alnına mahşeri tövbeler dokunmuş bir deccal misali,
gidiyorsun çürümüş gencecik terk edişlerinin intihal tebessümlerine.
ve yağmalanmış intihar süsleriyle donatıyorsun yüreğimi,
gülüyorum ey çocuk...
gülüyorum amfetamin mutlulukların vefakar ölümlerine,
ölüyorum zıvanası yitirilmiş esmer kanserlere;
ve gidiyorum...
"seni sevemiyorum" tesirli yarın kokulu matemlere...
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ne güzel yıllardı o yıllar.
ihtişamı heybetine sığmaz ihtizaza uygun beyaz loblar, bir dokümanter edasıyla sokak ortasında çiftleşebilen bıyıklı beyler, dogmatizmden nasibini almamış güvenilir aşklar, ve pek tabii ki sakalına nitrogliserin dökmekten oldukça övünç duyduğum, şahsımdan yaşça da büyük olan taksici sevdiceğim...
güzel yıllardı elbette. o yıllarda henüz pembe bir lise öğrencisiydim. üstelik fakir taksici sevgilimle de evlilik hayalleri kuruyorduk. ergenlik işte... mutluluğa ikame eden pembe ve küçük hayallerimiz ne de yersizmiş esasında.
bir gün taksici sevgilim alkolü fazla kaçırarak, eğitim hayatımı sürdürdüğüm lisemin önünde beni diğer gaydaşlarımın önünde ve öğretmenlerimin huzurunda küçük düşürmek suretiyle, peşi sıra kornaya basarak adımı zikretmeye, ve de bağırmaya başladı.
üstelik otomobilinin teybinden de son ses arabesk parçalar duyuluyordu.
şaşırmıştım...
fakir bir sevgilim olduğu için tüm akranlarım bana kıkırdıyordu. öğretmenlerim ise yaşıma uygun bir gay sevgili edinmemin daha doğru olacağı yönünde nasihatlarını dile getiriyordu. bir süre bu çılgın taksiciyi duymazdan gelsem de, en sonunda dayanamayarak yanına gittim. yanına vardığımda oldukça sinirli ve de kaba bir üslupla sarhoş sevgilimi azarladım:
- merhaba, ben pembe tolga. bu garip sürprizinin sebebini öğrenebilir miyim hayatım? yüreğimde açtığın çukurları kaballama daha hiçbir yöntem artık onaramaz. seni okulumun önüne gelmemen için defalarca uyarmıştım. zülal düşlerime kasteden bıyıklı bir iblissin sen. tüm arkadaşlarımın önünde beni rezil ettin. ya öğretmenlerim fakir bir gay taksiciyle birlikte olduğumu aileme söylerse? seni tüm pembeliğimle teessüf ediyorum sevgilim. pembe günümü zulmet bir mutsuzluğa tezahür ettin.
+ kes ulan! evlencez biz! atla arabaya size gidiyoruz! seni babandan istecem. hem sana kaç kere dedim lan ben kısa kollu gömlek giymeyeceksin diye? arkandan kaç erkek bakıyor haberin var mı ibne! atla lan arabaya. evlenince okula da gitmek yok. başlık parasıysa başlık parası.
gökyüzüne manalı bir tebessüm attım...
istesem onu bir çırpıda, tam da oracıkta arka cebimden çıkaracağım birtakım harçlıklarım neticesinde becerebilirdim, poposunun loblarından döner yaptırıp mahalleliye dağıtabilirdim, göbek deliğine mühendislerimce yeni bir göt inşa ettirip, akabinde de ondan ayrılabilirdim.
fakat yalnızca içimden kahkaha atmak gelmişti. üstelik aristokrat bir aileden geldiğimi ondan gizlemiştim. beni fakir bir ailenin tek gay oğlu sanıyordu. bunları anımsayıp bir süre arabasını yumruklaya yumruklaya kahkahalar attım... bu bağnaz ve bıyıklı goril beni gerçekten de tahrik etmişti. bir anda beliren zuhurat macera bu pembe yüreğimi çok neşelendirecekti. buna hiçbir şüphem yoktu. olan biteni görebilmek adına, söylediklerini kabul ettiğimi belirterek otomobilinin arka koltuğuna oturuverdim. bu sırada pencereden bizi izleyen akranlarıma da mpt'yi (minik pembe tolga'yı) sallamaktan da geri kalmadım.
ve nihayet pembe çatılı aşiyanım, yapımında onlarca ameleyi taciz ettiğim, kapısında robotum gri tlg'nin beni her karşılayışında duygulandığım evime varabilmiştik. bahçeden içeriye girdiğimizde taksici sevgilittom biraz irkilmişti. korkusunu giderebilmek adına öncelikle sol kulağına yumruk atıp, sağ kulağına da "babam burada uşak olarak çalışıyor" diye pembe bir yalan sarf ettim. zira evin bize ait olduğunu öğrense depar atarak uzaklaşacağından hiç şüphe yoktu.
el ele, yavaşça salona doğru ilerledik. içeriden babamın sesleri duyuluyordu. babişkom her zaman olduğu gibi altına bebek bezi giymiş bir vaziyette salonun ortasında mastürbasyon yapıyordu. usulca yaklaşıp, babalittomun ensesine öpücük kondurarak seslendim:
- merhaba baba, ben pembe tolga...
