''hasiktir lan oradan..'' diye güldüm body salonundan içeri dalarken.. siktiri çekiş yönüm, elbette ki kendim değil (bu, saçmalamada sınır tanımamak olurdu), beraber çalıştığımız kıl arkadaşım fatih, siktiri çekiş nedenim kıl fatih'in, ''ben var ya, senden 20 kilo daha fazla bench press basarım lan..'' demesi, siktiri çekiş gücüm de üç s harfliydi.. salondan içeri girerken o salonun bana, hayatımın önemli bir bölümünde hayatımın önemli bir kısmını işgal edecek hediyeyi vereceğini bilmem olanaksızdı tabi..
ısınma turlarını çabuk bitirdik.. yarım saat kadar, salon sahiplerin tarafından çalışanları gaza getireceği öngörüldüğü anlaşılan latif doğan ve onun müzikleri eşliğinde çalışmayla da, asıl parkuru tamamladık.. fatih salağı da 20 kilo fazla filan basamadı bench'te benden (valla bak).. sıra son hareket olan omuz hareketine gelmişti..
o anda 'o'nu gördüm.. omuz hareketinin aleti, sakince bana bakıyordu..
bu makina, çeşitli ebat ve kilolardaki ağırlıkların bağlı olduğu bir barı, dik bir biçimde oturarak, kol uzunluğu hizasında kaldırıp indirmek ve bu hareketin kişinin omuz kısmını güçlendirmesi esasına dayanarak işlev görüyordu.. vücut geliştirme uzmanlarınca omuz için, en yararlı aletlerden biri olarak gösteriliyordu.. alemde shoulder push olarak da nam salmıştı.. ama bunların hepsi benim açımdan önemsizdi.. çünkü bu alet, benim müstakbel hayat arkadaşım olacaktı ileride.. o anda bunu bilmem imkansızdı ama, inanır mısınız, hissediyordum.. aşkı hissedebilir misiniz?.. ben hissettim..
bu alet benim kocam olacaktı..
her harekette minimum 5 kilo çaktığım kıl fatih, beni bu harekette yere serdi adeta.. ilk günün heyecanından belki de, boş, ağırlıksız barı bile zar zor kaldırıyordum.. nefes nefese bitirdiğimde ise, kıl fatih ''hahaha nası sktim olm.. kocam dicen bana bundan sonra.. hatta bu hareket kocan senin hohaoahoahoa..'' diye densizce gürledi..
ben de utanıp kızararak, çekingence ''sussana olm, duyacak..'' dedim.. fatih anlamamışçasına suratıma baktı ve sırıtmaya devam etti.. ben de kafamdan bu herifi tanımlayan 'kıl' sıfatının yanına bir de 'mal' sıfatını koymayı kararlaştırdım.. salondan çıkarken göz ucuyla alete baktım.. fütursuzca beni kesiyordu..
sonraki bir ay çok çabuk geçti.. salona her gelişimde shoulder push aletinin yanında alıyordum soluğu.. ben anlatıyordum kendimi, o dinliyordu.. sessizdi genelde.. ama buna karşılık, çok renkli ve hareketli bir seks hayatımız vardı.. aletin gerektirdiği hareketi her yapmayı denediğimde beceremiyor, adeta shoulder push'un altına yatıyordum.. bu durumun beni rahatsız etmesi gerekir ve beklenirken, içimde yeni yeni tomurcuklanan değişik hissiyatla başedemiyor, açıkçası etmek için de bir neden bile göremiyordum.. shoulder push benim gayr-i resmi kocamdı ve cılız omuzlarım, aşkımızın kanıtı ve meyveleriydi..
iki hafta sonra yıldırım nikahı bastık.. kıl ve mal fatih'i ise çağırmadık.. ismimi ise rapper push diye kaydettirdim.. çok mutluydum.. artık evimin ninjası olacaktım..
cicim ayları güzel geçti aslında, şu anda geriye baktığımda bunu görebiliyorum.. ama bir şeyler eksikti ve bunu ikimiz de biliyorduk.. sevişmemiz ise bu açığı kapatmakta gün be gün yetersiz kalıyordu.. kendimi kullanılmış hissediyordum.. her gün yemeksepeti ile pideleri söyleyen ben, ev işi yapan ben.. herifin ihtiyaçları karşılamak için seferber olup, hareketi yine yeni yeniden yapamayıp yorulan ben.. o ise oturmuş iddaa bülteni okuyor her gün..
