satranç öğretmeni

entry2 galeri3
    1.
  1. doğma-büyüme feriköylüyüm ben. kağıthane tarafından bakan insanlar için 'kötü' yaftasını yemesi an meselesi olsa da benim için çok farklı anlamlar ifade eder bu semt. hemen yanıbaşındaki, yankesicilerin, tozcuların, hapçıların kol gezdiği beyoğlu'nun arka mahallelerine inat, insanların birbirlerini iyi tanıdığı, karşılıklı yardımlaşmanın ve komşuluk ilişkilerinin yitip-gitmediği, gelenekçi bir yerleşim bölgesidir feriköy.

    alt çarşıdaki tamirci dükkanıma bakmayın siz! asıl mesleğim, televizyon tamirciliği olsa da şimdilerde adresim belli olsun diye açık tutuyorum o dükkanı. geçimimi satranç öğretmenliğinden sağlıyorum ben.

    öğünmek gibi olmasın, satrancı iyi oynarım. her ne kadar haddimi aşıp milli ustaları bile alt-edeceğimi düşünsem ve her defasında satranç tahtasını koltuğumun altına alıp kös kös evimin yolunu tutmuş olsam da bu işi iyi kıvırdığımı herkes bilir.

    70'lerde, ilkokul öğretmenim tahsin elibol'un, nur içinde yatsın! ısrarlarına rağmen babam, zavallı babacığım! biliyorum ki yüreği burkularak beni okuldan alıp alt çarşıda şefik amca'nın yanına çırak vermişti. belediye sular idaresinde tahsildardı babam. dört kardeştik. en büyüğümüz olan ağabeyim, sanayide çıraklık yapar kazandığı haftalık, evin günlük ekmek ihtiyacını ancak karşılardı. altı ve dört yaşlarında iki de kızkardeşim vardı. annem, babaannem, dedem ve bir kötürüm amcam ile birlikte dokuz nüfusun, memur bir babayla bir ağabeyin eline bakması ne demektir! bunu yaşayan bilir.

    yaşamımıza nerede ve hangi şartlarda başlayacağımızı seçme hakkımız yok! üstelik, yaşarken başımıza nelerin geleceğini de bilemiyoruz. umut ve beklentilerimiz doğrultusunda da gerçekleşmiyor her şey. zaman zaman karşımıza çıkıveren beklenmedik sürprizler, normal yaşam seyrimizi bir anda ters-yüz edip bizleri şaşkına çevirseler hatta bir an korkutsalar da zamanla yaşamımızı sürdürmek için gerekli parayı elde edeceğimiz kazanımlara da dönüşebiliyorlar. tıpkı benim yaşamımda olduğu gibi.

    şefik amca'nın kıvır kıvır sarı saçları ve boncuk mavisi gözleri vardı. koca elli, koca göbekli, kısa boylu, tombiş ayaklarından hiç çıkarmadığı şıpıdık terlikleri ve birbirine kavuşmayacak kadar şişman bacakları ile paytak paytak yürüyen, al yanaklı-güler yüzlü, altın kalpli bir insandı. öylesine belirgin hatlara sahipti ki, bir görüldüğünde bir daha asla unutulmayacak silüeti onu görenlerin hafızasına adeta kazınırdı. Kedisi sarman ile mezarlık yokuşunun başındaki küçük sarı evin ikinci katında yaşarlardı. işi olmadığı vakitler çarşı içinde dükkan dükkan dolaşıp o hiç değiştiremediği 'buldan aksanı'yla;

    -selamınaleyküm beylee! hayıılı işleeniz olsun! bualaada tavlayı iyi bildiğini iddaa eden bii yiit vaamış delee. tanıyanınız bileniniz vaa mıdı?

    diyerek kendine rakip arar, çoğunlukla da birilerini bulurdu. hele manifaturacı tahsin amca'yla oynadıkları tavlanın seyrine hiç doyum olmazdı. tavlayı eski usul; bir gülbahar, bir hapis ve bir de normal dönüşümlü oynarlar lakin, oynadıkları oyunlardaki ustalıklarından ziyade, bir denizlili ile bir muğlalı'nın o şirin aksanları ile yaptıkları ağız dalaşından sebep izleyici toplarlardı.

