marquis de sade'ın isminin hakkını verdiği bir sadistlikle yazdığı eserinden uyarlanan ve aynı derecede mide bulandırıcı pier paolo pasolini filmi. felsefe ve sinema kitabındaki 'cinselliğin hristiyancası' yazısından ötürü dikkatimi çeken fakat izledikten sonra birkaç gündür kendime gelemediğim filmdir. bazı sahneler aklıma geldikçe-ki aklımdan gitmesi şu anlık zor- şöyle bir titreme yapıyor bende biraz da baş ağrısı. lars von tirer'in nymhomaniac'ından çok daha sert sahneleri var. filmi sonuna kadar izleyebilene helal olsun!
bu filmdeki kimse, yönetmen de dahil sonraki işlerinde tutunamamıştır. sanat mı ahlaksızlık mı derseniz? ahlaksızlık derim.
zaman kaybı. izlemenize gerek yok. şişirilmiş bir balon daha.
araştırdım, o yedikleri bok değil. çikolata ve portakal marmelatı. evde siz de yapabilirsiniz.
kesinlikle ve kesinlikle midesi/psikolojisi sağlam olmayan insanlarca izlenmemesi gereken film. bir sırp filmine iğrenç dediyseniz eğer hele hiç bulaşmayın. sadeın ne kadar garip bir ruhsal yapısı olduğunu gözler önüne seren, pornografi, aşağılama, fantezi, sadizim içeren, hatta bok çemberi kısmında kusturabilecek, sonuna kadar izlendiğinde beni üşüten, ama sonu hiç de beklediğim gibi bitmeyen filmdir.
herkesin çok etkileyici demesine rağmen, izleyipte etkilenmediğim bir filmdir. ya ben bir sapığım ya da insanlar abartıyor. filmden etkilenmedim sadece dışkı sahnelerinde biraz mide bulantısı ve kusma hissi oldu o kadar.
18. yüzyılda yaşamış marquis de sadenin ''sodom un 120 günü'' veya ''özgürlüklerin okulu'' diye bilinen erotik ve sadist öğeler içeren bir romandan hemen hemen birebir uyarlanan/araklanan, italyan faşizmine dünyanın en sığ ve salak eleştirilerinden birini getiren bir film. yani yaratıcı yoldaş yönetmen mekanı fransa yerine faşist italya, karakterleri aristokratlar yerine üst düzey faşist yetkililer yapmış. sonra da omuruiliği ile düşünen, zekası hayatı sürdürmelerine zar zor yeten birçok salağın ''ooo faşizme kol gibi soktu'' diye övdüğü bu filmi ortaya çıkarmış. sosyalist yaratıcılığın önemli örneklerinden olan bu film, anlayacağınız rahatlıkla 'leningrad'ın 120 günü' diye bir sosyalizm eleştirisine dönüştürülebilirdi. faşizm karşıtlığı ne kadar ucuz bir şey değil mi? insana hiçbir halt olamasaydım anti-faşist olurdum dedirtiyor.
sadizmin babası olarak bilinen marquis de sade'nin kitabından uyarlanmış bir film olması zaten izlemeden önce bilinmeli ki psikolojik etkilerine hazır olunabilsin.
yönetmenin filmin içine bolca yerleştirdiği ve faşizme sert göndermeler yapan onlarca mesaj, filmin aslında sadist portreler çizmekten öte anlam taşıdığı ve mesaj verme kaygısıyla biçimlendirildiğini apaçık gösteriyor.
ancak filmdeki vahşet ve iğrençlik dozunun yüksek oluşu ister istemez akla şu soruyu getirir; faşizm eleştirisi yapmak ve kapitalizme sahipler-köleler algısı üzerinden sert göndermeler yapmak için böyle iğrençliklerle dolu bir kurgu mu yapılmalıydı illa??? bok sahneleriyle sigara dahi içemez hale getirdiği izleyiciden ne beklemekte acaba yönetmen??? haz ve şehvet duygusunun uyanmasına müsaade etmemek için tercih edildiğini düşündüğüm bu üslup; açıkçası filmi dayanılmaz bir garabet haline dönüştürüyor ama yine de midesi sağlam yazarların izlemesini tavsiye edebilirim.
Ayrıntıları görmezseniz sadece sadomazo bir porno izlemiş sayılabilirsiniz. Değişik ve güzel bir film. Cinsel ya da dinsel tercihleri değişmeye yakın kişiler izlemeli mi izlememeli mi karar veremedim ayrıca.
