sakalları pipo kokan adam

entry3 galeri0
    1.
  1. *** bölüm 1: sakalları pipo kokan adam ***

    "onunla ilgili hatırladığım ilk anım, kucağına çıkmak için sakallarına asılıp kendimi çektiğimde suratında oluşan acıya rağmen gülen gözleriydi."

    ***

    "dur uşak, yavaş!" dedikten sonra belimden tutup beni kucağına alır, onun o uzun sakallarının üstüne kafamı yaslar, minik gözlüklerini çıkarmaya çalışırdım. ne zaman bunu başarsam, bir eliyle burnunun üstünde oluşmuş kızarıkları kaşır, öbür eliyle ise kafamı okşardı. benimle ilgilensin isterdim, fakat o belli bir süre sonra, tok ve gür sesiyle etraftaki diğerleri ile konuşmaya başlar, ben de ses tonundan etkilendiğimden olsa gerek, "ben de tiyatrocu olucam amcam gibi büyüyünce" diye düşünerek, gözlüğü ve sakallarıyla oynamaya devam ederdim.

    amcamı ve ona benzeyen diğer tüm arkadaşlarını çok severdim, onlar 80 sonrasının romantik solcularıydı, ruhi su dinlerlerdi.

    ***

    halen öğrenci olduğu zamanlar, babaannemlere gittiğimde, onun o sürekli "çalışıyor, rahatsız etme amcanı" denilerek uzak tutulduğum odasına girmek, onunla konuşmak en büyük arzumdu. çay mı götürülecek, hemen gönüllü olurdum, babaannem portakal mı soymuş, "amcama da götüreyim" derdim. fakat hep reddederlerdi beni, çalışırken kimse onu rahatsız etmez, odasının kapısı duvar olurdu. benim için sadece sakallarındaki pipo kokusunu sevdiğim amcam, o zamanlar türkiye'nin önemli tiyatro yönetmenlerinden biriydi, ama bunu bilmiyor tüm bu saygıya anlam veremiyordum. ben o odaya girmeliydim.

    ve bir gün girdim de...

    aslında çok da kolay oldu; yine saatlerce odasından çıkmasını bekledikten sonra, dayanamayıp kimsenin de etrafta olmamasından faydalanarak kapısını açtım ve kafamı içeri uzattım, henüz içeri tam olarak girecek cesareti kendimde bulamamıştım, şaşırarak, küçük gözlüklerinin arkasından bana baktı, tepkisinden çekiniyordum, gülümsedi, gözlüğünü çıkarıp gözlerini ovuşturduktan sonra saate bakıp, eli ile iki kere bacağına vurdu, bu; "gel hadi kucağıma" demekti.

    bir elim kapının kolunda, yanına gitmeden önce, kafamı biraz daha içeri uzatıp, etrafı incelemeye başladım, zira benim için büyük bir sır olan bu mekanı ilk kez görüyordum;

    küçük çok küçük bir odaydı, etrafta çok fazla eşya yoktu, bir dolap, bir yatak, bir çalışma masası ve yerlerden duvarlara yükselen bir kitap yığını, ışıklar kapalıydı, masanın üzerine odaklanmış lamba, sadece siyah bir daktiloyu aydınlatıyordu, sanki bir bulut çökmüşcesine duman altıydı oda, masa lambasının ışığında dans eden ve daktilonun yanında duran pipodan yükselen duman, tıpkı onun sakalları gibi kokuyordu. duvarlarda hep aynı kadının siyah beyaz fotoğrafları asılıydı. onun dışında sadece bir tiyatro amblemi vardı yatağın tam üstünde, bir gülen, bir de ağlayan surat.

    yeterince incelediğimi hissettikten sonra, içeri girip, kapıyı kapadım, ben de artık o kimsenin rahatsız etmediği dünyaya adım atmıştım. heyecanla kucağına koştum, yine her zamanki gibi sakallarına tutunup, dizlerine tırmandım, önümde kocaman bir daktilo duruyordu;

    + hoşgeldin uşak...
    - napıyosun amca?
    + çalışıyorum...
    - ders mi ?
    + keşke, hahaha...
    - e napıyosun?
    + bak şu kitap var ya, onun senaryosunu yazıyorum...
    - senaryo ne?
    + işte o kitapta anlatılanları biz tiyatroda oynayacağız...
    - ben de yardım edeyim mi?
    + hmm, ne yapabilirsin bakalım, hmm...
    - nolur amca?
    + tamam, sen o zaman gel otur yanıma, afiş çiz bir tane oyuna.
    - neyle ilgili ki kitap?
    + adı karartma geceleri...
    - karartma ne?
    + hahaha... onu sonra anlatırım, bak bir adam var şimdi, bunu bir yere kapamışlar, çıkarmıyorlar da, kötü davranıyorlar ona, konusu bu...
    - kim kötü davranıyor peki?
    + ileride anlatırım onu, bu kadar bilgi yeter, yaratıcılığı öldürür detaylar...
    - ?
    + neyse gel bakalım...

