Suphi, iş hanından çıkıp Taksim Meydanı'na adımını attı. Hava çok sıcaktı, bir bankada yaptığı iş görüşmesi için zoraki giydiği kravatı çıkarıp ceketinin iç cebine koydu, gömleğinin üstten iki düğmesini açtı, şimdi biraz daha iyi nefes alabiliyordu. Gezi Parkı'na doğru yöneldi. Aklında iş görüşmesinin ayrıntıları vardı, işe kabul edilmemiş olmasını umut ediyordu. Bankalardan nefret ederdi, gülümsemek zorunda olan banka çalışanlarından, yükselmek gibi ne idüğü belirsiz bir istekle ve büyükçe bir hırsla birbirinin omzuna basmaktan çekinmeyen insanlardan nefret ederdi, aslında elinden gelse Aylak Adam romanındaki C. gibi biri olmak isterdi ama gerçek hayatın böyle bir şey olmadığını ne yazık ki öğrenmek zorunda kalmıştı. insan bir yerden sonra ister istemez bu devrin adamı olup çıkıveriyordu. Hayatta kalma zorunluluğu onu da alt etmişti, diğer bütün insanlar gibi.
Gezi Parkı'nda konuşlanmış çevik kuvvet otobüsünü görünce parka gidip, çimlerde oturup bir sigara içme isteğinden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu devre ait diğer her şey gibi devletin kolluk kuvvetlerini de görmeye dayanamıyordu. Metro istasyonuna inen asansörün önünde, biraz dinlenmek için durdu. Taksim'i yaran devasa çukura baktı. -Bu çukur bir gün hepimizi yutacak! Sıkıntıyla ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı, bir sigara yakıp, çukurun üstüne emanet yapılmış köprüden tedirginlikle geçen insanları seyretti. Önünden çuvaldan yapılma karton arabasıyla bir kartoncu çocuk geçti. Çocuğa bakıp tekrar iç geçirdi. - insanın insana bakıp şükretmesi ne kötü şey!
Nereye gideceğini ne yapacağını şaşırmış gibiydi, eve gitmek istemiyordu, bu sıcak Mayıs gününün keyfini çıkarmak istiyordu ama yine de ne yöne gideceğini kestiremiyordu. Bu havalarda hep böyle hissederdi zaten, hep dışarıda olması gerektiğini düşünürdü, sağına soluna bakmadan, sadece güneşin, bir parça yeşilin ve bir parça denizin olduğu herhangi bir yerde bulunmak isterdi ama nereye gideceğini bir türlü kestiremezdi. Tercih yapmakta zorlanıyordu, bir yanda Kadıköy, Moda, bir yanda Eminönü, Haliç, diğer yanda Sarıyer sahili ve daha nice güzellik vardı bu şehirde, tek seferde herhangi birini seçmek zor geliyordu. Böyle düşüncelere daldığı zamanlarda boş gözlerle alık alık etrafı seyrederdi. Annesi, bu özelliğinden dolayı Suphi'yi hep aklı beş karış havada olmakla itham ederdi. Suphi ise bu ithamdan hiç alınmaz, aksine memnun olurdu zira aklı havada olmayıp da başında olanları hiçbir zaman sevememişti. ikinci sigarasını yeni yakmıştı ki kararını verdi, Eminönü'ne gidecekti, Galata Köprüsü'nün altında, yosun kokusu eşliğinde soğuk bir bira içmek istiyordu.
Yola koyulmuştu ki Meydandaki çiçekçiler aklını çeldi, çiçeklere bakmak için yolunu değiştirdi. Karanfil, gül, menekşe, orkide ve daha nice çiçek sergileniyordu burada. Yanında belirip sürekli ne istediğini soran satıcı olmasa kendini bir panayırda bile hissedebilirdi. Satıcı aynı soruyu altıncı kez tekrarladığında, öğrencilik zamanlarında alıp bir hafta geçmeden soldurduğu sardunyaları hatırladı. Sardunya... sardunya istiyorum. dedi çiçekçiye. Çiçekçi renk seçimi için sorduğunda ise Fark etmez herhangi birini ver. dedi. Adam, küçük saksısında güzel kokulu sardunyasyı şeffaf poşete koydu, ne kadar su vermesi gerektiğini söyleyip, bereket diledi.
