çekilmez bir adam oldum yine. uykusuz, aksi ve nalet. ne çok endişe biriktirdim içimde. endişeler strese, stresler, öfkeye, öfkeler mutsuzluğa ve bunların hepsi karanlığa evriliyor içimde. euripides insan endişeden yaratılmıştır demiş. haklı olsa gerek. bu kadar endişe dolu hayatın daha mantıklı bir açıklamasını bulamıyorum.
bazen düşünüyorum da hayatımda bir şeylerin olmasını beklemeyeceğim, birşeyler için endişe duymayacağım bir zaman gelecek mi diye ama gelmeyeceğine kanaat getiriyorum. biraz umursamaz olmak gerek veya kaygısız veya daha az düşünmek, bilemiyorum. bir şey olmak gerek. şu anda olduğumuzdan farklı birşey.
sahi biz neyiz? insandan doğduk diye, kimlik taşıyoruz diye insan oluyor muyuz? olmasak gerek.
kisilik bozuklugumun oldugundan supheleniyorum. ivedilikle doktora gitmem gerek. yavas yavas beynimin daha kotu boyutlara gelecegine inaniyorum. evet guclu oldugumu dusunmuyorum. aciz bile olabilirim. bunu belli etmemeye calisan bir gerzegim sadece. onumde degisik yollar belirdi. belkide hayatimi cok farkli ulkelerde cok farkli insanlarla gecirebilme olasigim var. ancak bunu istiyor muyum diye kendime sordugumda bilmiyorum. isteklerim zaten yerine gelmeyecegini biliyorum. bildigim tek bir sey var o da cok yoruldugum. artik kendime yetemiyorum. herseye sifirdan baslamak yorucu olabilir belki ama denemeye deger mi acaba? belirsizlikler cok cevap yok. iste benim ozetim gibi bir sey....
geçen sene bu zamanlarda * oturdum bilgisayarın başına ve word programını açtım. yaklaşık yarım saat durdum ve hayatımda kitap okumayı alışkanlık edinememiş olmama rağmen yirmi sayfalık bir yazı yazdım * bu yirmi sayfada ona olan sevgimi, özlemimi, hayranlığımı, ilgimi ve daha bir sürü şeyimi anlattım. o yirmi sayfa yetmedi bunlara ama yazdım işte bir şeyler.
işte o günkü hissim tam olarak bu başlıkta yazılandı.
uzun zamandır yazasım vardı ancak ne yazsam nasıl yazsam bilemedim. okunmak ve anlaşılmak kaygılarımı astım askılığa. umursamıyorum insanların umursar gibi davrandığı sahte tavırlarını. benim gibi bir insan yok mu bu dünyada beni umursayacak(annemden başka). ben bu kadar özel olmak istemiyorum sözlük. en az beni anlayabilecek, benim gibi bir insan olmalı.
dostoyevski demiş ki; insanoğlu sevgiye muhtaçtır. haliyle bende muhtacım. özellikle aşk için en güzel yaşta olduğumu düşündüğüm şu günlerde. sevmek kolay işte sevilme zor kısım ama. umarım bu hevesim diğer heveslerim gibi bir kaç güne geçer.
bu gece şiir yazmaya çalışıyorum ama yazamıyorum sözlük. anladım ki hayatımda yeterince duygu yok. duygusuzlaşmışım büsbütün. hissetmediğim şeyleri yazamamki. tamam böyle hayat daha az dertsiz ama dertsizde yaşanmıyor. biz insan oğlu sevinmek kadar üzülmeyede ihtiyaç duyuyoruz. bunu buraya neden yazdım bilmiyorum. toplanıp bana sarılıcak değilsiniz ya. hayali bile güzeldi. neyse.
hep beni sevmicek kadar güzel kızları sevip, sevebileceğim kadar güzel olamayan kızlar beni sevdi. hep aşkın şartını güzelliğe bağladım. bende haklıydım. bir insan ilk defa gördüğü birinin ruhuna nasıl aşık olabilirdi ki. zaten artık ilk görüşte aşka inanmıyorum. hoşlantıymış o. zira bu aşk dediğim çocukluk hevesleri pek uzun ömürlü olmadı.
ama derseniz hiç mi birinin karakterine aşık olmadın? oldum olması ancak o da beni sevmedi. inanırmısınız onla buluşurken hiç üstüme başıma dikkat etmezdim. kendim gibi sanırdım. değilmiş. neyse baya baya gençliğimde kaldı bu konu. tecrübeler klasörümde bulunduruyor, ara sıra çıkarıp, bakıp, hatırlayıp aynı hatayı yapmamaya çalışıyorum.
ben artık aynı hatayı 2. kez yapmıcağım bir hayat yaşamak istiyorum.
ve umursamaz olmak ve kimseyi umursamamak (annem hariç)
ve kimse için ağlamamak(annem hariç)
ve "yemeğin yanında içecek istermisiniz?" sorusuna "evet" demek.
ve en güzel şiirler yazmak
Ben mutlu olmak istiyorum lan! en mutlu olmak. başkalarını mutsuz etmek pahasına olsada. (annem hariç)
Ben de hepinizden farklı bir solucandım kim bilir?