+ bu adam kim tolgiş? usul usul lpg kokuyor. sakın bana dezenfekte odasının içinden geçmediğinizi söylemeyin. sana kaç kez tembih edeceğim pembe oğlum benim? eğer eve arkadaş getiriyorsan önce asetik aside batırmalı, baktın temizlenmiyor; nitriik asitin içerisine atıp üzerine gliserin ilave edeceksin. bazen şaşırıyorsun yani tolga...
tam da bu sırada taksici söze girdi:
- selamün aleyküm beyim. ben oğlunuzun yavuklusuyum. eğer izniniz olursa onu sizden isteyeceğim. başlık parası da istiyorsanız kabulümdür.
babamla loblarımızı havada çarpıştırıp güçlü bir kahkaha patlattık.
yerleri yumruklayarak sevinçten birbirimizi gıdıklıyorduk. taksici ise şaşırmıştı...
onu kandırdığımı bir nebze olsun hissetmişti. babam cevap dahi vermeden, cebinden çıkardığı harçlıkları bir güzel elime tutuşturup beni odama yolladı. artık olan biteni odamdaki monitörlerden izliyordum...
taksici umarsızca olan biteni anlamaya gayret ediyordu. ama çaresizdi.
babişkettom, öncelikle taksiciyi pompalı vibratörle vurup ağır bir şekilde yaralanmasına vesile oldu. taksici aldığı vibratör yarasıyla kanlar içinde kıvranıyordu. bir süre taksicinin suratını tekmeledikten sonra, makatına hidrofor vari bir motor yerleştirdi. monitörden tam olarak seçemiyordum fakat, tahminimce içince sıvı azot zerk ediyordu. dakikalar geçtikçe bacaklarından yukarısı yavaş yavaş donmaya başlamıştı. babam, "doktor" butonuna basarak, yanına getirttiği doktorlar yardımıyla donmakta olan bu komik adamın fizyolojik tepkilerini kontrol altında tutuyordu. bir süre daha bekledikten sonra, bacakları hariç her yeri donmuş bu adamın üzerine bir kazan kaynar su döktü.
tanrım...
ne de güzel eriyordu. ziyankar bedeni eşsiz bir arya misali süzülüyordu.
eriyordu işte aşkımızın yasak meyvesi. ardından mersiye yazacak değildim elbet. ama ağlıyordum yine de...
yeniden indim salona. sadece onu buraya getiren iki çift ayağı kalmıştı ahşabın üzerinde. günahkar ve yetersiz bedeni çoktan buharlaşmıştı. babam gülümsüyordu, o iki çift ayağı iğfal ediyordu durmaksızın. yavaşça yanına yaklaştım.
gözyaşlarıyla, yerde tecavüze uğrayan bacakları elime alıp bahçeye çıktım. tanrım ne güzel bir bacaktı bunlar...
kıvırcık tüyleri koca bir ağıdın merasimini andırıyordu. ama ne önemi vardı ki...
bedenini yitirmiş bir parçadan ibaretti artık.
hıçkırarak attım onu havuzun içine. köpekbalığım beyaz münir yavruydu henüz.
zorlansa da, "hayır" diyemedi bu eşsiz ziyafete.
her ısırık darbesinde hatıraları kanatıyordu beyaz münir.
yaralıyordu adı konulmamış yarınları...
ve ben ağlıyordum yine. pişman da değildim oysaki.
ağlıyordum yalnızca.
alnına mahşeri tövbeler dokunmuş bir deccal misali,
gidiyorsun çürümüş gencecik terk edişlerinin intihal tebessümlerine.
ve yağmalanmış intihar süsleriyle donatıyorsun yüreğimi,
gülüyorum ey çocuk...
gülüyorum amfetamin mutlulukların vefakar ölümlerine,
ölüyorum zıvanası yitirilmiş esmer kanserlere;
ve gidiyorum...
"seni sevemiyorum" tesirli yarın kokulu matemlere...
hikayesini* okumayıp baştan ve sondan cümleler okuyarak anlamaya çalıştığımız,yazının uzunluğundan da eylemi yaptığı mekanın uygunsuzluğundan da görüldüğü gibi sorunlu babadır. *