burama gelmişti artık.. bir gün omuz hareketini yapmayı reddettim.. ''daha çok bench press'e ağırlık vermek istiyorum..'' dedim.. bana 5 kiloluk dambıl fırlattı.. gözüm morarmıştı.. ben de eski spor
salonuma gittim.. artık dönüş yoktu.. bu birliktelik bitmeliydi..
hakimin şiddetli geçimsizlik nedeniyle tek celsede boşnamamız ile birlikte sanıklardan rapper ninja'nın (yani benim) akli sağlığının yerindeliğinin tespitini istemesi uzun sürmedi..
tek celsede boşandık.. delilik muayenesinden ise yırttım..
sonraki iki senem hakikaten çok zor geçti.. shoulder push beni geri istiyordu ve kendini affettirmek için üzerinden ağırlık atmayı bile teklif etti.. cevabım netti;
''hayır.. bu aşk baştan bir hataydı zaten..''
kıl ve mal fatih de, sağolsun, kafamı dağıtmam için beni gezdirip duruyordu.. bir gün bir çocuk parkında otururken, ufak bir dönme dolaba bindik.. birden fatih şaka olsun diye çevirmeye başladı aleti..
midem her zaman hassas olmuştur.. dur diye bağırmama rağmen sırıtarak çevirmeye devam etti kıl, mal ve orospu çocuğu fatih.. kusarak bayılmışım..
ayıldığımda kıl, mal ve orospu çocuğu fatih başımda duruyordu.. ''haha yeni bir koca alet buldum sana, nah işte bu dönme dolap hojaojao..'' dedi.. dolaba alıcı gözüye baktım, fena değildi.. şeytan dürttü..
''neden olmasın'' dedim..
bir-iki ay çıktık.. sevgilimin lokasyonundan ötürü genelde parkta takılıyorduk.. bir gün parka elimde lokumlarla geldiğimde, shoulder push'u gördüm.. sarhoştu ve dönme dolap ile tartışıyordu..
tahminimce ''erkek adam dönme olur mu lan?..'' şekli bir şeyler söylüyordu ama benim tek görebildiğim barını kendi kendine hızlıca indirip kaldırmasıydı.. dolap da buna, jet hızıyla dönerek karşılık veriyordu.. iki alet benim için tartışıyordu, hatta kavga ediyordu..
''yeteeeeeer!..'' diye bağırıp oradan kaçtım.. uzaklara kaçtım..
kıl, mal ve orospu çocuğu arkadaşımı aradım.. ''bira var mı lan?..'' dedim..
varmış..
children of man filminde oturdum düşündüm efenim. şimdi filmin başlangıcında bi velet ölüyor, bu velet cümle alemin en genç veletiymiş. 18 in altında kimse kalmamış dünyada. şimdi bunu yapan anne 25 yaşında olsa netti; hesaplayın lan netti? 43 demi? evet 43. bu ne demek, bizim o dünyanın umudu olan dünyanın tek veleti büyüyüp insan soyunu devam ettirecekse ve bunu en erken etiken 18 inde yapabilecekse çiftleşeceği zat en genç 61 yaşında olmalı. şimdi tabi hepimizin altında, altında derken elimizin altında internet denen şey var. ben baktım araştırdım 61 yaşında adam verimli sperm verebilir mi diye. neyse itiraf ediyorum araştırmadım. neyse. bence olmaz o iş kardeşim!
ee bu ne demek? bizim yeni velet kardeşi ile mi yiyişicek afedersiniz? mazallah sakat çocuk falan sakat olmaz mı o zaman olay?
ama bir de şöyle bakarsak belki de yeni dünya sakatların dünyası olmak zorunda. belki de asıl sakatlar biziz ne malum? ha? biz de böyle bir senaryo sonucu ortaya çıktık? nasıl kanıtlayacaksın bunu bana?
diyeceğim o ki dünya dönmüyor kardeşim. dönseydi zıplardım amerikada inerdim. dağılın.
ÖSS geldi, ÖSS geçti. ÖSS geldi, ÖSS geçti. Gelip geçmeye devam ediyor. En son da bu sene geldi geçti. Bu gelip geçmeler sürerken ne sınav hakkındaki televizyon programları değişti, ne uzmanların görüşleri değişti ne de öğrencilerin yedikleri değişti.
Öğrencilerin yedikleri demişken, Öğrencilerin yediklerine bile karıştı o uzmanlar. Efendim, sınava üç hafta kala yağlı kızartmalar yenmeyecekmiş, hafif ızgaralar yenmeliymiş falan filan... Ulan aç gözlülere bak be! Kendileri yesin bütün lahmacunu, kebabı; öğrenciler yesin kibrit kutusu kadar peynir.
Abarttılar, abartmaya devam ediyorlar...
Sınavdan üç hafta öncesi yenen yemeklere karıştılar. Bu yetmedi bir de sınav esnasında şeker yemesini öğütlediler öğrencilere. Ben hiç şeker yemedim sınavlarda. Ama gördüm yiyenleri. Elinde bir paket bonbon şekerlerle sınav salonuna girenler mi dersin, Bir avuç küp şekeri sınava girerken çocuğun ağzına tıkmaya çalışan anneler mi dersin? Beygir mi bu çocuk? Neden küp şeker yesin? Gerçi o sınav maratonu boyunca at misali koştu bu çocuklar ya neyse...
Ben ileride çocuğumun sınavda öyle küp şeker yemesini falan istemiyorum. Kendisini neden sıkıntıya soksun? Hatta sınav esnasında rahat olmalı. Stres altında kalmadan çözebilmeli soruları.
Bunun için çocuk sınava girerken çocuğa bir paket bonbon şeker yerine bir porsiyon acılı adana, üç lahmacun iki de ayran yedirmeli. Adana kebabı okul bahçesinde yesin, lahmacunlarla sınav salonuna girsin. Herkes o yaz sıcağında şeker yerken bizim çocuk farklı olsun. Sırasının kenarında açsın lahmacunların paketini... Ohhh mis! Yanına da ayranı... Maydanozu!
Şimdi diğer arkadaşlar bana sınav salonunun kurallarından bahsetmesin. Siz açıyorsunuz o şekerlerin paketini haşırdatıp duruyorsunuz, bir şey olmuyor da bizim lahmacunlar koktu mu olay oluyor. Yok, öyle yağma.
Bu psikolojik savaş.
Siz şekerinizi yiyin, biz lahmacunumuzu.
Bu çocuk sınav salonuna lahmacunlarla girecek. Sınavda da yiyecek. Yiyemediğini kâğıda sarar, evde de yer. Ama o lahmacunlar girecek o sınav salonuna.
Gerekirse ÖSYM'ye başvururum, o lahmacunları sınava sokarım, o da yetmedi okul bahçesine seyyar lahmacunlar koydururum, o da yetmedi sınıflara ocak başıyla lahmacun fırını koydururum. Deliyim, bilirsiniz.
ileride üniversitelere girişte lahmacun krizi yaşanırsa bunun sorumlusu ben olmam ama. Ona göre!
arkadaşlar "arki" olduğundan beri benim adımın bir önemi yok. "arki" ne ulan?
"bobi, götür oğlum. malı götür..."
-ohoo, sercan bu saçlarla sakalla tam bir retro olmuşsun. altmışlar, yetmişler...
-ya ben ne olmuşum metin abi?
-sen anca doksanların sonunda çocuk olmuşsun bu halinle, yıkıl ulan karşımdan!
"acun! yer misin yemez misin! yeter gayri, çık ulan hayatımızdan da şu televizyon ekranlarından da!"
acun gitsin, ciguli gelsin hatta. o bile kafi. fazıl say da kalsın. acun yine gitsin.
"hafif eşref olalım bu akşam, ki yarın kolay olsun"
okul yıllarında saati soran öğrenci saatin kaç olduğunu "saat kaç?" diye sormaz, soramaz, sormamalı. soruş şekli "tenefüse kaç dakka kaldı lan?" şeklinde olur, oldu, olacak.
"en sonunda geldin facebook'umuza canııım, hoşgeldin"
şu cümle kadar beni hiç bir cümle bu kadar rahatsız etmedi. birisi tepemde "ne demiş şair..." diyerek konuşsa daha az sinirlenirim yani. aylardır yoktum feysbukta yoktum, şimdi geldim. herkes mutlu oldu.
duvar dedikleri yere yazdılar da yazdılar, pokelediler, mesajlar çektiler...
e amuğa goyum, ne kattım ben bu feysbuka girdim de?
ben ona birşey katmasam da o gavurun icadı beni bilgisayarın başına kilitlemeye yetti. arkadaşımın arkadaşının eski ilkokul arkadaşını bulup mutlu oluyorum. oha artık! kendi ilkokul arkadaşlarımı bulmam yetmiyormuş gibi...