Suphi, uzun bir süreden sonra yeniden mutlu olduğunu hissediyordu. Neşeyle tekrar yola koyuldu. Şimdi aklında ne iş görüşmesi, ne personel alımından sorumlu, ince topulu ayakkabı ve döpiyes giyen, zoraki bir nezaketle konuşan kadın, ne de hayatıyla ilgili yükümlülükleri vardı. Tek düşündüğü bir an önce eve gidip Sardunyayı biraz daha büyük bir saksıya almak ve her an görebileceği bir yere koymaktı. Onun bu halini görse annesi, yine onu aklı beş karış havada olmakla suçlardı. Derken cebinde olduğunu bile unuttuğu cep telefonu titremeye başladı. Telefonu cebinden çıkarıp baktı, arayan anessinin amcasının oğlu ibrahim'di. Telefonu açtı ve açar açmaz pişman oldu. ibrahim, vakti varsa Çemberlitaş'ta buluşmak istediğini söylemişti. Biraz kem küm etse de kabul etti.
Suphi, Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ne ulaştığında ibrahim'i orada göremedi. Sigara içilebilen masalardan birine oturdu, sardunyayı poşetinden çıkarıp masaya koydu.
Medrese'nin çay bahçesi olarak kullanılan bahçesi tıklım tıklım doluydu, bu büyük kalabalığın oluşturduğu uğultu, çay kaşığı gürültüleri ve nargile fokurtuları Suphi'nin hiç dikkatini çekmedi. Tek ilgilendiği şey sardunyaydı. Mor renkli çiçeğe hayranlıkla bakıyordu, yine dalıp gitmişti. Neden sonra cep telefonu tekrar çaldı, arayan yine ibrahim'di. Suphi, telefonu eline alıp, bakışlarını mekanın giriş kapısına yöneltti, ibrahim'i görünce el salladı. ibrahim, telefonu kapatıp, Suphi'nin olduğu masaya doğru geldi, Suphi'nin elini sertçe sıkıp, kendine çekip sarıldı ve gürleyen bir ses tonuyla Nasılsın amcaoğlu ya? Biz aramasak arayıp soracağın yok amına koyayım. deyip sırıttı. Suphi, zoraki bir gülümsemeyle Vallah hayat işte unutuyoruz ibrahim. dedi cılız bir sesle. Suphi, oldu olası ibrahim'den pek hazzetmezdi çünkü Suphi neyse ibrahim tam tersiydi, Suphi'yle akranlardı, üniversiteyi beraber kazanmışlardı, Suphi, hava her güzel olduğunda alıp başını istanbul'un herhangi bir sahiline giderken ibrahim, üniversitenin kariyer kulüplerinden çıkmazdı, Suphi, mezun olduktan sonra zorundalıktan özel bir şirkette basit bir memuriyetle uğraşırken, ibrahim, Uluslar arası bir şirkette çoktan yönetici pozisyonuna kadar çıkmıştı. ibrahim, hırslıydı, bu devrin adamıydı, siyasetle kendi işine yaramadığı sürece uğraşmazdı, gece gündüz borsayla, şirketle, kariyerle ilgili düşünür; tüm hayatını buna göre kurgulardı. ibrahim, tatile çıkmazdı, sadece arada bir güneye veya yurt dışına kaçardı, ibrahim, eski olan hiçbir şeyi kullanmazdı; zengin olmak için zengin görnmek gerektiği görüşündeydi ve hayattaki tek önemli şey hayattan payına düşeni koparmak, zengin olmaktı, bu yüzden markası olmayan, iş adamlarının tercih etmediği hiçbir şey kullanmazdı. ibrahim, kitap okumazdı, şiiri gereksiz bir duygusallık gösterisinden başka bir şey olarak görmezdi, romanların ise nasılsa filmi ve dizisi çekiliyordu, ona göre böyle şeylerle uğraşmak aptalcaydı, bu hayatta neler dönüyordu, ancak aklı beş karış havada insanların bu çeşit zevkleri olurdu. Aslına bakarsanız ne ibrahim, Suphi'yi ne Suphi, ibrahim'i tasvip ederdi, akrabalık bağları, belki de Suphi'nin annesinin hala hayatta olması onları bir arada tutuyordu.