Şimdi yarısı ezilmiş yerde yattığı için belli olmuyor. Diğer yarısını yerden kaldırmak için çırpınan Günseli'yi bile acıklı gözlerle izleyemiyor. Gözleri ezilen yarısında kaldı da ondan. Anlayışı da o yarıda kaldı, bütün ümitleri de yaşama isteği de, mühendislik diploması da, iyi durum kağıdı da, çiçek aşısı kağıdı da, altı tane vesikalık resmi de, isa sevgisi de, bilmem nesi de, yaratma hırsı da, bir türlü atamadığı değersiz evrakı da, Günseli'yi okşamak isteyen elleri, ona dokunmak isteyen derisi de hep ezilen yarısında kaldı. Bu yarısında sadece ölüm acılığı kaldı. Bu nedenle şimdiye kadar söylemek istediklerimizi kısaca özetlemek gerekirse, mezar taşına şöyle yazılması uygun düşer (yazı kabartma olmasın, uzaktan dikkat çeker): Şarkısı yarıda kaldı, aklı da karıda kaldı. Sebep olanların gözü kör olsun.
Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: "Buraya kadar!" dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, "daha önce haber vermiştik" derler. "Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik.
bazen sadece yazmak istiyorum, çünkü konuştuğumda hissettiklerim ağzımdan çıkarken sanki sakilleşiyor. o yüzden yazmayı seviyorum, duyguları daha etkili bir biçimde anlatabiliyor. sonra dönüp okuduğumda yazdıklarımı, bazen kendimde şaşırıyorum, gerçekten mi bunları hissetmişim diyorum. çünkü genellikle kalbimizi bir kenara atıyoruz biz insanlar, derin dondurucuya atıyoruz sanki; yaşarken hissetmeye vakit bulamıyoruz adeta... bazen o kalp derin dondurucudan çıkıyor ve hisler yanardağ patlamışçasına akıyor lavlar halinde. o sıcaklıkla yazmak istiyorum, zehrimi akıtmak istiyorum kelimelerimle... harfler büyüleyici bu bakımdan , en güzel ilaç. yazıyorum, zehrimi tükürüyorum bir yerlere sonra kapatıyorum yazdıklarımı ve tekrar kalbimi derin dondurucuya gönderiyorum... çünkü çokça hissederek yaşamaya kalktığımızda, hayat sürünceme de kalıyor, tüketiyor... çünkü insanlar duyarsız, hissiyatsız...
bu başlığı karalama defteri gibi kullanıyorum. gönlümden geçeni konu ayırt etmeksizin yazıyorum. çünkü sadece yazmak istiyorum.
mesela aynı şarkıyı 10 dan fazla dinlediğim zaman. sonra başlıyorum kendimi ve hayatımı sorgulamaya. neleri istiyorum? nelere sahibim? neleri başarabilirim? nelerden korkuyorum? nelerim eksik?
mesela ben şiirlerdeki aşkı yaşamak istiyorum ama hayat bana her an bunun imkansızlığını vuruyor yüzüme. mesela yurtta yan odamda kalan, her akşam sevgilisiyle bağıra bağıra kavga eden insan. veya aşık olup, seviyorum ölüyorum diyip bunu ne hikmetse defalarca başka insanlarlada yaşayabilen bir dostum.
hayatımızın %10'unu başımıza gelenler %90'ını bu başımıza gelenlere karşı davranışlarımız oluşturur derler. galiba bende davranış bozukluğu var veya bir şeyleri yanlış yapıyorum. bilemiyorum. eksik bir şey var. eksiğim.
Şu sıralar kendime "neden mutlu değilim" sorusunu sora, sora kızıyorum. bu cevap veremediğim soru kendime olan nefretimi arttırıyor.
Hayatımda neredeyse her şey mükemmel. Cebimde fazla fazla para olur her daim. Beni seven biricik bir annem var. her sene kışın hastalıktan kırılan ben bu sene baş ağrım bile yok. Derdim, aşk acım, ilişkim de yok. Gelecek kaygım olmucak kadar iyi bir öğrenim hayatım var ama mutlu değilim. inanır mısınız geceleri uyumadan önce hiç bir şey için endişelenip nasıl yapsam, etsem diye tasalanmadan veya bir şeyi merak etmeden dertsizce uyuyorum. böyle hayat sanki çok yavan, tatsız, tuzsuz dostlar.
