teokratik bağlamda düşünülürse şeytan maddesel tüketimin, insana ve doğaya egemen olma hırsının dolayısıyla sahip olmanın temsilcisidir.
"yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin orası pas, güve ve hırsızlarla dolu, göksel hazineler biriktirin ki orada bunların hiçbiri yok diyen"* isa olmak ilkesinin bedenlenmiş hali ve "olmak" için hiçbir şeye "sahip olmamak" gerekliliğinin sembolüdür.
ilginç olarak karl marx da "herkese ihiyacı kadar ilkesi" ile "olmak" için "sahip olmamak" gerektiğine işaret eder.
*matta 6:19-21
erich frommun şahane kitaplarından biridir. ne mi anlatıyor;
--spoiler--
frommun bu muhteşem yaklaşımını ele almadan önce birkaç soru soralım kendimize:
sahip olmak mı daha değerlidir, yoksa olmak mı?
nelere sahibiz ve neler bize sahip?
doğu felsefesi ile öpüştüreceksek bu fikri; balık tutmayı bilmek mi, yoksa tutulan balıklara sahip olmak mı?
sahip olduklarımız kadar mıyız, yoksa olduğumuz kadar mıdır varlığımız?
soruları çoğaltmak mümkün. çünkü temelinde arzu edilene (genellikle bir bedel ödeyerek) sahip olmak ya da arzu edilen ne ise onu olmak yatıyor.
fromm; mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye, sahip olmak demek, onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmaktır diyor.
oysa, olmak, sahip olmakın karşıtıdır. olmak, her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, kendi gelişimi içinde sevmek demektir diye devam ediyor. (**)
iki kavramın yarattığı çağrışım bulutları öyle çok ki; hayatın her alanına yansıtmak mümkün. bilmek ile inanmak kavramları arsındaki boyut farkından; ezberlemek ile öğrenmek farkına, hatta oradan da sevmek ile sevilmeyi sevmek saplantısına kadar uzanıyor.
kaldı ki; bilmek işinin içinde bile sahip olmakla, olmak arasındaki uçurumlar kadar nüanslar var. kimi, kuru bilgiyi ezber eder ve onun rehberliğinde yaşar. o ezber bilginin, fener ışığı mesafesi kadardır görüş alanı. ki; saplantılar, tutkular, öğrenilmiş çaresizlikler, önyargılar vs. bu mecradan beslenir.
kimi ise; bilgiyi kendi düşünce sistemine göre analiz ve sentez ederek içselleştirir ve kişilik oluşumunda yapı taşı olarak kullanır. düşünürler, bilgeler, büyük sanatçılar, dehalar bu kaynaktan gelirler.
ve maalesef
maalesef, geçmişten günümüze, dünyanın felsefesi sahip olmak üzerine kuruludur. bu nedenledir, o kanlı - katliam savaşlar faşizmin, diktatörlüğün, feodal yapının, ağalık sistemlerinin temelinde sahip olmak yatar. kapitalizm, sahip olmanın dayanılmaz bencilliğinden hortlamış canavardır örneğin.
tüm hukuk, yönetim, eğitim sistemleri sahip olmak kültürünü besler ve oradan da beslenirler.
ülke sınırlarının korunmasından, iki dönümlük arazi sınırları yüzünden kafa kol koparan hırstan tutun da; yarım ekmeği paylaşamayan aç gözlülüklerin temelinde sahip olmak yatar.
oturduğu koltuktan bir türlü kopamayan, kopmamak için her türlü rezilliğe katlanan, onursuzlukları kaldırabilen o ruh, sahip olmak saplantısıyla kirlenmiştir.
tüm bu sistemler, olmak kültüründen beslenmiş olsaydı, dünya ne kadar da yaşanası bir yer olurdu düşünebiliyor musunuz?
hani o şarkılarda özlenen, kaldırın sınırları nağmeleri, anlamlı olmaz mıydı? nietzchenin insanlık henüz ilkel zamanlarını yaşıyor. töreler ve dinler devri dediği dönemi kapatmış olmaz mıydık?
olurduk!
çünkü olmakın içinde, önce kendine yetebilen, öğrenebilen, öğrendiklerini içselleştirip; üretebilen ve bir birey olarak, kendine değil; tüm insanlığa ve doğaya fayda sağlayan kimse var. ve temel öge üretebilmekte slogan, tüket, daha çok tüket değil; üret, daha çok üret ve paylaş olmalıydı
ve ikili ilişkiler
dostluklar, arkadaşlıklar, eşler, sevgililer
sahip olduğum en değerli varlıksın dendiği anda, kendine mâl edişin başladığı ilişkiler oysa, olmak kültürü ile beslenmiş olsaydı, ancak birbirine değer katan ilişkiler bütünü yaşanmaz mıydı? sömürmek yerine, katkıda bulunmak; acıtmak yerine, yaraları sarmak; tökezletmek yerine, yeri geldiğinde eline âsâ olmak kıyamamak ve karşılıksız ve beklentisiz sevmek ve aynı şekilde de karşılık bulmak mümkün olsaydı, yitirilir miydi aşk?
i heart huckabees adlı bir filmde varoluş karmaşasına girmiş bir gencin kafasını kurcalayan durum. bir kayanın üzerinde otururken '' ben mi kayanın üzerinde oturuyorum yoksa kaya mı benim üzerimde oturuyor ? '' diye kendi kendine sormuştu.
içinden şöyle bir alıntı yapmak istediğim eşsiz kitap:
"Çok tüketmek ve daha çok üretmek temeline dayalı endüstri toplumları, yaşayabilmek için insanları patolojik sayılabilecek bir tüketim hırsına zorlamaktadır. Eğer insanların özgür olabilmeleri, zorlanmalardan kurtulmalarına bağlıysa, ekonomik sistemlerin kökten değiştirilmesi gerekir. Günümüzde sağlıklı bir ekonomi için, hasta insanlara ihtiyaç vardır. Oysa amacımız sağlıklı insanlar için, sağlıklı bir ekonomi kurmak olmalıdır."