ibrahim, oturur oturmaz bir nargile bir de Türk kahvesi söyledi.Üzerinde şık bir lacivert takım elbise, kolunda da pahalı marka büyük bir kol saati vardı. Suphi, hayatı boyunca büyük kol saati kullananlardan çekinmişti, böyle adamlar -Suphi onlara iş bitiriciler diyordu- gözünü korkutuyordu, böyle bir adama dönüşmektense yaşamamayı tercih ederdi. Suphi, ancak ibrahim'in dürtmesiyle gözünü saatten alabildi.
- Annen aradı. Üzüyormuşsun kadını yine.
- Hadi ya...
- işten ayrılmışsın. Niye haber etmiyorsun oğlum? Kadın mahvolmuş, Suphi orada tek başına ne yapar diye ağlayıp duruyordu.
- Doğrudur işten ayrıldım da niye beni aramamış?
- Boşver oğlum şimdi...
ibrahim'in cep telefonu melodisi konuşmayı böldü, bir izin bile istemeden, bir konuşmanın ortasında olmasına rağmen umursamadan telefonu açtı, bir yandan işle ilgili bir şeyler konuşuyor bir yandan da nargileden büyük nefesler çekip duman tabakasını Suphi'ye doğru üflüyordu. Suphi, ibrahim'in hal ve hareketlerindeki aceleciliği düşündü. - Hem acelesi varmış gibi, her an kalkacakmış gibi oturuyor hem de nargile içebiliyor... Suphi, buna çok şaşırıyordu, hem her yere aceleyle giden, sandalyelere yarım oturan, bir saniye durup etrafına bakmayan hem de nargile ve Türk kahvesi içebilecek kadar keyfine düşkün insanların varlığına çok şaşırıyordu. Düşüncelere daldı, ibrahim'in telefonda ne konuştuğunu duymuyordu bile, çevresine bakındı, burası öğrenciliğinde her zaman uğrak mekanı olmuş yerlerden birisiydi. Arka masalardan birinde on sekiz yaşındaki Suphi'yi gördüğünü zannetti; on sekizlik Suphi, orada, masaların üzerine yığılmış kitapların arasında hararetle bir şeyler tartışan bir öğrenci grubunun içindeydi, şiir üzerine konuşuyorlardı, tüm bunları izlerken otuzluk Suphi, eliyle sardunyanın çiçeklerini okşuyordu. ibrahim'in sesiyle yeniden dünyaya döndü.
- Bu çiçek ne lan? Hayırdır manita durumları falan mı var?
Deyip sırıttı ibrahim. Suphi'yse biraz bozulmuş bir suratla yanıt verdi:
- Hayır, eve aldım. Bir şey anlatıyordun?
- Ha evet, annen aradı. Bak Suphi, çocukluk ediyorsun, para kolay kazanılmıyor koçum, niye bıraktın gül gibi işini?
- Bilmem. Sıkıldım biraz.
- Hiç değişmemişsin oğlum ya! Sıkıldım diye iş mi bırakılır amına koyayım?
- iyi bir iş değildi ibrahim. Hem bugün yeni bir yere başvurdum.
- Nereye?
- Bankaya.
- Oğlum bankada nasıl yükseleceksin, çok zor oralarda yükselmek...
