Henüz okumaya başladığım edebi kişilik. Elimde Milli Eğitim Bakanlığının Kültür Yayınları serisinden "Seçme Hikayeler" var. 1972 yılı ilk basım. Hazırlayan Tarık Buğra. Önsöz kısmını oldukça başarılı buldum. Sait Faiğin edebi kişiliği ve yaşamını birlikte değerlendiriyor. Semaver öyküsünü okurken hafızamda bir şey canlandı. ilk ya da ortaokulda ders kitabında bu öykü vardı. Nedense beni etkilemişti. Yani o sayfayı hayal meyal hatırlıyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım pek az şey var. Ve o kitap sayfasını az çok hatırlamak benim için kıymetli.
Mina Urgan Bir Dinozorun Anıları kitabında yakından tanıdığı Sait Faik Abasıyanık'ı anlatıyor:
“Sait Faik, kılık kıyafeti ve davranışlarıyla, yazar çizer takımının aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi. Koltuğunun altında kitap taşımaz, okuduklarını anlatmaz, düşüncelerini iddialı savunmaya kalkmaz, kişiliğini ikide bir de ileri sürmez, kendinden hiç söz etmezdi. Sait Faik ile tanışanlar, bir halk adamı sanırlardı onu. Hakları da vardı; çünkü Sait Faik gerçekten bir halk adamıydı.
Sait Faik ömrünü sürekli bir avarelik içinde, Burgaz'da ya da Beyoğlu'nda dolanmakla geçirirdi. Çoğu zaman sinemaların önündeki fotoğraflara boş gözlerle bakarken rastlardım ona. Yazmaya, hatta bu kadar çok yazmaya nasıl vakit bulabildiğine aklım ermezdi. Odasına kapanıp masasına oturarak yazı yazmadığını kesinlikle biliyordum. Balıkçı kahvelerinde, sandallarda, Adalar vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde, cebinden çıkardığı buruşuk kağıt parçalarına bir şeyler karalardı dizinin üstünde.”
Bazı akşam üstleri, oturur
Hikayeler yazardım,
Deli gibi!
Ben hikaye yazarken
Kafamdaki insanlar
Balığa çıkarlardı.
Kadınlar,
Kahve cezvelerini ısıtan, mavi ışıklı ispirto lambalarını
yakarlardı
-Geceleyin, karanlıkta, bir dağ başında Bir
değirmenci;
Yüzükoyun kapanırdı uzun uykusuna.
Köylüler gelirdi
Bakraçlarıyla pazara
Yoğurt satmaya.
Çıplak bir çocuk ayakları avucumda idi
Sokakta diz boyu kar vardı
Bir köprü başında
Bıçaklardım istediğimi;
Atardım kendimi, büyük şehirlerin
Asma köprülerinden suya,
Duyardım suyu yardığımı.
Görürdüm:
Suya düşüşümün
Köprüye fışkırttığı suyu.
şiir gibi hikaye yazar, şiir gibi hikaye söyler. ben hiçbir zaman sait gibi olamayacağım. kimse onun gibi olamayacak. o günler geride kaldı. artık kimse zenginlik içerisinde yaşayan ailesini bırakıp, sefalet süren balıkçıların yanına gidip orada takılmıyor ve böyle hikayeler yazmıyor. sait okuduğum en güzel kaybeden. bu kadar güzel kaybetmek artık mümkün bile değil.
Kış, Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. –Övünmek için değil- Herkesin yeni başlayacak olan altı-yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalama huyumla yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır. Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır. Bir küçük koyun hemen beş-on metre yukarısında, bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. içindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama, hiç içindeki Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim. Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için, kahveci olmamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç-beş gediklisi… bundan güzel bir ömür mü olur, elli-altmış senelik yaşam, bundan güzel. Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile. Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, istanbul’un neresi kimbilir? Sesler neden gelmiyor? Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geçtikleri bir yol güzergahı olmalı ki, hep ya.