    masanın yanına bir tabure çekip, önüme beyaz bir kağıt koyduktan sonra, tekrar daktilosuna döndü, "şıkır şıkır" tuş sesleri eşliğinde, boş sayfaya bir şeyler karalamaya başladım, aklıma gelen tek şey, etrafı çitlerle kapalı bir binaydı, onu çizip kendimce pek çok detay eklemeye çalıştım, amcam benim orada olduğumu unutmuş gibiydi, daktilosuna gömülmüş, arada sayfa bittikçe, "cıırtt" sesi eşliğinde sayfayı çekiyor, yeni sayfa takmadan önce piposuyla oynuyor, bazen yeniden yakıyor, sonra devam ediyordu.

    piponun kokusu, daktilonun şıkırtıları, bir şeyler yaratıyormuşum, ve de bunu amcamla yapıyormuşum hissi, beni çok mutlu etti, bütün gece odadan çıkmadım, önümdeki sayfaya bir şeyler karaladım durdum, sonunda amcam "hadi bakalım sen yat artık" dedi, "nasıl olmuş" dedim afişimi gösterip, "sen yaparsın da kötü olur mu uşak" dedi, "kimin yeğenisin", sanatçı egosuyla ilk tanışmamdı, odadan çıkarken, "afiş basılsın getireceğim sana bir tane, tamam mı" dedi, sakalından arta kalan az miktarda yanağından öpüp, teşekkür ettim, o gece yaratmanın zevkini ilk defa duymanın heyecanıyla uyudum.

    ***

    "uşak nerede" diye bir ses geldi antreden, annem; "içeride, çalışıyor" diye cevapladı, amcamın sesini duyar duymaz fırladım yerimden, antreye koştum, daha ona sarılmama fırsat vermeden elinde tuttuğu ruloyu uzattı, beraber daktilo başı çalışmamızın üzerinden yaklaşık bir sene geçmişti. heyecanla ruloyu tutan lastiği çıkarıp, büyük kartonu açtım, söz verdiği gibi afişi getirmişti, her ne kadar benim çizdiğim olmasa da, sözünde durmuştu.

    - uşak bak kim imzaladı?
    + kim dedim?
    - kitabın yazarı.
    + sen değil misin ki?
    - hayır ben senaryosunu yazdım, kitabın yazarı rıfat ılgaz!
    + o kim?
    - hababam sınıfı'nı yazan yazar...
    + aaaaaaaa.... yaşasınnnn!!

    amcama sarıldım, çok mutluydum, hababam sınıfının yazarı afişime imza atmıştı, hem de benim adıma.

    odamın en güzel duvarına, tam da başucuma yapıştırdık afişi.

    7 yaşındaydım, odamda "karartma geceleri" afişi vardı.
    ...

    .
    *** bölüm 2: artan sorumluluklarla eksilenler ***
    .

    - amca saçlarımı kesmek istemiyorum ben.
    + olmaz, kesmen lazım, bak üniversite yıllarında güzeldi, olması gerektiği gibiydi, kimliğini yansıtıyordu, ama artık iş hayatı başlıyor, iki gün sonra görüşmen var, bugün gidelim güzelce traş ettirelim seni, yarın bizim fabrikaya uğra, güzel bir takım elbise yaptıralım sana, her şeyin bir zamanı var...
    - amca tamam haklısın da, şimdi patates gibi çıkacak surat ortaya, onu napıcaz?
    + hahaha, yakışıklı uşaksın, ne patatesi, hem çıkmaz bizden tipsiz adam.
    - görüşme için şart mı?
    + e şart tabi, artık yeni bir tarzın olacak, sen yine müziğini yap, ama iş saatleri dışında...
    - ya askerde zaten kesilecek...
    + e iyi o zaman, bir sene için tartışmayalım, yarın ben seni adama benzeticem!
    - tamam, peki!

    Uzun sakalları, piposu ve de minicik gözlükleriyle hatırladığım amcam, jilet gibi ütülenmiş bir takım elbise içinde, her teli düzgün taranmış bir saç ve sinek kaydı bir surat ile karşımda oturmuş, kendi kariyerinden örnekler vererek iş görüşmem de yapmam gerekenleri anlatıyordu, onu dinlersem ben de bir gün onun gibi olabilirdim.

    Haklıydı onun gibi olmak istiyordum, ama istediğim o, daktilo başında olandı, bir fabrikanın değil.

