Amin Maalouf un muhteşem kitabıdır. iki bölümden oluşur. birinci bölüm de ömer hayyam'ın hayatı 'cihan' adlı kadınla aşkı, hasan sabbah ve nizamülk'e olan yakınlığı, aralarında ki bağ işlenir. ikinci bölüm de ise yazarın kendi ömer hayyamı arayışını anlatır.okunması tavsiye edilen güzel bir kitaptır.
türklüğüyle çok fazlaca övünen bir insanın tavsiyesiyle okuyorum kitabı. ama kendisinin kitabı okuyup okumadığına şüphe ettim resmen. anlatış tarzıyla insanı hemen içine çeken bir kitap fakat türklere çok fazla giydirmeye çalışmıştır yazar. ünlü türk komutanlarına çirkin ithamları yüzünden öyküden kopmanıza neden olabilecek bir kitaptır.
oryantalist bir bakış açısıyla yazılmış bir amin maalouf kitabıdır. lübnan doğumlu, paris'te yaşayan ve fransızca yazan bir yazardan beklenen tavırdır. doğunun limanları da semarkant da taraflıdır. doğulu olup oryantalist yazmak da ayrı bir hüner* gerektirir. ihsan oktay anar'ın oryantalizm'e bakışı bu durumu çok güzel anlatır.*
ömer hayyam'ı oryantalist bir figürden öte işleyememiş romanın en güzel tarafları hayyam rubaileridir, bir de zaman üstüne edilen bir kelam çok anlamlıdır.
--spoiler--
zamanın iki yüzü, iki boyutu var. uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış.
--spoiler--
büyüsüne kapılmamak elde değil, yanlız dikkatimi çeken bir durum var..
bizim için kutsal olan, malazgirt zaferi ile anadolu ya giren selçuklu lideri alparslan ı karı kılıklı olarak adletmesi ilginç geldi.. ya yazar saptırıyor ya da biz çok pis aldanıyoruz..
kitapta anladığımız bir nokta da şu.. harem ya da kadın olarak adlandıralım; devleti yöneten kadının ta kendisidir..
kitabı elinize aldığınızda bir solukta 135 sf gelebiliyorsunuz...
şahsen şimdilik bu sf dayım, muhtemeldir haftasonuna değin bir düzenleme yapar ve kitabı bitiririm.
ancak 18. yy sonuna doğru burası bir türkmen aşiretinin, kaçarların eline geçmişti. bu şehirlerin (isfahan, kirman, şiraz) sakinleri, dillerini bile bilmedikleri halde kendilerini yöneten bu " kuzeyli yontulmamış köylüler " hakkında söylemediklerini bırakmıyorlardı.
sayfa 203.
trabzon'a geldiğimde , kentin tek oteli olan italya oteli'ne yerleştim. hemen her yemeği insanı çileden çıkaran sonu gelmez bir el kol sallamacaya çeviren sinek bulutlarına razı gelinirse, otelin rahat olduğu bile söylenebilirdi.
sayfa 200.
- türkiye'de durum daha da kötü. ben sultan halife abdulhamid'in resmi davetlisi değil miyim ? tıpkı şah2ın yaptığı gibi, o da bana mektup üstüne mektup göndererek ömrümü kafirlerin arasında geçiriyorum diye suçlamamış mıydı beni ? aslında şu cevabı vermekle yetinmeliydim : şu güzel memleketlerimizi birer zindana çevirmeseydiniz, gidip avrupalıların yanına sığınma ihtiyacı duymazdık !
ama zayıf düştüm artık, aldatılmaya razı oldum. istanbul'a geldim artık ve işte sonucunu görüyorsunuz. tüm konukseverlik kurallarını çiğneyen bu yarı delinin elinde tutsağım.
...
rusya veya ingiltere'yi hiç saymıyorum bile, şayet abd, fransa veya avustuya - macaristan vatandaşı olsaydım, konsolosum sadrazamın odasına kapıyı bile çalmadan girer ve yarım saat içinde serbest bırakılmamı sağlardı.
sayfa 192.
altı ay sonra tuğrul öldü. aslında kısır olan kendisiydi, ama rahatsızlığından sorumlu tuttuğu ilk iki karısını boşamıştı. ama kadınları, eşleri, cariyeleri sıraya dizdikçe, gerçeği kabullenmek zorunda kalmıştı : eğer bu bir kusursa, kusurlu olan kendisiydi. müneccimlere, şifacılara ve şamanlara başvurulmuş, her dolunayda yeni sünnet edilmiş bir çocuğun kesilen derisiniyutması salık verilmişti.
sayfa 56.
alparslan'ın ölümüyle ilgili gerçek ile alakası olmayan kısım :
ama hasımlarının fısıltı halinde yaydığı bir söylenti hiç peşini bırakmayacaktı : kısır tuğrul'un doymak bilmez bir erkekliği olduğu rivayet edilirken dokuz çocuk babası alparslan'ın, cins - i latifle pek ilgilenmeyen bir adam olduğu anlatılırdı. düşmanları ona " karı kılıklı " lakabını takmışlardı.
sayfa 57.
kale kumandanı harezmli yusuf bir anda maveraünnehir'in kahramanı olmuştu. bununla birlikte sonunda vakit geldi çattı, kaleyi savunan bir avuç asker sayıca çok üstün düşmanla artık başa çıkamaz oldu, kalenin temellerinin altına lağımlar döşenip surlar aşıldı. yusuf soluğu tükenene kadar savaştı, ama sonunda yaralanıp esir düştü.
başına bela olan bu adamı yakından tanımak isteyen alparslan sultan'ın huzuruna çıkardılar onu. kollarına sıkı sıkıya yapışmış çam yarması gibi iki muhafızın ortasında, başı dimdik, ayakta duruyordu. iki adam karşılıklı meydan okuyarak uzun uzun bakıştılar, sonra galip emretti :
- yere dört kazık çakın, bunu kollarından bacaklarından bağlayın, sonra da bedenini dört parçaya ayırın !
yusuf karşısındaki tepeden tırnağa süzdü aşağılayarak ve haykırdı :
- erkek gibi savaşmış birine böyle muamele reva görülür mü ?
alparslan cevap bile vermedi, başını çevirdi. tutsak onu azarlar gibi seslendi :
- hey karı kılıklı, sana söylüyorum !