hakikaten birşey katmadım ben bu feysbuka.
bana da o bir şey katmadı ama eski bir arkadaşım buldu beni feysbuktan. aynı mahalledeydik. taşındığımız için onu en son on iki sene evvel gördüm, orta okulun başında. garip bir kızdı derya. iki terliği birbirinden farklı, saçı erkek gibi kısacık kesilmiş, sürekli sokaklarda gezen, dudağı ve burnu arasında hep yeşil sümük ihtiva eden bir kızdı. sevmezdim pek. çocuk aklı işte...
beni bulmuş on iki sene sonra, güzelleşmiş. sümüğü gitmiş. terlik giymiyordu, ayakkabıları da normaldi, ikisi de aynıydı en azından. "çok değişmişsin" dedi. "hiç değişmemişsin" dedim ama içimde kaldı "sen çok değişmişsin, sümüklerin gitmiş" diyememek...
işte bu feysbuk bana böyle hayvanca düşünceler kattı. halbuki kızcağız en masum duygularıyla gelmiş bana, ben sümüklerden falan bahsediyorum. hayvanın tekiymişim gerçekten. sokakta görse beni, yüzüme tokadı basar. hakediyorum yani.
"hiç hoşgelmedim canım bu feysbuka, hoş da bulmadım"
hayatın fazlaca kalıplaştığının farkına vardığım an işte bu andır. yani benim aynı zamanda hayatımın bittiği andır. herşey neden sürekli aynı şekilde işliyor? türkiye'de böyle. dünyada nasıl bilmiyorum da ben bundan çok sıkıldım. bir dinleyin beni, hak vereceksiniz bana. dünyadan, yurttan haberleri haberlerden aldınız, bir de benden dinleyin.
ne olurdu bu sefer de karın keyfini çocuklar çıkarmasaydı? karın keyfini bu kez de amcam çıkarsaydı. benim amcam çıkarmasa bile haber spikerinin amcası da çıkarsa da olurdu. "sayın seyirciler, kar yolları kapadı ama karın keyfini yine amcam çıkardı. halamla dayım da ona eşlik etti"
bir kez yahu, sadece bir kez cem yılmaz yine kırıp geçirmeseydi. hani tamam cem yılmaz'ın son zamanlarında gülmedim ona hiç, gülmekten kırılıp geçirilmedim de ama bu söylenmemeliydi artık. deseydi ki spikerimiz: "cem yılmaz yeni reklam filminin kamera arkasında yine komik göründüğünü sandı ve küfür etti. seyirciler buna hiç gülmediği gibi onu küreklerle kovaladılar. ünlü komedyen cipine zor bindi ve uzaklaştı."
yeni yıla girerken bakmasaydık bu kez geçen yıl neler olduğuna. sadece bu yıla mahsus hatta. "sayın seyirciler, yeni yıla saatler kaldı ama biz bu sefer geçen yıla bakmayacağız, zaten kimin umurunda geçen yıl?"
sadece bir kereye mahsus olmak üzere sokaktaki insan bazı şeyleri merak etmiyor olsun.
maçın coşkusu bu sefer sahanın içinde kalsın.
isviçreli bilim adamları bu sefer de mantıklı bir araştırma yapsın. yakında "terlik ve ayakkabı giyenler kanser oluyor" gibi bir hipotez ortaya atıp sokaklarda çıplak ayaklı insanların dolaşmasına neden olacaklar.
öğrenci seçme ve yerleştirme sınavları yapılsın ve bir öğrenci kameralar önünde sisteme küfür etsin. gerçekten.
"allah" diyen m.g.m aslanı da olsun o haberlerde...
polisler eylem yapıp polislerden cop yesin bu sefer de.
bunlar olsun, sonra ben susacağım. hepsi bittiğinde yeni bir listeyle karşınızda dikileceğim.
sevdim mi seni,hayır ben sendeki kendimi sevdim,bir farenin kapanın içindeki peyniri sevisi gibi hem de öylesine kör,kör demişken aklıma geldi,sizin gece kuşları ne alemde,hala gündüz mü geziyorlar,doğrusu ben en cok benini sevdim senin,senin benin olmalıydım ama olamadım.kısmet abla izin vermedi bu birleşmeye.birleşmeye birleşmeye 1 leştik,sonra sen gittin,saç- (bkz: ma)ların kaldı yastığımın düzüldüşlüğünde;sınırdan mı söz etmistin,sacmalamak caresizligin propagandasıdır bazen,bazen de nesenin pankartı,en çok kendi olduğu an insanın belki...sahi kime yazdım ben bunu,kimseye yazmıs olayım hadi,o da kimse*bakın ne güzel sacmaladım*
"iki ucu boklu değnek" dediğin "böyle değneğin iki ucuna birden sıçarım" demekten başka bir şey değildir. kişinin aşırı asabi olduğunu ve hiçbir şeyi -değneği bile- beğenmediğini ifade eder.