    ***

    Küçük odasının duvarında siyah beyaz fotoğrafları olan kızla evlenmiş, birlikte evlerini o küçük odasına çevirmişlerdi. Az eşyalı, bol kitaplıklı, mütevazi ve pipo kokan. Kendilerine benzeyen arkadaşları gelirdi eve, ilk defa pink floyd'un the wall isimli filmini orada izlemiş, nefret etmiştim, çok sıkıcıydı, oysa ben nejat uygur'un tiyatrolarından birini izlemek istemiş, ama dinletememiştim.

    Zira, Çocuktum ve comfortably numb dinlemesen de keyifli bir uyuşukluktu çocukluk.

    ***

    Normal bir çocuktan çok daha fazla ilgilenilmesi gereken bir bebek sundu o siyah beyaz fotoğraflardaki kız ona. Zaten sonrasında her şey değişti, artık amcamı göremez olmuştum, zira sürekli iş yerindeydi, tıpkı eskiden daktilosunun başında olduğu gibi çalışıyordu azimle, yıllarca ara verdik görüşmelerimize, tek düşündüğü çocuğunun durumu ve bu nedenle kazanması gereken çok ama daha çok paraydı.

    Sakalları yüzünden tek tek dökülürken, gömleği daha beyaz, kravatı ise daha kırmızı oldu.

    Renklenen siyah beyaz kız ise onu çoktan terketmişti.

    ***

    iş hayatına başlangıcım sonrası, gündüzün iki ciddi adamı, arada akşamları buluşur, mutfağa girip özenle mezeler hazırlar, fuat saka dinleyerek rakı içerdik. O sofralarda, renkler yine ölür, onun sakalları, benim ise saçlarım tekrar uzardı. iş konusuna hiç girmez, sorumluluklardan bahsetmez, nefes almamızı sağlayan ve artık sadece hobimiz olan zanaatlarımızdan konuşurduk. Sanatçı olmak için hayatını sanatına adaman gerekirdi, o yüzden zanaatkar kalmıştık. Gerçi amcamın sanatı kızıydı artık ama o sofralarda, konular hep toz pembe olurdu.

    Bir gece, "yeniden tiyatro yapacağım" dedi, minik gözlerine sığmayan bir çoşku ile bana bakarak, "çok sevindim amca" dedim, "artık düzenimi kurdum" diye devam etti, "kızımın da geleceğini güvence altına aldım, bir süre kendim için yaşamayı hakettim bence", "buna içilir amca" dedim, kadehlerimizi tokuşturduk.

    - konusu ne olacak?
    + kitap uyarlaması olacak, başladım bile...
    - aa hangisi?
    + tahmin et bakalım.
    - ama ipucu ver.
    + çok zor, imkansız neredeyse senaryolaştırmak...
    - ben seviyor muyum?
    + sevmez misin, sırf içses neredeyse, olay yok bile diyebiliriz, tam deneysel tiyatro için...
    - yoksa?
    + evet!

    Bir kadeh daha tokuşturduk.

    + müzikli olacak ama müzikal değil, fon müziği sürekli, sen yapar mısın?
    - yaparım amca, yapmaz mıyım...
    + afişe benzemesin ama.. hahaha
    - hehehe

    ***

    Arada buluşup, gerçek hayattan kaçıp, rakı sofraları kurmalarımız devam etti, tekrar evlense de, sadece artık yengemin uyumasını bekliyor, altı adet ona ait olmayan odası olan evinin, çatı katındaki, tıpkı öğrenciliğindekine benzeyen küçük odasına giriyor, rakımızı içerken, senaryosundan, kitaplardan, hayattan konuşuyorduk.

    + amca şu senaryoyu göster artık, ben de ufaktan başlayayım çalışmaya...
    - olmaz, bitince!
    + tamam, peki...
    ...

    .
    *** bölüm 3: özüne özlem ***
    .

    - abi, amcam!
    + ...

    ***

    erken ve de zamansız gidişine vesile olan kamyon şoförünün eskimiş ayakkabılarını fren pedalına geç götürüşünden on gün sonra evine uğradım. odalara doluşmuş dua okuyan akrabaları başımla selamlayıp, eşinin yanına gittim. beni görüp, görmediğinden emin olamadığım boş bakışlarla yüzüme baktı, "ben" dedim, "amcamın odasına bakmaya geldim, bir kaç şey almam lazım iznin olursa". başıyla onayladı, elini tutup desteğimi belirtmek için iki kere sıktım, tam giderken, "seni çok severdi, hep senden bahsederdi" dedi, başımı öne eğdim, "almak istediğin ne varsa al, anı olur, sevinir" dedi, gülümsedim, arkamı dönüp üst kata çıktım fakat aradığım bir anı değildi.

    ev kalabalık olmasına rağmen, onun o minicik odası boştu, onun için ona ait olmayan diğer altı odada ağlıyordu herkes. bu sefer ilk girişimdeki gibi davet edilmeyi beklemeden içeri girdim. masanın başında duran sandalyeye oturup bir sigara yaktım, aradığım şeyi biliyordum ama önce enerji toplamam gerekiyordu, ömrümde ilk defa yaratım sürecini gördüğüm o daktiloya bakıp, hiçbir şey düşünmeden sigaramı içtim.

    ikinciyi yakarken, çekmeceleri karıştırmaya başladım, bir sürü kağıt, kalem, ıvır zıvır, yazılanları okudum, hiç biri aradığım değildi, çekmeceler tam açılmıyordu, elimi sokup dipleri karıştırmaya başladım, elime bir soğukluk geldi, hemen çektim, bu onun piposuydu.

    dolapları açmaya başladım, bir sürü yıpranmış klasör çıktı karşıma; eski senaryolar, tiyatroda çekilmiş fotoğraflar, biletler, davetiyeler, üzerine şiirler, öyküler yazılmış kağıtlar, ortak özellikleri eski olmalarıydı ne yazık ki hiç biri yeni bir yaratım değil, sadece anılardı.

    yatağın altına baktım, dolabın yanında duran kutuları tek tek açtım, bulduğum her kağıdı inceledim, yoktu, yeni hiçbir şey yoktu.

    en son kütüphanesindeki kitapları kurcalamaya başladım, senaryosunu yazdığını söylediği kitabı arıyordu gözlerim, tek tek kitaplara bakmaya başladım, neredeyse hepsi tiyatro üzerineydi, tam umudumu kaybedecekken, onu gördüm, tutunamayanlar'ın eski bir baskısı en alt rafın, en sağında duruyordu, heyecanla çıkardım, ilk sayfayı açıp, incelemeye başladım, evet, karalama içindeydi sayfalar, masaya dönüp, notları okumaya başladım, senaryo notlarıydı bunlar, çok güzeldi, çok doğruydu, çok deneyseldi. kafamda tiyatro sahnesi, dekor, akış, tarz canlandı. heyecanla devam ettim. ta ki 234. sayfaya kadar, notlar burada bitiyordu, moralim bozuldu, kalan sayfaları çevirdim tek tek, başka not yoktu. geri dönüp alınan notların tarihini kestirmeye çalıştım, eskiydi, mürekkebin sayfaya oturmuşluğundan anlayabiliyordum, bu odadaki her şey gibi eski idi.

    kitabı bıraktım, bir sigara yaktım, aldatılmıştım sanki. duvarda bulunan, aile evinden getirip astığı, tiyatro sembolündeki suratlardan biri gülüyor, biri ise hüzünle bakıyordu. nasıl hissedeceğimi bilemedim.

    ***

    bir keresinde şöyle demişti; "seninle yaptığımız şu rakı sofraları olmasa uşak, kendimi unutacağım." ne demek istediğini şimdi anlıyordum, normalden daha iyi bir babaya ihtiyacı olan kızı için değişmişti, sanatı tiyatro değil, kızı olmuştu, kendini ona adamıştı, sadece benimle rakı içerken yeniden kendi oluyor, tutkularını hatırlıyor, onun izinden giden böyle şeylerle ilgilenen yeğeninin gözünde hep o kalmak istiyordu, kandırmamıştı beni, gerçekten istiyordu o senaryoyu yazmak, ama sorumluluklar buna ne vakit ne de konsantrasyon bırakıyordu.

    sadece o rakı sofralarında uzuyordu sakalları ve sadece o rakı sofralarında beliriyordu ufacık gözlükleri. ben onu hep öyle hatırlayayım istiyordu, ondan sürekli yazmakta olduğu senaryodan bahsediyor, sesinin tonlamasını o eski tiyatrocu zamanlarına benzetiyordu.

    kütüphanenin yanına gittim tekrar, senaryo yazımı ile ilgili bir iki kitap alıp, tutunamayanlar'ın yanına ekledim. mirasım elimde duruyordu;

    "bir gün yeğenime ben de bir afiş hediye edeceğim" diye kendime söz verip, odadan çıktım.

    belki amcam yarım bırakmıştı ama ben bitirebilirdim, çünkü biliyordum ki;

    her tökezlediğimde,
    her pes ettiğimde,
    her düştüğümde,

    pipo kokan sakallarına tutunup doğrulabileceğim bir amcam,

    ve onun her ne kadar canı yansa da bunu belli etmeyen gülen gözleri vardı.
    19 ...
  2. 2.
  3. istiklal caddesinde gezen adamdır.

    artık beyaz sakallarının uçları sararmış ve buram buram pipo kokmaya başlamıştır.

    koltuk altının arasında ki kağıtlar , bir şair veya ressam olduğunu düşündürüyor acep.
    1 ...
  4. 3.
  5. yolda görülünce, tokalaşmamak için görmezden gelinen şahıstır.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük