriz.
mescidlerde ya da camilerde namaz kılanları izlemek özellikle yaptığım eylemlerden biridir. yalan yanlış secde ve rüku yapanları genellikle uyarmaya çalışırım. hatta çalıştığım yerdeki mesciddeki ilan tahtasına tadil i erkan la alakalı hadisler yazarım ki, uyaramadığım insanlar hadisi okusun da, dikkat etsin namazına. gel gör ki, adam alışmış, aynen devam ediyor tavuğun yem yemesi misali başını yere koyup kaldırmaya. halbuki kulun allah'a en yakın olduğu an secde. uzat uzatabildiğin kadar. kıymetini bilmek gerek.
"Secde de namazın bir rüknü olduğundan farzdır. Namaz kılan kimse, rükûdan sonra secdeye varır. Rükûdan doğrulduktan sonra yere kapanarak iki dizi üzerinde ellerine dayanarak alnını ve bumunu (yüzünü) iki eli arasında yere veya yere bitişik bir şey üzerine koyar. Yüce Allah'a tazimde bulunur. Bu şekilde secde, her rekatta ikişer defa arka arkaya yapılır."