Genel ahlak kurallarından uzak üst düzey dört sefirin, genç kız ve erkekleri bir şatoya kapatıp tanınmış dört fahişe ile beraber tasarladıkları garip fantazilerini bu gençler üzerinde denenmesini konu alan bir film.
O kadar sıra dışı bir film ki, bu garip fantazilerini gerçekleştire bilmek için sefirler bir birlerinin kızlarıyla evlenip, kızlarını ulu orta çırılçıplak dolaştırıp hizmetçi gibi kullanıyorlar.
film sade'ın kitabından uyarlama olsa da yönetmenin asıl amacı dönemin faşist italyasını eleştirmektir. ve bu kitap vahşice bir eleştiri için bulunmaz bir kaynaktır. mussolini italyası'nda gücü elinde bulunduran iktidar sahiplerinin diktatörlüklerini oldukça açık bir şekilde anlatan film sınırları zorlamaktadır. herkesin kaldıramayacağı sahneler kasıtlı olarak mide bulandırmak için çekilmiştir. çünkü bu faşizmi anlatmanın başka bir yolu yoktur.
fakat film yine de umut dolu bir sahneyle biter.
bu filmi iğrençlikle suçlamak çok acımasızca olur. filmin sinema ve siyaset tarihinde önemli bir yeri var. bu filmi sapık bir adam değil, her yönüyle sanatçı olan bir adam çekti. ve bu filmi kasıtlı olarak bu derece vahşi yapmasının sebebi ülkesinde ve dünya genelinde yayılan ve yükselen faşizme bir cevap vermekti. verdi de. öyle ki bu cevap onun hayatına mal oldu. ama pasolini öyle büyük bir sanatçıydı ki, sanatı uğruna ölümü göze alabilmişti. işte onu farklı kılan budur. kendisi fellini'nin öğrencisi olmasından mütevellit, her yapıtında özgürlüğe ayrı bir yer ayırmıştır. ayrıca bernardo bertolucci'yi yetiştirerek dünya sinemasına armağan etmiş öğrettikleriyle de sinemayı değerli kılmıştır.
evet bu filmi seyretmek zor, yemek yemeniz zorlaşabilir, cinsel aktiviteleriniz sekteye uğrayabilir. hatta kusabilirsiniz de. ama emin olun her gün haberlerde anlatılan vahşet ve sapıklığa varan olaylardan daha iğrenç değil. çünkü gerçek değil. bu filmi bu bilinçle izlerseniz faşizme karşı, baskıya karşı boyun eğmemenin önemini, özgürlüğün değerini evrensel anlamda kavrayabilirsiniz. e bunun için de ödeyeceğiniz bedel beş dakikalık bir mide bulantısı olacak, ki bu da özgürlüğün tadını almak için küçük bir bedel sayılır.
zaman kaybı filmdir. hassas midelere özellikle tavsiye edilmez. birde dikkatimi çeken, internet ortamındaki versiyonların hemen hepsi sansürlü, o haliyle bile film hoş değil.
uyarlandığı kitapda dikkate alınacak olursa, uygunlanmak istenen fikir fena değil. insanlara güç, yetki, makam vs. verildiğinde olası şeyler anlatılmak, bu yolla faşizm eleştirisi yapılmak isteniyor. güzel düşünce, güzel mesaj. ama bunu verebilmek için, bu kadar iğrençliğe lüzum var mıydı diye sormuyor değil insan.
merak ediyorsanız izleyin. buralarda yazılan bi izledim boku yedim gibi laflarda çok tırstırmasın sizi, en azından bende çok aman aman bir etkisi olmadı. ama dediğim gibi, zaman kaybı...
görüp görülebilecek en sadistce filmlerden biri. sadizm'in babası marquis de sade'ın müthiş filmi.
başları her sado-mazo insana zevk verecek şekilde başlıyor. bazı kısımlardan zevk aldığı için insan utansa da güzel sahneleri de var. bir grup insan seçilip zenginlerin seks kölesi oluyor.
ortalara doğru film mide bulandırmaktan başka bir şey yapmıyor. bok yemek nedir abi? tamam bahsedersin yedirirsin birkaç dakika sürer ama bu kadar uzun sürmesi bu kadar iğrenç olması. insan merak ediyor gerçekten izleyebilen var mıdır diye.