bir kişinin forum rütbesini hesaplamak için "emeğine sağlık dostum iyi çalışma" yazan mesajlarını bul, topla ve ona böl. ne çıktı? forum albayı... al götür.
morg and free men.
kibrit kutusu kadar yediğim peynirleri şimdiye biriktirseydim orman kadar peynir yediydim.
digitürk'teki radyoları açtığımızda o balıkları gördükçe sinir oluyorum. ağır ağır süzülüyorlar akvaryumda. klasik müzik radyosunu açtığımda süzülsünler tamam. çaykovski'nin kuğu gölü balesi onları süzülmeye itsin öyle ama bir hard rock radyoda welcome to the jungle çalarken de öyle ağır ağır süzülmesin o balıklar. kafa sallasınlar... öyle yüzsünler. yoksa üyeliğimi iptal ettiriyorum.
sixteen sene akıllanmam.
blackhole sun zamanla asshole sun da olur.
"sıkı can iyidir, kolay çıkmaz" diyen insanlar, yani ülke nüfusumuzun dörtte üçünü oluşturan insanlar böyle özdeyiş yazacağına sıkıntılara çözüm üretseydi şimdiye avrupa birliğindeydik.
"çalış senin de olur" diyenler de ülke nüfusunun beşte üçünü oluşturuyor. iki özdeyişi bir arada söyleyenler, savunanlar da mevcut. bu özdeyişi savunanlar çalışaydı da azıcık işimiz görüleydi be.
"burası türkiye" diyenler hepsini kapsıyor zaten.
öztürk, yılmaz, özdemir gibi soyadları ingilizce'nin mr. and mrs. brown'udur.
"bursa" kelimesini duyduğum an aklıma yoğurtla alakalı yemekler geliyor. hani bursa'nın yoğurtlu iskenderinin meşhur olması ile ilgili bir durum değil bu. yoğurtlu ıspanağı bile geçiriyorum aklımdan "bursa" kelimesini duyduğumda. telaffuzu ile alakalı olsa gerek. "bur" ve "sa" hecelerini birleştirdiğinizde ağzınızın sulanışı aklınıza yoğurdu getirmesin de ne yapsın?
dayımın oğlu var; görkem. şişman, michelin maskotu gibi katmerli bir çocuk... onun yüzünü gördüğüm zaman aklıma tüylü şeftali bile geliyor.
"gargamel" kelimesini duyduğumda aklıma kamburlar geliyor, kargalar geliyor. her şey geliyor. kapsamlı bir isim o gargamel. türkçe bir isim de değil. şirinler çizgi filminin orijinalinde de gerçek ismi gargamel. ama gargamel ismi öyle güzel düşünülmüş ki, o büyücünün kamburluğunu, karga vari bakışlarını, sinsiliğini, pis sesini her şeyini anlatabilecek derecede işlevsel. gargamel adeta evrensel bir isim.
"penguen" kelimesini duyduğumda telaffuzdaki "guen" hecesi bir anda yüzümde bir an tebessüm oluşturuyor ve bütün kutup penguenlerinin mesut bir hayat yaşadıklarını zannediyorum.
"ördek" kelimesindeki "dek" hecesi bende öyle bir çağrışım uyandırıyor ki bütün ördeklerin yürürken zevzekçe espri yapacağını düşünmeden edemiyorum.
"soprano" bildiğimiz üzere ince kadın sesine deniyor. ancak soprano'yu telaffuz ederkenki yanak şişirme eylemi sanki "soprano dünyanın en kalın sesidir" hissini veriyor.
"sanki" kelimesi daha "san" derken insanda bir şüphe uyandırıyor.
ismi cavit olanlara isimlerinin telaffuzu yüzünden gıcık oluyordum yıllarca, o ne sinsi bir telaffuzdur arkadaş? sanki bütün cavit'ler sinsi anasını satayım. ancak cavit'lerden sonra emre'leri tanıdım hayatım değişti. emre'lerin telaffuzunun daha sinsi olduğunu farkettim. onlara da kılım artık.