    - pencü-se, seveele güzeli genc-üse!
    - bir ayağın çukurda şefik! kalbin tekleyip-duruu emme gözün hala gençlerde. horoz ölmüş gözü çöplükte kalmış misali.
    - adaaam sende! atın ölümü aapadan olsun be tahsin, ne yazıldıysa o işte! kim kazık kakmış ki bu fani dünyaya. sultan sülüman bile malı-mülkü koyup gidi-veememiş mi?

    70'li yıllar lambalı televizyonlar dönemiydi. bırakınız! şimdiki gibi elektronik televizyonları, transistörlü televizyonlar bile henüz icat edilmemişti. o dönemler, yegane televizyon kanalı olan trt'nin kısıtlı yayın süresi içerisinde; kağıttan oyuncaklar yapmayı, evlerde her zaman gerekli ufak-tefek tamirat işlerini ve satranç oyununu öğreten programlar yayınlanırdı. okuldan ayrılmış olmanın verdiği boşluğu ve öğrenme açlığımı gidermek için kendimi, dükkanda hep çalışır vaziyette duran ceviz kasalı emektar tüplü televizyona vermiştim. benim için o televizyon, öğretmenim tahsin elibol'un yerini almıştı sanki.

    lambalı televizyonlardaki açma düğmesine bastığınızda, arka kapak açılmadan görülmeyen ve belli bir sırayla ardı-ardına ısınan lambalar tümüyle ışımadan ekranda görüntü belirmezdi. üzerine dizildikleri büyük baskı-devre plakasında, uzunlu-kısalı, inceli-kalınlı sıralanan bu lambaların her biri değişik bir renkte yanar ve üstlendikleri görevler gibi farklı görünümleriyle adeta satranç taşlarına benzerlerdi.

    şefik usta'nın televizyonları tamir edişini pür dikkat izlerken, içlerinde rengarenk yanan o küçüklü-büyüklü lambaların garip büyüsü ile çocukça düşler kurar, her bir lambaya hikaye kahramanlarından kişilikler giydirirdim. Örneğin pl-805; eni ile boyu arasındaki oranla ayakları yere basan güçlü-kuvvetli bir asker, hpl-1402; parlak ışığı, daha kısa ve daha şişman fakat kendinden emin görüntüsü ile zeki bir vezir, hhpl-1102; gerek heybeti gerekse bulunduğu ortama rengini veren ve başında parlayan yakut rengi flamanı ile adeta egemenlik alanını aydınlatan bir şah gibiydi.

    televizyondaki satranç öğretmenim, 'çoban matı' nedir? 'küçük ve büyük rok' nasıl yapılır? başlıca 'at açılımı' teknikleri nelerdir? türünden basit sorulara aynı basit anlatımla yanıtlar vererek ilgimi çekmeyi başarmıştı. 'bobby fisher' ile 'boris spansky' nin dünya satranç şampiyonasındaki hamlelerini anlatmaya başladığında ise artık ekranın içine düşecek gibi izler olmuştum. bir ambalaj kartonuna cetvelle çizdiğim satranç kareleri üzerinde, eskimiş televizyon lambalarını taşlar gibi dizerek tekrarlar yapıyor ve biri amerikalı diğeri rus olan bu iki dünya devinin karşılıklı hamlelerini, zihnime oldukları gibi kazıyordum.

    bir yıllık amansız bir takiple bir bölümünü bile kaçırmadığım bu program, bana işin temelini öğretmişti. ancak, televizyondan öğrenebileceklerimin de sonuna gelmiştim. henüz on yaşında olmama rağmen vasat satranç bilgisine sahiptim artık. "ah! keşke bir satranç takımım ve kendimi geliştirebileceğim bir kitabım olsa" diye dövünüp-dururken; o yaz, çarşı esnafının aralarında denkleştirdikleri paralarla kotardıkları davullu-zurnalı sünnet düğünümde bu dileğim de gerçekleşti.

    o gün, alt çarşının tek konusu bendim;

    - hadi şefik, hadi! çırağı kalfa etmeden sünnet ettirmeyi başardın gari. neredeyse umumhaneye gidecekti de cavır diye vermeyecekti zilliler.
    - acemi tavlacı! bu işi de tavla kadaa bildiğin belli. altlağına yattıklağı cavığa değil elindeki pağaya bakaa o zillilee.

    televizyon lambalarının yerini artık gerçek satranç taşları almıştı ki o gün yaşadığım mutluluğu şu an bile anlatmam mümkün değil. hediye edilen satranç kitabını kısa sürede adeta hatim ettim. çocukluk işte! o sevinç haliyle sen tut! eski televizyon lambalarını kaldır-çöpe at! sonraları ne kadar üzüldüm, onları ne kadar aradım bir bilseniz! her ne kadar "kör ölünce badem gözlü olurmuş" deselerde, hiçbir piyon pl-805 kadar usta ve yiğit bir silahşör olmayı başaramadı gözümde. hiçbir şah, bir hhpl-1102 kadar heybetli ve kudretli, hiçbir vezir bir hpl-1402 kadar zeki ve vefakar olamadı benim için.

    düşünmüşümdür hep; o an için değersiz gibi görünen bazı şeylerin değeri neden zamanla artar da artar? içinden çıkamamışımdır bir türlü lakin, bundan da çıkarılması gereken bir hisse olsa gerektir, beşer adına.

    ustamın kalpten öldüğü günü dün gibi hatırlarım. henüz ondokuz yaşında, bıyıkları yeni terleyen bir delikanlıydım. ilkin, kullandığı lehim makinesinin düşme sesi gelmişti kulaklarıma. bu sese alışkındım ben zira, sürekli düşürür, ardından sanki suç lehim makinesindeymiş gibi okkalı bir küfür savurur ve işine devam ederdi. ancak, bu kez küfür etmemişti. "bugün havasında değil" diye düşündüm önce, ikimizin arasında eski televizyon ve cihazlar yığılı olduğundan çalışırken birbirimizi göremiyorduk. ne zaman ki büyük bir gürültü koptu; kötü bir şey olduğunu anlayıp fırladım yerimden. oturduğu sandalye ile birlikte yere düşmüştü. Kesik kesik ve çok hafif nefes alıyordu. gözlerime bakıp usulca can dostunun ismini fısıldayabildi; "saaman, saaman'a...". o an "ustam!" diye nasıl bağırdıysam, alt çarşı esnafının dükkana toplanması bir oldu. en dehşet verici olayları dahi büyük bir soğukkanlılıkla karşılayan manifaturacı kamil amca'nın; kendini paralarcasına telaşı, ustamın gömleğini yırtıp bağrını açışı, kolonya ile ellerini ve sinesini ovuşu, çaresizlik içerisinde yalvarırcasına bakan gözleri, bir ümidi, çok ümitsizliği ve her şey bittikten sonra üzerine kapanıp bir çocuk gibi hıçkıra-hıçkıra ağlayışı, bugün bile gözlerimin önündedir.

    cankurtaran geldiğinde iş-işten çoktan geçmişti. ölümünden sonra birkaç kişi gelip varisi olduklarını iddia etseler de 'yalancı mirasçılar' oldukları kısa sürede anlaşıldı. buldanlı olduğunu bilirdim ama onu tanıdığım sürece memleketinden geleni-gideni hiç olmamıştı. kimi-kimsesi yoktu zahir! varsa bile ben bilmezdim. bir televizyon tamirhanesi kadar sohbete uygun başka bir mekan az bulunsa da geçmişi ile ilgili hiç konuşmazdı, nurlar içinde yatasıca.

    dükkan kira, içindekiler; kırık-dökük birkaç televizyon ve eskilerden çıkma parçalardan ibaretti. ancak, satranç konusunda namımı duyurup zengin muhitlerdeki çocuklara ders vermeye başlayıncaya kadar en önemli geçim kaynağımız o dükkan ve bana tüm inceliklerini öğrettiği televizyon tamirciliği olmuştu. elektronik televizyonlar çıktı-çıkalı tamir işleri bitmeye yüz tutsa da amca yadigarı bu eski dükkanın fakir kasasındaki üç-beş kuruşa muhtaç kaldığım da oldu.