sonlarındaki işkence sahneleriyse hüzünle ve sanatla karışık insanda farklı duygular uyandırıyor. tekrar izlenilebiliyor hiç değilse.
her psikolojik korku seven insanın izlemesi gereken bir filmdir.
atlayarak izlememe rağmen, etkisi üzerimden uzunca süre silinmeyecek... nerden denk geldi ve açtım bilmiyorum ama faşizmin mide bulandırıcılığını, baş kaldırmamanın bir süre sonra bağımlılığa yol açtığını farklı şekillerde gösterilmesini tercih ederdim. elbette yazar'ın ve yönetmen'in kendi tasarrufudur! da hangi tasarrufta bulunup ben izlemeyi seçtim onu bilmiyorum.
festivallerin en çok seyirci kaçıran filmi olarak hatırı sayılır bir şöhrete sahip olan salo, pier paolo passolini nin 1975 de çektiği başyapıtı olarak ünlüdür. aynı zamanda şair ve komünist parti yandaşı bir aktivist olduğu bilinen passolini, evrensel ahlak yasasını ters yüz ettiği bu filmde her türlü aşırılık ve immoral davranışı kullanarak insan psikolojisinin sınırını saptamaya yelteniyor.
öncülleri ile birlikte, danimarkalı sinemacı lars von trier nin bir röportajında rastlamıştım; bir sinema filmi ayakkabınıza giren bir taş gibi olmalıdır. o taştan kurtuluncaya, onunla ilgili sorununuzu çözünceye kadar yakanızı bırakmamalı ve sizi rahatsız etmelidir.
passolini işte bu şekilde düşünen sinemacılardan. film kariyeri uzun olmasa da ve hatta o filmlerinde ustaca defolarını ortaya serdiği faşistler tarafından kendi filmleri denli zalimce öldürülse de, filmlerindeki çiğ sanat anlayışı kesinlikle bir tarz sahibi olduğunu kanıtlıyor.
aslen marquis de sade ile kısmen boccacio nun ünlü decameron undan beslenen filmde, sodom ve gomora mitinde anlatılan türlü cinsel sapkınlık, hayvani dürtüler ve cinayetin kol gezdiği bir horror shock stili anlatım var. tabi bu tabir bizi yanıltmamalı. zira passolini bu sahnelerin çekiminde reel görünümler harici bir estetik kaygısı güdüyor gibi görünmüyor. tamamen rahatsız etmeye dayalı bir şekilde, izleyiciyi rahatsız edip hangi noktada duracağımızı sorguluyor
çılgınlıklar çemberi, bok çemberi ve kan çemberi olmak üzere üçe ayrılan film çok fazla alt metin ve göndermelere yer vermeyip, genel temasını tüm filme yayarak güçleniyor. her sahne ile kendi ana argümanını destekleyerek aynı fikri defalarca zihinlere kazıyor. tabi yeni gerçekçi ve daha elitize-estetize sanat anlatımlarına sahip italyan yönetmenlere alışkın gözler için passolini nin kustuğu nefret tamamen şok edici. bu konuyu vurgulamak için bu kadar ileri gitmek gerekli miydi diye soruyorum aslında; ama 35 yıldır bu filmin tartışılmasını sağladığına göre passolini doğru yoldaymış sanırım
işık ve kamera kullanımı açısından her hangi bir başarı ya da sorun içermeyen film, passolini nin özyaşam öyküsünden de çıkarabileceğimiz gibi nazi-faşist işgali sırasındaki italya da tamamen insani duygularını terk etmiş mavi kan ların zorbalıkla aldıkları iktidar döneminde geçiyor. iktidar ile terbiye olmayan bu burjuva güruhu, 9 erkek ve 9 kadın köleyi adeta at seçer gibi dişlerine ya da bedensel bir kusurları olmamasına dikkat ederek seçip bir malikaneye kapatıyor ve olaylar başlıyor. her türlü işkence, anal seks, eşcinsel ve toplu ilişkiler, idrar içme ve dışkı yeme sahneleri ile filmin sonunu getirmek cidden güçleşiyor. her ne kadar aslı olup olmadığı hiçbir zaman kanıtlanmasa da akşam yemeğindeki toplu dışkı yeme sahnesinde gerçek dışkı kullanıldığı iddiaları insanı daha da irrite edip filmi kapatmamak için kendini zor tutmaya itiyor.