Derken ibrahim'in telefonu yine çaldı. Suphi, gözündeki nefreti saklamak için başka yerlere bakmaya başladı. Birazcık cesareti olsa ibrahim'e şöyle derdi; Bak ibrahim, ben sen değilim, sengillerden değilim. Olamam da... sizin sürekli bir hakaretmiş gibi söylediğiniz şeyim ben, aklı bir karış havada gezen biriyim, bana bir tane sardunya ver sabah akşam sardunyayla konuşayım, bir kadeh rakı ver tüm günü geçireyim, siz insan eti yerken ben küçük dünyamda bir sardunyayla yaşamaya razıyım ibrahim. Sen her devrin adamısın, hangi dönemde yaşasan bir şekilde voliyi vurmanın, yırtmanın bir yolunu ararsın, hayattaki tek gayen bu olduğu için keyif alarak değil sürekli stres ve hırs içinde boğularak yaşarsın. Ben sengillerden değilim ibrahim, ben gönül adamıyım, ben bir dize şiir için yaşarım. Boşver ibrahim beni, anneme de söyle üzülmesin, tanrı beni böyle cezalandırmış diye düşünsün, sen de benim halime bakıp şükret ibo, ben artık otuz yaşından sonra büyümeyi reddediyorum. ama demeye cesareti yoktu. Bu duruma üzüldü iç geçirdi, elinde çay dolu tepsiyle çay dağıtan adamdan çay istedi ve bir dilim limon. Limonu çaya sıkarken ibrahim, telefonu kapatıp geri döndü.
- Ne diyodum. He! Boşver oğlum banka işini falan. Seni de gel bizim şirketin muhasebesine aldıralım, şef pozisyonunda aldırırım, oradan yükselirsin işte. Mis gibi maaşın olur.
- Bir düşüneyim ibrahim.
- Düşünme oğlum düşünme ya! Zaten düşünmekten bu hallere düşüyorsun, düşünme siktir et. Sen gel beni dinle, mülakata bile aldırmam seni. Bak senin annen benim de annem gibidir az emeği geçmedi üzerimde, hem yazık kadına baban öldükten sonra seni de ablanı da tek başına okuttu büyüttü. Kadının kalbine indireceksin Suphi, mis gibi iş işte sana.
- Öyle... yani ben... ne bileyim ibrahim, şu banka işi olursa rahat rahat ben kendimi geçindiririm.
- Sen bilirsin Suphi, sonra amcamın oğlu ibrahim bana yardım etmedi deme.
- Yok ibrahim, estağfurullah.
Bir süre bir sessizlik oldu. ibrahim telefonunun dokunmatik ekranını dürtükledi, sağa sola baktı, nargilesinden büyük nefesler çekip duman kütlesini havaya üfledi, Suphi de bir sigara yaktı bu sırada. ibrahim, lafa girdi.
- Bari sana hayırlı bir kız bulalım Suphi. Yengenin teyzesinin kızı var Serpil, bir görsen bir içim su. Kıyak olur ha! Akrabalığımız pekişir.
- Şimdilik öyle bir niyetim yok.
- Otuz yaşına geldin be oğlum! Bak bu anan yaşlı, benden söylemesi, kendine biraz çeki düzen ver, benim kapım her zaman açık ne zaman istersen gel başla. Sıkıntı etme. Anan da gider ayak eniştenin eline bakmasın, sonuçta el oğlu.
- Haklısın ibrahim. Biraz düşüneyim amca oğlu.
- Tamam koçum. Ben kalkıyorum. Bir sıkıntın olursa ara. işi de iyice düşün.
Kalktılar, ibrahim, Suphi'nin elini sertçe sıktı, Suphi'yi kendine doğru çekip sarıldı, sırtına bir iki şaplak attı. Sonra da hesabın hepsini ödeyip gitti. Suphi, masada kalan sardunyaya içli içli baktı.
Yoldan, ton balığı, beyaz peynir ve kavun alıp eve gitti, buzdolabında yarım şişe rakısı duruyordu. Özenle yemek masasını hazırladı, sardunyayı da masanın tam ortasına koydu. Suphi'nin evinde televizyon ve bilgisayar yoktu, bahçe katı adıyla kiralanan fakat aslında düpedüz bodrum katı olan bir daireydi burası, havada bir nem ve küf kokusu vardı her daim, bu nedenle sık sık hatta pencereyi hiç kapatmamasına havalandırmak gerekiyordu. Soluk yeşil renge boyanmış duvarların ve direk yola, gelip geçen insanların ayaklarına açılan pencerelerin de hiç iç açıcı olduğu söylenemezdi. Odada bir yemek masası, birkaç tane tahta sandalye, iki tane çekyat, bir doğalgaz sobası, ev sahibinden kalma Suphi'nin kitaplarını doldurduğu ha devrildi ha devrilecek gibi emanet duran bir vitrin ve bir de duvarda asılı bir bağlama vardı. Suphi'nin küçük dünyası bunlardan ibaretti, şimdi o dünyaya bir de sardunya katılmıştı.
Suphi, son olarak rakıyı, buz kabını ve sürahiyi içeriye getirdi. Üç aydır hiç dokunmadığı bağlamasını alıp masaya oturdu, bağlama kucağında kadehine önce rakıyı sonra suyu koydu, suyun rakıyı beyaza çevirmesini ilk gördüğü andaki şaşkınlığıyla izledi. Buz kalıbını ters çevirip masaya vurdu içinden çıkardığı buz küplerinden iki tanesini rakı kadehine atacakken aklına ibrahim geldi; on yedi yaşındalardı, istanbul'da görüştükleri bir gün beraber rakı içeceklerdi, masa kurulduktan sonra rakılar doldurulmuştu, Suphi tam kadehe buz atacakken ibrahim, eliyle dur işareti yapmıştı Dur oğlum buz, rakının tadını bozar. Bu anı aklına gelince bir hışımla buzları rakı kadehine bıraktı, rakının bir kısmı masaya döküldü. O günden beridir rakıyı hep buzlu içtiğini fark etti. Bu ufacık başkaldırısıyla gurur duydu. Rakıdan bir yudum aldı, sardunyanın yapraklarını incitmemeye çalışarak okşadı. Bir gün sen de solacaksın, senden önceki de solmuştu. dedi. Senin sonun solmak, benim sonum ölmek... böyle dönüyor bu dünya. Bil ki sen solduğunda ben de ibrahimgillerin, iş görüşmesindeki kadının dünyasına girmiş olacağım yani ki gerçek Suphi ölmüş olacak. Seni ne kadar geç soldurursam o kadar iyi... diye ekledi, rakısını fondipleyip kadehini tazeledi. Bağlamasının akortlarını tamamladıktan sonra, tellere vurup bir türkü çalmaya başladı ve kötü sesiyle söylemeye başladı : Har içinde yatan gonca güle minnet eylemem/Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem/ Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi / iblisin talim ettiği yola minnet eylemem
O geceden sonra Suphi, bir süreliğine verdiği sözü de tuttu, her akşam iki kadeh rakısını alıp sardunyasına bağlama çaldı, türküler söyledi, Edip Cansever'den, Cemal Süreya'dan, Cahit Zarifoğlu'ndan, Can Yücel'den ama en çok da Turgut Uyar'dan dizeler okudu, sevgiyle, incitmeden yapraklarını, çiçeklerini okşadı, sulamasını zamanlıca yaptı, söz verdiği gibi onu yaşattı fakat bir gün, o melun gün, Suphi, bakkaldan dönerken evine gelen bir sarı zarf, bu güzel günlerin bittiğini haberdar etti. Kredi kartı borçlarından dolayı eşyalarına el konulacağı bildiriliyordu. Suphi, o gece sabaha kadar bomboş gözlerle yerdeki halıyı seyretti, ne yapması gerektiğini düşündü durdu. Ertesi gün öğlen, içi kan ağlayarak, parmakları kırılırcasına ibrahim'in numarasını tuşladı.