    rahmetlinin cenazesinde küçüklü-büyüklü, kadınlı-erkekli tüm mahalleli seferber olmuştu. ölü haliyle bile mahalleliyi imeceye zorlaması, helvasının; onun yağı, bunun irmiği, şunun şekeri karılarak yapılması izlenesi bir manzaraydı doğrusu. bayram namazları hariç, çarşı camisinde o günkü kadar insanı bir arada hiç görmedim. kimler yoktu ki! ezanı türkçe'den tekrar arapça'ya çevirten menderes'e kızıp bir daha camide namaz kılmamaya yemin eden emekli hukuk müşaviri, esnafın beleş akıl hocası kemal amca mı dersin! dinden-imandan bi-haber; işçi partisinin mahalle sandıklarından çıkan yegane oyunun sahibi, her sabah radyosunu sonuna kadar açıp mahalleliye 'moskova'nın sesi'ni dinleten, her 25 ekim günü evinin cumbasından sovyet ve türk bayraklarını beraber sallandırıp 30 ekim akşamı toplayan 'uçuk cezmi' mi! kimi arasan orada. baktım ki; saf tutup ellerini mevla'ya açmış kendince bir şeyler mırıldanıyor. hey! allahım ya! güler misin ağlar mısın? ağladım elbet! ağlanmaz mı hiç! ölen şefik amca olmasaydı, cami kapısına kütüğü koyup üzerinde boynunu vursanız, uçuk cezmi'yi cami avlusunda saf tutturamazdınız, yeminle!

    bir insan, bir başka insan için sımsıkı bağlı olduğu ilkelerinden neden fedakarlık eder? cevabı; sevgi ve vefadır zahir! zaten, başka hangi duygu, uçuk cezmi'yi ya da kemal amca'yı görünmez bir el gibi tıpışlaya tıpışlaya o avluya sokabilecek güçtedir?

    "yapmasan bile öğren! mesleğin boynunda altın bir gerdanlık olsun." diyerek bildiği her şeyi öğretip bir meslek sahibi olmamı sağlayan, cebinde ödeyecek parası bulunmadığı günlerde, çok ihtiyacımız olduğunu bilerek çarşı esnafından borç alıp aksatmadan haftalığımı ödeyen, dışarıdan ilk-orta ve lise sınavlarına çalışmama ve diploma almama imkan sağlayan, imkan sağlamak ne kelime! kulağımdan tutup kitap başına oturtan ve bana "oku evlat! oku... itin-uğursuzun, kurnazın-sofunun eline kalıp ziyan-zebil olmasın bu güzel memleket. kanmayan-kandırmayan, okur-yazar insanlar elinde mamur ve müreffeh olsun" diyen şefik ustam, yarı babam, hemen önümdeki tabutunda cansız yatarken hoca efendi sordu;

    -merhumu nasıl bilirdiniz?
    -iyi bilirdik!

    inanılmazdı! cemaat, yürekten gelip hançerede güçlenen bir sesle hep bir ağızdan ard-arda üç kez bağırmıştı.

    -hakkınızı helal eder misiniz?
    -helal olsun!

    orası, sanki çarşı camisinin avlusu değil, hınca-hınç dolu bir stadyumun tam orta yeri idi. saf tutmuş mahallelinin sesleri evlerin duvarlarından aksedip kulaklarımıza geri dönerken anladım ki, bir insanın yürekten sevilip-sevilmediğinin sınanacağı yerler cenaze namazlarının kılındığı o avlulardı.
    5 ...
  2. 2.
  3. anaokulu, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında öğrencilere satranç ile ilgili bilgiler veren ve satranç öğreten kişiye verilen mesleki unvandır.
    Satranç Öğretmeni olmak isteyenler üniversite ya da Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) onaylı Satranç Eğitmenliği Sertifikası olmak zorundadır...
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük