eğer bir gün kitap yazmaya karar verirsem bir oto-otopsi yazacağım. çünkü otobiyografilerini yazanlardan çok uzaklarda bir varlık olduğum için ölüm nedenim olan yaşamımı ancak bir otopsiyle açıklayabilirim. otopsi sonucu da, 'benim ölüm nedeni doğumumdur' olacak. ne bir cinayet, ne bir kaza, ne de intihar. ölüm nedeni doğumu olan benim kendime yazdığım otopsi raporu" *
1985 kastamonu doğumluyum. sadece üniversite için gittim 2 yıl. hiç terketmedim şehrimi. burda doğdum burda ölücem inşallah.
öyle acıklı ve zor hikayelerim yok. mutlu anne-babanın mutlu evladıydım hep. hala sağ ve sağlıklılar çok şükür. kastamanu'da bir mühendislik bürosunda teknikerim.
çok mutluydum ben lan. yaşayıp kanaat edip gidiyordum. ta ki internetten tanıştığım ve aşık olduğum kızın beni kıçımın üstünde bırakıp gitmesi anına kadar. yaklaşık 4 aydır yaşamıyorum. öncem yok sonram yok.
bir bunalımdan girip diğerinden çıkıyorum. 3 büyük sözlüktede hesabım var. yazdıklarımı sildim geçen gün. bütün bilgisayarı topladım kaldırdım . hırsımı alamadım. içiyorum sürekli. uyanmamayı umarak uyuyuyorum.
sözlük yazarlarının hayatlarının tümünü veya bir kısmını anlattığı.
popoma vurduğu için ağlamadım, yeni doğmuştum ve ilk kez nefes alıyordum. hayır zaten nefes alıcam sen niye popoma vuruyorsun e doktor?
küçük oyuncakları ağzıma sokmamayı öğreninceye kadar, daha büyükleriyle yetindim. peluş ayılar, tavşanlar, eşekler.. sonra biraz daha büyüyünce, küçük oyuncakların yerinin ağzımızın içi olmadığını öğrendim. o günden sonra oyuncaklar almaya başladım, ama daha küçük oyuncaklar. toybox, kinder, toto alırmışım hep onları bir plastik kutuda biriktirirmişim.
sonra büyümüşüm büyümüşüm. okula başlamışım. okulda çok gıcık kızlar varmış. kötü kötü abiler varmış. o yüzden hiç çok arkadaşım olamamış, ama iki tane can dostum varmış. onlarla beraber dışarı çıkar oynarmışız. bizim mahallenin arkalarında bir yerlerde köy gibi bir yer başlarmış. orada dümdüz bir ova varmış. (bundan sonrasını hatırlıyorum. mışlı geçmiş zaman kullanmam gerekmiyor değil mi?) orada oynardık hep. koşardık, zıplardık. yemyeşil bir düzlüktü, ağaçların ortasında kalmış, doğanın bize hediyesi bir yerdi. sonra bir gün yağmur yağdı, ama böyle çok yağdı. orayı su bastı. çevresine göre birazcık alçak bir yerdi, o yüzden su bastı orayı, sanki böyle kocaman bir göl oldu. çok korktum ben, bir daha oraya gitmedik.
birinci sınıf çok güzeldi. keşke büyümeseydik. ben birinci sınıfta oyuncaklarımla oynardım. ama bu kapitalist dünya, bizi daha birinci sınıfta kıravat takmaya zorlamıştı. boynumda kıravatla oyuncaklarımla oynuyordum, dedem o yüzden bana çok gülüyordu. ben de hep utanıyordum bu yüzden. işte biricik oyuncaklarımla aramdaki ilk engel bu olmuştu, ilerleyen zamanlarda iyice kopacaktım oyuncaklarımdan.
zaman durur mu? durmaz. ben de büydüm, büyüdüm. ilkokulda çok başaılı bir çocukmuşum. öğretmenlerim beni severmiş falan... ilk üçte bu hiç sorun oluşturmamıştı benim için. sonraları çok başım ağıracaktı bu yüzden.
dördüncü sınıfa geçine, aynı şehirde başka bir yere taşındık. hayatımın bu üçüncü şehrinde (istanbul ve erzurum ilk ikisiydi) bambaşka bir yere taşındık. Bu yeni yer ilkine göre daha ıssız, daha tenha bir mahalle idi. haliyle en yakınındaki okul da, mahalle okulu ünvanını almıştı. pek sevilmeyen bir okuldu. çevredeki aileler hep çocuklarını merkezdeki sözde daha kaliteli okullara veriyordu. bense bu okula gitmiştim. devlet okulunun o tatlı havasını burada tatmıştım. tahta sıralar, eski kara tahtalar, su şişesinin kapağıyla futbol oynayan arkadaşlarım buradaydı. öğretmenleri de çok şekerdi. ben altıncı sınıfa kadar, her derse başka öğretmen girecek gerçeğinden de korkuyordum. sınıf öğretmenimi bırakacağımdan korkuyordum. gerçi bu okulun ilk günü, sınıfımı bulamayarak öğretmenin gözünde aptal konumundaydım. tabi sonraları, başıma bela olacak "başarılı çocuk" kimliğimle tanıyacaktı beni bu öğretmen...
