içime dert midir yoksa bir çeşit algı türünün dile getirilişi midir pek kesin bir şey söyleyemem ama şöyle bir gerçek var; bu türden bir algı benim hayatımı güzelleştirmiyor.
sağda solda, orada burada, hemen her görsel hakimiyetin olduğu yerde bir çılgınlık var, buna çılgınlık dememek mümkün değil. şimdi çıkıp biri "birader sen neyden bahsediyorsun?!" diyebilir, haklıdır da.. cümleleri kurgulamayı severim, okuyanı düşünmem pek fazla.
gelelim başlığını attığım sanal algının ne olduğunu tanımlamaya, tanımlamaktan öte daha ciddi sıkıntılar var. kurgum yettiğince açıklama yapmaya çalışacağım.
sanal algı, matrix'te de bahsedilen ve hatta matrix'in kendisi olan algı şeklidir. eğer yemek arayıp yemeği yemeden de yemiş gibi hissediyorsanız, sanal algınız sayesinde doy(urul)muşsunuzdur. "insan yediğidir." ile bağlayabiliriz buraya kadarlık kısmı.
özellikle televizüel döneme yetişmiş nesillerin gene televizüel algı ve yetilerine bir bakabiliriz. hiçbir yargıya varmayı bile gerektirmeyecek saptamalar yapmak mümkün. tabi burada bir haklılık payı var genç ve çocuk yaştaki insanların; farklı oyuncaklarla oynamanın bedeli yüksek ve bir ev karmaşası yaratabilir, oyuncaklar kaybolabilir ve ya çalınabilir ya da bozulup değişebilir. onun yerine tek bir eşya(televizyon ya da özellikle bilgisayar ya da tablet, atari vs..) her güne yeni sınırsız bir dünya sağlayabilir ama şöyle de bir gerçek vardır; denize girmenin tadını hiçbir programdan alamazsınız; sokakta koşturmak, bahçelere dalmak, toplanıp kovalamaca oynamak gibi...
sadece belli bir yaşa kadar ki nesil için konuşmamak lazım, öyle ki benim bunları yazarken kullandığım bilgisayar bile tartışmasını yaptığım sanal algının bir ürünü, pek tabi okuduğunuz zaman olduğu gibi.
yavuz çetin'in şarkısındaki gibi görebiliriz dünyayı; oyuncak dünya... her türden sayısız onlarca araçla donanmış hayatlarımızı birer oyun gibi görebiliriz tabi yaşanan savaşları ve acıları da unutmadan, hayatın toz pembe olduğu gibisinden bir vurgu yapmak bana göre değil. gene de oyun gibi davranabiliriz, oynamanın sadece şekerli bir dünya olmadığını bilmekte sakınca yok çünkü kaç kere dikiş aldı bedenlerimiz.
sanal algıyı düşünmeye başladıktan sonra bir çok bilgisayar oyununun aslında hayatın bir simülasyonu(takliti) olduğunu da söyleyebiliriz. arabayla yarışma imkanı olmayanlar ve ya buna cesaret edemeyenler, zombileri hiç göremeyeceğini düşünenler, evlenmeyecek ve ya intihar edecekler ya da bir sevgiliyi öpmeden önce onu tanımak isteyenler. işte burada oyunun kuralları değişmeye başlar. oyun bir mücadeleye dönüşür ama oyunlardaki gibi bir seviye atlama düşüncesi gereksiz yere ortaya çıkıp allak bullak eder hayatı.
insan neden sıkılır? buna verdiğim bir basit cevabım var; kendisiyle kalmaya alışık olmadığı için. bu ufak bir ironi gibi gözükse de asla ironi olarak kabul edemeyeceğim bir yargı. tek başına basit bazı kavramlarla tek başına açıklanamaz bile; efkar, yalnızlık, asosyallik, kafa dinleme, kaçma, saklanma, kendiyle barışma, kendini sevme, düşünme... hepimizin tek başınalığında bir sürü farklı düşünce ve davranış var. insanın neden sıkıldığıyla ilgili süper doğru(!) bir yargı ortaya atamasam da sıkıldığımızda alışkanlıklarımızın devreye girmesi çok da hayret verici olmayan ama çoğu zaman düşünmediğimiz bir gerçek. ufak bir sıkıntı yıllar önce izlediğimiz bir filmi izlettirebilir, bir oyunu tekrardan bilgisayara kurmamıza neden olabilir ya da arkadaşların arasında bulabiliriz kendimizi. böyle düşünürken hangisini tercih ettiğinizi duymak isterim, özellikle burada yazmadığım alterfatiflerden birisiyse. tabi belki de üşengeçliğimden matrix'i defalarca izlemişimdir, sokağa çıkıp gezmekten ve bazı gereksiz bulduğum insanları görme düşüncesinden. bu son yazdığım benim için önemli.
yazarken gibi algım bile garip geliyor, sanki yüzünü hatırlamadığım bir kadına konuşuyormuş gibi görüyorum sayfayı. sayfayla karışık belirsiz bir silüet, ufak bir tebessüm ve her an "hadi yeter artık, anlıyorum dolusun ama biraz dolaşalım.." diyecekmiş gibi geliyor. ve bu algının neyden kaynaklandığını düşünüyorum ama bütün hayatımı baştan sona incelemeden doğruya ulaşamayacağımı da biliyorum ve bu da zor geliyor ve biraz da saçma.
elimdeki telefon nokia'nın orta sınıf yarı-dokunmatik bir telefonu. işimi görüyor ama gereksiz yere dokunmatiği kilitleniyor, kızağı sürtüyor ve bunun gibi birkaç aksaklığı var. samsung ve apple'ın öncülüğünü yaptığını okuduğum telefon piyasasınından kendime uygun bir telefon seçiyorum, sürekli değişiyor tercihim(aynı teknolojinin ürünleri gibi) sonra telefonla ne kadar uğraştığımı hatırlayıp gereksiz buluyorum. ne bilişim sektöründe ne de bununla alakalı bir meslekte çalışmıyorum ya da öyle bir telefon alsam ne yaparımı dolduramıyorum.
farmvillede kurduğu çiftlik sağlıklı yemek yiyeceğim sebzeyi bana sunmayacak, gidip süpermarketlerin kokuşmuş sabzelerinden birkaç güzelini seçmeye çalışacağım.
daha detaylı, kafamda kalan diğerlerini dolu dolu yazarak aktaramadığımın farkındayım, dedim; okuru pek düşünmem. bu konuda yazacak çok şey var ve araştırılması gereken onlarcası daha. belki bügünden yarına değil de ama çabuk çabuk belki de sakin ve acele etmeden. belki bir kitapta toplamak, güzel ve eğlenceli olabilir.