...
sayfa 60.
Amin Maalouf'un okuduğum diğer kitaplarında olduğu gibi, bu kitabında da türklük, türk kültürü, türk büyüklerine karşı olan kin / nefret / hastalık derecesindeki bağnazlığı söz konusudur. kitapta bunun birçok örneği görülmektedir.
anlamadığım nokta, neredeyse birçok itabını doğu kültürlerinden, efsanelerinden, destanlarından, büyük şahsiyetlerinden faydalanarak veya bunlara dayanarak yazmasına rağmen, bu değerlere karşı bir küçük görme ve rahatsızlık var. birçok türk kültür unsurlarını kitaplarında konu ediyor ama hep kötü göstererek, küçük düşürerek. bu doğunun limanları'nda da böyleydi, afrikalı leo'da da böyleydi, bu kitapta da böyle.
melikşah'a ve alparslan'a hakarete varan yakıştırmalar, 2. abdülhamit'ten bahsederken kullandığı tabirler, türkleri yabaniler gibi görme alışkanlığı ve niceleri.
beni asıl rahatsız eden ise, üstteki entrylerde bu adamın kitabının beğenilmesi ve kendisini çok büyük yazar görme aymazlığı.
ne kadarı kurgu ne kadarı gercek pek anlayamadıgım ,ömer hayyam'ın dünyayı sike sallamayan sadece uçkurunu ve içecegi şarabı düşünen bencil bir adam olarak lanse edildigi güzel bir tarihi roman.
amin maalouf'un okunası, güzeller güzeli kitabıdır. kitabı okurken Hayyam'ın yaşadığı zamana gidersiniz, okumayı bıraktığınızda ise geç mi doğmuşum nedir diye hayıflanırsınız. aslında kitapta; Hayyamın yazdığı, içinde rubailerinin ve bir kaç anısının yazılı olduğu el yazmasını arayan bir gencin başından geçendir öykü. fakat gencin başına gelenler karşısında 'yahu katlanılır mı bunca şeye?' sorusuna verilecek cevabı maalouf hayyamı ince ince anlatarak öyle güzel vermiştir ki, bıraksalar o genç değil sizin yollara düşüp bulasınız gelir el yazmasını.
---tanım cüz'i miktarda spoiler içerir-- ömer hayyam'ın yanında hasan sabbah için bile okunası kitaptır. dünya tarihine suikastı tanıtan, zamanın devlet adamlarını korkudan titreten bu adamı tanımak isteyen bu kitabı okusun. Özellikle alamut kalesinde geçilmez zırhtan hayatı ilgiyle okunasıdır.
Allah ile konuşmalarından dolayı kafir olarak sıfatlandırılan Ömer Hayyam'ın o mükemmel cevabını okumak için bile okunabilecek harika bir Amin Maalouf eseridir. Baş yapıttır.
Ömer Hayyam, kendine söylenen kafir hitaplarına şöyle tepki vermiştir; önce bir omuz silker ve ''Allah'ın olduğuna inanmasaydım onunla konuşmazdım.'' der.
ve ayrıca; elimden düşmeyen bu harikulade eserle saat 02.00'ye geldiğinde öyle bir rubaisini okudum ki Ömer Hayyam'ın.. sanki bir işaret gibiydi.
''Kalk haydi. Ebediyen uyuyacağız zaten.'' diyordu Ömer Hayyam.
Ne mi oldu? Sabaha kadar oturdum kitabı bitirdim tabii.
garip günler geçirirken, bazı şeyleri tekrar tekrar kafamda sorgularken; daha en başta "bir dostu tanımayı bilir misin sen?" sorusuyla beni kendine çeken hatta deli gibi okumama sebep olan kitap. hani kafanız karışıkken sorularınıza cevaplar ararsınız ya, benimki de öyle oldu. bir cevabı karşıma serdi, gözlerimin önünde duran ve bakmaya korktuğum.
velhasıl kelam, etkileyici ve sürükleyici kitap. bitince daha geniş tanımını da yaparım.
iran kültüründen ziyade selçuklu hakimiyetindeki iranda usta ömer hayyam 'ı en güzel anlatan roman. amin maalouf bu eserinde hayyam'ı görmüş ve ahbabıymış gibi çok güzel anlatmış. okurken onu tanıyorsunuz sanki. rubailerini de bildiğiniz için tamamlıyorsunuz onu kafanızda. özellikle kitabın başlangıcında hamile bir kadının genç hayyamla sokakda tesadüfen karşılaşırken, oranın yaygın bir inancına göre; güzel birine bakınca doğacak olan çocuğun da onun güzelliğinden bir parça alacak olması düşüncesiyle ona hayranlıkla bakması ilk hatırladığım güzel bir enstantenedir.