Acaba ben elimdekilerin kıymetini bilip mutlu olamıyacak kadar kör ve kanaatbilmez bir insan mıyım? kendime kızıyorum. hemde çok.
fazlasıyla sevdim(zamanında). ama yaşanan olaylar ve kavgaların bir daha eskisi gibi olmamıza engel olucağını görebildim ve noktayı koydum aşka. ne olmuş yani sevgime sadık kalmadıysam. onlar gibi aşkla kör olup bi çare mi olsaydım.
hayat güzel dostum, sevmekte. ama kızılcık şerbeti içmeye niyetim yok. kazırım gerekirse yarayı, keser atarım. biz insan oğlu unutkan varlıklarız. en fazla 1 yıl sürer acısı bir ömür süreceğine.
ne dersiniz dostlar. bu aşk hikayelerini hep aynı kişi mi yazıyor? başlangıçları farklı ama sonu hep aynı.
eksik bir şey var, eksik bir şeyim var. yarım bir şeyim. ama gerçekten bilmiyorum. bu eksiklik duygusu bu gün benim perdeyi açmama mani oldu. güneş ışığına tahammülüm yok. karanlıkta kalmalıyım. uzanmak istiyorum ve hiç hareket etmemek. bir film izliyip ağlamak istiyorum. uzun uzunve hıçkırarak. nedenini bilmediğim şeye ağlamak.
sevgisiz şehirlere, kötü kalpli kralın öğretileri dikta edildiği mevsimlerde kana boğulan toprak. şehrimize doğru koşan atın, masum kaderidir üzerinde ki bomba. ölümün acziyetinden kurulan düşlerin patavatsızlığına yağmurla gelen koyu renkli otomobiller. bir ağıt ki tüm mevsimlere yabancı, yaşanmışlığa karşı. hiçliği armağan ediyorum gözlerine, haziranın orta yerinde. değersiz yaşama, kısır yaşanmışlıklara yorgan marifetinde sarılıyorum. at şehre değil de özgürlüğüne koşarken anlıyorum, ihtimaller üzerine bahis tutmamayı. bir şarkı besteliyorum senin için, dünya dursun ve sen geri dön.
artık oturma odasında yere serdiğim bir battaniyenin üzerinde yatıyorum geceleri. evde uzun süre yalnız olmak insanı böyle gereksiz değişiklere zorlayabililiyor. güneşliği hiç açmıyorum. eve güneş sokmuyorum. akşamları arkadaşlara pes oynamaya gitmek ve bakkal gibi nedenler hariç dışarı çıkmıyorum. depresyonda değilim yalnış anlaşılmasın. mutsuzda değilim. aslına bakarsanız hayatımda her şey mükemmel bile diyebilirim. neden bu kadar sıkıcı bir hayatı benimsedim gerçekten bilmiyorum.
bu gece balkondayım. sol yanımda annemin saksıya diktiği yeşil ve acı olmayan biberler var. annem benim acı yiyemediğimi bildiğinden kendisi acı sevmesine rağmen hep tatlı biber diker. annelik ne kadar da halikulade bir şey. sağ tarafımda ise 3 adet domates fidanı ve 2 tane yeni yeni kızarmaya başlamış domates var. 1 fidan domates vermedi nedenini bilmediğimiz bir nedenden dolayı. yoksa küstürdük mü onu bilemiyorum. ayaklarım eylül ayının habercisi olan serin rüzgarlar nedeniyle bir hayli üşümüş durumda.ve yanımda buz kesilmiş bir kahve bana eşlik etmekte. arka fondada bir kaç güzel müzik tabikide. anlıyacağınız paylaşılabilecek bir sürü güzel şeyim var ama paylaşacak şu an yamacımda olan bir insan yok.
bence bazı durumlarda bir şeyin eksik olması diğer sahip olduğun her şeyi anlamsız kılıyor hatta bazen bir şeyin eksikliği hiç bir şeyinin olmamasından daha beter olabiliyor. lego misali olan şeyleri uyumlu şekilde birleştirip bir mutluluk yaratabilmemiz mümkünmüdür ki acaba? yoksa eksik parçayı birinden mi istemeliyiz? yada birinin eksik parçayla gelmesini mi beklemeliyiz?
zaten hayatta hep eksik parçalarımız olucak. ya elimizde olanlarla mutlu olmayı artık nasıl yapıcaksak öğrenicez, yada bu eksik parçaların elimizde olanların değerini sıfıra çekmesine izin vericez. hangisi daha mantıklı? hangisi daha makül? hangisi daha uygulanabilir?
bu soruların cevaplarını bilseydim zaten buraya yazma zahmetinde bulunacağımı düşünmüyorum. belkide hayatın bilinmezlerini öğrenmeye çalışıcak kadar aptalızdır veya cesaretli. her ney ise.