bunuel in de tüm kariyeri boyunca aşağılayıp eleştirdiği burjuva sınıfı, salo da faşizmle yıkanıp daha da tehlikeli bir köpek haline geliyor. filmin sonlarına doğru ne yapsalar da artık tatmin olmayacaklarını anladığımız bu sapkın sodom çocukları, ellerindekilere işkence yaparak, ırzına geçip öldürerek son günahlarını işlerken; yapılan testleri geçip de onların koruyucu köpekleri olmaya hak kazananların da onlara benzemesi, dışarıda barbarca işkenceler sürerken dans etmeleri, faşizm ve türlü immoral tutumun viral enfeksiyon gibi toplumu sarıp normlaşması ile kolektif çöküşün katastrofik tablosunu çiziyor. patetik, dehşetli, ama etkileyici
insanların köpek gibi yemeye zorlandığı sahneler ve evlendirilen çiftin ırzına geçme sahneleri yine aynı çiğlikte işlenmiş. madame ın anlattığı, pedofiliden türlü sapkınlığa varan hikayeler ile kendinden geçen soylularımız her türlü kanuni ve dini engelden ırak tuttukları bu zevk yerinde en sonunda kendi zevk ve sapkınlıklarının kölelere de sirayet ettiğini görünce ise işler değişiyor. otorite olarak hem onlara işkence yaparak cezalandırmanın zevkini yaşarken hem de hiçbir sınırın olmadığını düşündükleri bu yerde kendi sınırlarının başkalarından gelmesinin aptallığını yaşıyorlar. başka bir deyişle otoritenin zorla elinde tuttuğu yabani köpek ehlileşmeye başladıkça onu dövmek zevkinden mahrum kalan iktidar daha da deliriyor! peki sınır nerede?
bu işkenceler sırasında kimi yerlerde ikona ve meryem heykellerinin olması gibi belirgin detayların yanında, son cezalandırma öncesi dışkı ile doldurulmuş küvetin içinden gelen tanrım bizi neden yüzüstü bırakıyorsun? nidası tabi çarmıhta oğlun babaya yakarışını imleyip zorbalık karşısında maneviyata sığınma halinin temsili gibi. ki sınavı geçen mavi kurdeleliler ise belirgin bir boyalı kuş varyasyonu yaratıp stockholm sendromu benzeri katillerine benzemeye başlıyorlar. iki ucun arasındaki uçurum ve bu uçurumun arasında dans eden aristokrat beyler! çarpıcı anlatım, hakkını vermek gerekir
---olası spoiler ibaresi bitti---
marquis de sade ın yıllarca tutuklu kalıp en son kanı ve dışkısı ile duvarlara yazmaya mecbur kaldığı, 1930 tarihli ve en sevdiğim birkaç filmden biri olan lage dor da bunuel in anlatıp yıllarca sürgünde yaşamasına ve aforozuna sebep olan, tam 45 sene sonra biraz daha ileri giderek işleyen passolini nin kafasının üzerinden faşist partizanların araba ile geçerek kafatasını parçalamasına varan bu uçarı fikir, tarihinde de aynı filmdeki gibi üç çember içeriyor. bakalım bundan sonra bu çemberi kırmayı kim deneyecek
tam anlamıyla bir başyapıt olduğunu düşünmesem de, salo o le 120 giornate di sodoma, midesine güvenen herkesin izlemesi gereken, sağlam immoral temelli bir totaliter modernite eleştirisi.
faşizmin asıl yüzünün gösterildiği film olarak geçer. geçen sene izlediğim ve etkisi altında kalmadığım filmdir ayrıca. filmde izlediğimiz sadece iğrenç seks fantezileridir.
filmini izlemem üzerine kitabını fıldır fıldır aradığım pasolini filmi. kesinlikle her mideye göre değildir, öle "koy bi film izleyek be eheh" diyen geyik arkadaşlara izlettirildiğinde o şebek gibi gülen yüzler düşer, sonrasında büyük ihtimalle kusacak yer ararlar.
bütün sözlüklerde, izleyip çok etkilenmiş mantarlar türemesine sebep olan gayet boktan film. ikide bir bu filmi referans verip kıyasta yapıyorlar tilt oluyorum. hassiktirin lan. neyinden etkilendiniz bi söyleyin.