"laptop" yani diz üstü bilgisayarın ne olduklarını bilmeden önce kelime içindeki "top" hecesinden dolayı dizüstü bilgisayarların hep yuvarlak, şişkin aletler olduğunu düşledim durdum.
"düş" diye diye içlerindeki "ş" harfleri zamanla "şşşş" efekti ile uyuttu beni...
facebook öyle bir site ki, sevenleri birleştiriyor, ayırıyor, eski arkadaşları buluyor, kaybediyor... ortak bir amaç için bir araya gelenleri birleştiriyor. grup kurma olayı ile çözüyor bunu feysbuk üyeleri. ben de zaman zaman çözüyorum.
gayet mantıklı grupları var, örneğin uğur dündar sevenler, rtük müdahalesini istemeyenler... bu grupları kuran insanlar ortak bir amaç için feyzbuk çatısı altında tartışmaya ve fikir alışverişine girebiliyor, hatta yeri gelirse aynı şehirlerdekiler buluşabiliyor bile.
buraya kadar her şey tamam da o garip garip gruplara ne demeli? "ilkokuldayken çöp kutusununun etrafında kalem açanlar grubu" bu grubu gördüm ben. hatta bir göz attım içine... üye olmuş yaratıcı insanlarımız. ortak bir amaç için toplanmışlar, fikir alışverişindeler. hepsi de "ne günlerdi bea" diyor. iyi bir fikir alışverişi...
az önce de "esra ceyhan'a sapına kadar gıcık olup dövmek isteyenler" grubunu gördüm. evet, esra ceyhan'ı birçoğumuz sevmeyiz de bu grup niye? hani ortak bir amaç altında birleşip sokağa yürüyüşe çıksan, normal bir grup olsan bunu ben normal karşılarım da, sen grupça sokağa yürüyüşe çıksan ne yapacaksın? toplanıp esra ceyhan'ı gerçekten dövecek misin? hani eylemleri gördük, sağcı solcuyu dövdü, solcu sağcıyı dövdü, türbancı türbansızın saçını başını yoldu, türbansız türbanlının ensesini patlattı... bunlar hoş değildi de yine de bir açıklama getirebiliyorduk bunlara. "abi o kalabalık nereye gidiyor hışımla" sorusuna daha ben "esra ceyhan'ı döveceklermiş" gibi bir cevap vereni görmedim, görsem de duysam da inanmam.
kurcaladıkça kurcalıyorum bu feysbuku, "fener turu geçerse ne yaparsın" grubunu da gördüm. o gruba üye olanlar soyunup boğaz köprüsünde yürüsün, alt gruba geçiyorum "şener şen oskar almalı abi" grubunu görüyorum. tamam şener şen'i hepimiz severiz de bu kadar lakayıt bir grubun isteğini kim ciddiye alsın. bu kafayla sen dilekçe yazsan aynen şu şekilde olur dilekçen: "pek sayın oskar ödülleri müdürlüğüne; abicim şener şen ödül alsın, öpüldün". ben de sizi ciddiye almıyorum!
ben böyle bu grupçulara bağıra bağıra ahkam keserken kalabalık bir insan grubu görüyorum, üzerime doğru koşuyorlar. hepsinin ellerinde bir kalemtıraş ve bir kalem. gülümsememe fırsat kalmıyor, beni dövüyorlar bir güzel. "durun ne yapıyorsunuz, siz esra ceyhan'ı dövecektiniz" diyorum, sesim onların gürültüsünden duyulmuyor ve o esnada esra ceyhan'ın onu dövmek isteyenlerle ittifak yaptığını görüyorum... bir de onlar geliyor. bundan sonrasını hiç hatırlamıyorum.
o mezun oluyor gidiyor, hem de derece yapıyor gidiyor. ben oluyorum dereceli silindir.
hatta dereceli taharet maşrapası... herkes kıçını dönmüş bana. boyuna kıç görmekten olmuşum bir taharet maşrapası.
uygunsuz bir yaşam sürmeye başlıyorum. uygunsuz yaşam uygunsuz koşulları beraberinde getiriyor. ev hippi evi oluyor. odada masanın üstünde pislikler, çöpler, yerlerde çoraplar... o an uğur dündar arena ekibini toplayıp gelse ya bizim eve. uygunsuz şartlarda yaşayan öğrenciler... görüyorsunuz sayın seyirciler. kapatsa bizim evi sonra."
"ev sahibim misin ulan?" desem uğur dündar'a. sonra sahiden ev sahibim olduğunu öğrensem uğur dündar'ın... iyice sarpa sarsa işler. canlı yayında küfürün bedelini kanal kapatmasıyla ödese onlar.. üzerine arena ekibi beni ibret olsun diye canlı yayında bir daha dövse. kanal tekrar kapansa...
kanal açılır kapanır sürekli dayak yedikçe... kısır döngülü bir kan davası şeklini alır işler.
bir süre sonra döngü biter, herkes gider. yine dereceli taharet maşrapası olurum. beni dövenler bile gider.
sıkıntılar bitmese giderim yine kanala, kendimi dövdürmeye... maksat maşrapalıktan kurtulmak. alem biraz maşrapa olsa...
eminim ki alem maşrapa olsa onlara sadece su dolardı.
maşrapanın da melankoliğini de ilk defa görüyoruz ama ha. hadi ordan şabalak! ahanda yine maşrapa olduk.
maşrapa benim gözümde terkedilişin simgesi olmuş be...
hepimizin içinde vahşi doğaya bir özlem, bir ilgi var. her ne kadar belgesel müptelası olmasak da antilop yiyen bir aslan gördüğümüz zaman ekranlara kitleniyoruz. aslanlar güreşiyor, biz "vay anasını" diyoruz. "ula ula ula..." diyenleri de unutmamak lazım tabii.
bir de aslanı, kaplanı görüp "of of of, hayvandaki şu asalete bak" diyenleri görüyorum. yani aslan antilobu kovalıyor, fili kıçından ısırıyor, geyiği tokatlıyor asil oluyor. geyik su içiyor asil olamıyor, antilop yavrusunu besliyor, fil yavrusunu temizliyor; asil olamıyor. en asil şekilde ölüyorlar ulan! ne taraflısınız!
o aslanların, kaplanların kameraların önünde savanlara, ormanlara çatır çatır kaka yaptığını bir kere göreyim. ah bir kere göreyim, ne olursunuz? asalet mi kalır o zaman o aslanda?
ormanlar kralı aslan kameralar önünde çatır çatır kaka yaptı. hah, aferin; kral çıplak!
ormanlar kralı aslan ormanlar maymunu aslan oldu. ne farkın kaldı maymundan aslan efendi? kaplanlar, çitalar, leoparlar... sizi unuttum sanmayın. sözüm hepinize. asil geçinen sosyete uyuzları sizi.
avlananların yaşamını en ince ayrıntısını gösteriyorsunuz da av olanların yaşantısını neden göstermiyorsunuz. aslanın diş kıvrımlar hakkında her şeyi görüyoruz. hah! yönetmen efendi bir de "asil dişler" ibaresini de yapıştırdı. antilop hakkında ne öğrendik bu belgeselden? av oldu, beli kırıldı, düştü...
ansiklopediyi açıyorum yine aynı: hep yırtıcılara av olurlar.
hiç demiyorsunuz ki bengal kaplanı günde yirmi üç kilo et yiyor. "vay anasını" diyorsunuz yine. hiç merak etmiyorsunuz bu hayvan on beş kilo dışkılama ile etrafa nasıl zarar veriyor diye.
o afrika savanlarının yüz ölçümünün yarısı kedigillerin boku ile kaplı ulan!
ah kameraman efendi, bir bassan da o pisliğe, düşsen ya sonra!
atasözlerimiz ve deyimlerimiz kendi çapında bir mekan kısıtlamasına sahip. varsa yoksa deniz. bütün atasözleri denizde. denizden babam çıksa yerim'den tut, denize düşen yılana sarılır'a kadar. ne denizmiş be arkadaş! denizler babalarla, yılanlarla dolmuş. hani azıcık çeşit yaratır insan ama değil mi?
samanlığa düşen babama sarılsa mesela... maksat, olay denizde geçmesin. samanlıktan babam çıksa da yerim. nedir yani. samanlıktan olmasa da ahırdan inek çıkıyor ve yemeyi biliyorsunuz. babanız gelsin. onu da yerim.
yerim.
denize düşen bana da sarılır o zaman.
yeni saçma atasözleri aramak da denizde iğne aramaktan beter diyerek "deniz"li bir atasözü yaratayım istedim de olmadı.
atasözlerimiz sve deyimlerimiz alt mekan kısıtlamasına sahip de değil. hayvan kısıtlamasına da sahip. mekanlar için nasıl deniz tercih edilmişse, hayvanlar için de "kedi" tercih edilmiş. "kedi götünü görmüş yaram var demiş" ten tutun, "kediye bokun kimya demişler üstünü örtmüş" e kadar...
yani başka hayvan mı kalmamış? ben olsam ben de kendiminkini görsem "yaram var" derdim. deve de derdi, köpek de derdi. eğer ki kemiğin köpeğe özgü olması gibi "göt-popo" tabirinin de kediye olduğunu düşünseydik kabul edebilirdim bunu. şimdi kabul edemem... yoo dostum yoo! bana kediye göt dedirtemezsiniz...
biraz kasarım ve: "kediye boynun neden eğri demişler, yaram var, demiş" derim. develer bana popolarını gösterirler. "nah" anlamında...
aynısını atlara uyarlamayı denedim... benimki mecaz falan olmadı, gerçekten bir yaram oldu. o ne çifteydi be arkadaş?
recep tayyip erdoğan olsaydım da karikatüristlere dava açıp kazandığım tazminatları biriktirseydim köşe olduydum. dava tutanakları buradan köye yol olduydu. sonra başıma mart karları yağardı da köy yolları kapanırdı.
amca dede çeyreğidir.
su içene yalan da dokunmaz.
bülbül'ün nasıl bir hayvan olduğunu bilmiyor olsaydım, "bülbül" telaffuzu açısından bülbül'ü de sarkık dudaklı bir hayvan sanardım. sonra gel gör, bülbül dediğin parmağım kadar bir ötücü kuş.
papağanı da altın kafes'e koymuşlar, ah vatanım diye diye kafa şişirmiş, o lafı unutsun diye küfür öğretmişler. şimdi papağanı yine altın kafes'e koymuşlar. artık eşşoğleşek diyor.
sayko killer, kes sesi!
burak kut'un zamanında "çılgınım aşkına hazırım, yayımdan ok gibi fırlarım" isimli büyük çıkış yaptığı şarkısının sözlerini "yayında ok gibi fırlarım" şeklinde anlıyorsanız hayat gerçekten çok güzel.
öyle cedric gibi sekiz yaşında aşık olup hayatı sevmeye gerek yok.
geçmişe bakıp ah çekebilecek kadar üzülenlere ah'lı geçmiş zaman...
ana haber bülteninde şöyle bir haber de dinlemek isterdim: "kimliği henüz belirlenemeyen iş adamı bağışta bulundu ve kaçtı."
hiç kimsenin, yağmur'un bile, böyle küçük elleri yoktu. evet, malesef herkesin elleri ve ayakları çok büyüktü. kimisinin elleri fırıncı küreği gibi, kimisinin de ayakları taraklı taraklıydı. ayakkabılar bebek mezarı gibiydi.
ve o ellerden birinin, ensende izi var. beş kardeş.
ben adamı henüz anasının karnından doğmadığına pişman ederim. doğ artık!
uğur dündar'ın henüz zabıtalarla baskın yapmamış olduğu, kötü şartlarda ekmek üreten ekmek fırınları dünyanın okkalı küreklerine sahip fırınlardır.
bir fırt çeksem karşıki dağlar öksürür.
cuma namazında cumhurbaşkanı abdullah gül ve cami kapısında elinde poşetle bekleyen korumalar. poşet derken, yanlış anlaşılmasın. içinde gül'ün ayakkabılarının olduğu poşet. garip bir görüntü. yani namazdır, camilerdir bunlar değil zaten takıntım. o poşet cumhurbaşkanlığının havasını bir anda yok ediyor.
medya allah diye bağıran aslan, hünkar diye ağlayan bebekten sonra ahmet diye öten bülbülü de piyasaya sürse iyi olur kanaatindeyim. o da olmadı onun da gündemini başbakanımız belirlesin. türbandan sonra şimdi de ahmet diye öten bülbülleri irdeleriz.
onca bülbül irdelenir. yeni bir tartışma konusu oluşur: türkiye kanarya adaları olur mu?
peki norveç türkiye olur mu 100000 göçmen alımından sonra? bakarsınız o ara türkiye malezya olduğundan, almanya yenilince bizim de yenik sayılmamız gibi norveç de otomatikman malezya olmuş olur.
-nerelisiniz?
-malezya.
-yani?
-aslen norveç. türkiye de olur.
-türkiye ne oldu en son?
-brezilya bir ara türkiye olmuştu ama...
-olduramadım.
türkiye türkiye olalı böyle malezya olmadı arkadaş.