jean luc godard ın groupe dziga vertov sonrası 1980 de çektiği hayli içsel ve yorumlaması güç film. tam olarak: sauve qui peut (la vie). filmde ilk defa kendisini de öykü akışına dahil eden godard, herkesin başının çaresine bakmak zorunda kaldığı öyküde; klasik şekilde birkaç farklı hikayeyi birbiriyle ilişkilendirip buluşturuyor. bunu yaparken ise ağırlaştırılmış ve üst üste bindirilmiş çekimler ile gördüğümüzün dışında görülmeye değer bir şeyler var mı diye yokluyor.
---olası spoiler ibaresi---
filmde kendini gerçekteki gibi bir yönetmen olarak ve kendi ismiyle sunan godard(ön adı hariç), filmi 5 bölüme bölerek inceliyor. yaşam, hayal, korku, ticaret ve müzik olarak numerik adlandırılan bu bölümlerde, filmin kurgusal akışı kesilmezken odak noktaları değişiyor.
filmin başlarında kaldığı otelde, yönetmenin dış dünya ile temasını gösteren godard, bukowski nin kötü kent isimli öyküsünü kullanıyor. onu becermesini isteyen otel görevlisi ile yaşadıkları, duyarlılığın toplumsal yoksunluğa uğratılması anlamında önemli. hikayenin orijinalinde, adamın resepsiyonisti öldürdüğünü ve öykünün sonunda annesine kötü bir kent burası diye başlayan bir mektup yazdığını da söyleyelim.
önceki filmlerinde de modernitenin insan ilişkileri ve iletişimini imkansızlaştırarak parçalayışına hep ilgi duyan godard, filmde aniden kesilen müzikler, cross-fade çekimler ile iki karakterin duygulanımını üst üste bindirme ve ağırlaştırılmış çekimler ile hem çevresindeki olayları anlamaya-anlamlandırmaya çalışırken, hem de bu iletişimsizlik hissini filmin teknik yapısına uygulayarak bütünselleştiriyor. yine bu ağırlaştırılmış çekimler ile karakterlerin hareket ve mimiklerine yönelterek duyguyu ön plana çıkartan godard, kendi söylemi ile bunu yapma sebebini acaba gördüğümüzün dışında görülmeye değer bir şey var mı? diye sorgulama olarak açıklıyor.
filmde kendi soyadını kullanmasına rağmen ismini paul olarak değiştiren godard, filmde geçen tartışma, kavga sahneleri, özellikle karşı cinsle olan fiziksel şiddet ve fuhuş sahneleri ile birlikte filmin özeleştirel yanını bir ölçüde yumuşatıyor. burada karaktere tam bir gerçeklik kazandırmayarak filmin kurgusal boyuttan çıkmasını önlerken, arkadaşı ile kızına karşı duyulabilecek bir ters ilişki isteği gibi ensest bir sorgulama yapabilecek denli ileri gidebiliyor. buradan da annenin çocuğa babadan daha rahat temas etmesinin haksızlık olduğu şeklinde odipale yakın bir görüş sergiliyor
filmde kendini normal yaşantısında sıradan, kadınlarla sorunlu ve sürekli anlamlandırma uğraşı içerisinde gösteren godard, anlayamadığım şekilde yazar marguerite duras ya da değindiği sahnede film çekme sebebini hiçbir şey yapmadan oturmaya dayanamadığım için film çekiyorum diye özetliyor.
filmin ticaret bölümünde yine kapital düzenin toplumsal çarpılmayı yönetimini inceleyen godard, fuhuşun cezalandırıldığı sahnede, isabelle i kucağına yatırıp tokatlatarak, kendini bir tüketim nesnesi olarak sunmasını çocukça cezalandırıyor. bu ceza esnasında kıza zorla tekrarlattığı kimse bağımsız değildir. yalnızca bankalar bağımsızdır. ama bankalar katildir. sözleri ile kapital ve kentsel dönüşümün kısıtladığı özgürlük yoksunluğunu, toplum içinde uyuşmuş zihniyle anlayamayacağı için dikte ettirerek aklına kazıyor. aynı bağlamda marlboro f1 aracının olduğu sahnede, dövülen kızın, içeriği söylenmeden seçime zorlanması sistemsel zorbalığın vücut bulmuş hali. korku bölümünde kendi kızıyla ilgili sapkınlık sorgulayıp anlam arayan godard, telefonda pazarlık yapıp sürekli miktarlar söylediği sırada isabelle in vajinasına bakan; sonrasında da onu kızı yerine koyarak üçlü aile fantezisi sapkınlığına sokan iş adamını ise ticaret bölümüne koyarak, endüstriyel topluma bakış açısını ortaya koyuyor. ki sonlara doğru olan patronun kendine ruj sürdürttüğü dörtlü ilişkinin benzer bir değer taşıdığını belirtmeye gerek yok
sürekli birbirleriyle ilişki halinde olan karakterlerin film boyunca yalnız olduğunu görüyoruz. bu yalnızlık temasını filmin ismiyle ilişkilendirerek egosal bir sonuca götürebiliriz. ki en sondaki kazada, aracın çarpıp yere serdiği godard a ailesinin kayıtsızlığı bu yalnızlığı
imlerken; çarpan araçtaki kadının isabelle in fuhuş yapmaya başlayan kardeşinin olması yine öyküleri kesiştirme üslubu oluyor. daha önceki bölümde manifestosal olarak cezalandırdığı bireysel tüketim simgesi fuhuşun godard ı yaralamasının simgesel anlatımının yanı sıra; aynı sahnede kayıtsız kalan cecille in de onlardan biri olmaya başlaması, toplumsal yalnızlık ve duyarsızlığın birbirini zehirleyen yapısı ile sirayetini de gösteriyor.
film boyunca nadiren yaptığı şekilde modern, kimi zaman caza yakın müzikler kullanan godard, film boyunca yapay müzik kullanırken, arada karakterlerin sorduğu bu müzik de nereden geliyor?, sen de duyuyor musun? gibi sorulara ve bunlara verilen radyodan falan geliyordur herhalde biçimli yanıtlara karşın, son sahnede yapay zannedilen müziğin kameranın kayışı ile canlı icra edildiğini göstererek algımızla oynuyor. burada her zamanki sinematik oyununa girişen godard, sondaki orkestrayı göstererek hem film boyunca düşülen bu müzikal yanılgının, görünenin ardındaki anlamında olan görülmeye değer bir şey var mı? sorusu ile örtüşmesini sağlıyor, hem de filmin içine canlı bir orkestra sokarak ve dahi karakterleri buna kayıtsız kılarak filmin kurgusaldan realiteye geçişini sağlıyor.
---olası spoiler ibaresi bitti---
özetle ilginç kamera oyunları ile görülen dünyayı anlamlandırmadaki eksiklikleri gösteren, godard klasiği modernite-kapitalizm-toplumsal parçalanma konularına değinen, renk ve çekimler güzel olmasına rağmen bazen yavaş akan, üst öyküsünde aslında dennis ve isabelle in zıt yollarının anlatıldığı, ilginç sapkınlık sahneleri içeren, hafif özeleştiri tandanslı olgunluk dönemi godard filmi.