altıncı sınıfta, dersaneye başlamışım. sıraları daha yeni, yerleri daha temiz, kantini daha güzel, öğretmenleri daha sevecen bir dersaneydi. o gün biraz olsun okulumdan soğumuştum işte...
bir yıl boyunca, bu dersaneye gittim, ama daha ilk haftadan oradakilerin kafasında inek öğrenci profili oluşturmuştum. bana çatak profesör lakabını takmıştı bi çocuk, o günden sonra adım çatlak profesör kaldı dersanede. sınıfın en arkalarına oturur, dersi dinler, notlar alırdım. teneffüslerde bilim teknik okurdum. evet, gerçek anlamda bir inektim. ama seviye sınıfı olan dersanede, 3. derece sınıftaydım. herkes benim neden birinci derecedeki sınıfta olmadığıma anlma veremiyordu. sonra bir deneme sınavında, yaptığım dereceyle, biricik öğretmenim ömer hoca, beni en iyi sınıfa almıştı, üstelik bu bir sınıf değiştirme sınavı değildi, sıradan bir denemeydi.
dersanedeki bu yeni sınıfla birlikte, dersanenin en başarılı çocuğuyla aynı sınıfta olmuştum. en başarılı, ve en zeki. kafası geriye doğru biraz şişkindi, bu ona daha zeki bir hava katıyordu. benim o zamanlar 10 yanlış çıkardığım denemelerde, o full bile çekebiliyordu. ve buna rağmen, ona da bana taktıkları tarzda bir lakap takmıyorlardı. o da benim gibi çalışkandı, hatta inekti. ama herkes ona saygı duyuyordu.
sonra, aradan aylar geçti. tabi o sene sbs'ye hazırlanıyorduk. kıran kırana bir mücadele. sbs'ye iki ay kala, bizim dersanedeki öğretmen, koleje gitmem konusunda ne düşündüğümü sordu. bizim dersanenin, ortak oldukları bir kolejleri var. sahipleri aynı kişi diyelim. sanırım beni başarılı birisi olarak gördükleri için de, sbs'de derece yaparım diye aralarına almak istiyorlardı. ömer hoca benimle konuştu falan. ben aileme soracağımı söyledim. sonuçta özel okul, okumak için para verdiğiniz (?!) bir yer öyle değil mi? sonradan öğrendim ki, benim için zaten özel bir indirim yapacaklarmış. Daha sonraki günlerde, kolejden ileride benim rehber öğretmenim olacak olan öğretmen geldi. elimi sıktı. nasılsın oğuzcaan? falan filan, böyle bana samimi davranmaya çalıştı. elimi bir tuttu mu, yarım saat, konuşması bitene kadar tokalaşıyordu. tabi ben daha sonra, bizim bu dersanenin de, kolejin de fetocu olduğunu öğrenecektim.
ertesi hafta okulu ziyarete gittik. Eski okulum gerçek anlamda eskiydi, burası ise giresunun en iyi okuluydu, gerek kadrosu, gerekse mimarisi olarak. ben önce bir oha?! oldum tabi. şimdi ben buraya bedava mı gideceğim diye?
bir hafta boyunca, eski okulumdaki kimseye bundan söz etmedim. sonra bir türkçe dersinde, araya sıkıştırdım. bu kadar tepki göstereceklerini de düşünmemiştim. türkçe öğretmeni hemen "yok yaa? nasıl? olur mu öyle şey? hayır gitmiyorsun hiçbir yere!" diye söylendi ben de "ulan sanane pezevenk istediğim okula giderim sana mı sorcam, mal!!" demedim tabi. ne dediğimi hatırlamıyorum, sanırım kendimi haklı çıkarmaya çalıştığım bir şeyler zırvaladım. aynı tepkiyi diğer öğretmenler de verdi. beni gerçekten sevdikleri için mi, yoksa sbs'de iyi yaparım da okulun reklamını yaparlar diye mi gitmemi istemediler bilmiyorum. ama sonuç olarak, gittim. gitmeden önce oradaki arkadaşlarım da bana trip atmaya başlamışlardı. ben de gitmeden önce onlara "sanki burada olduğum zamanlarda bana çok iyi arkadaşlık yaptınız? futbol oynayamıyorum diye bana top dediniz. hep beni dışladınız. aranıza almadınız. dalga geçtiniz. beni kıskandığınız için hep öğretmene karşı kötülediniz. şimdi, şimdi gidiyorum ben. ve emin olun sizi de hiç özlemeyeceğim..." dedim. TABii Ki DEMEDiM. böyle bir fırsatın benim geleceğim için çok iyi olacağı hakkında bir şeyler zırvaladım. daha sonra bu okuldan ayrıldığıma pişman olacaktım.
Evet, gerçekten yeni bir okulda, yeni arkadaşlarım, yeni öğretmenlerim vardı. dersanede "çağrı kolejine gidenler" diye kafamda bir liste oluşturmuştum. şimdi, dersanedeki çoğu arkadaşım buradaydı, ve onları kendi okullarını ziyarete gelmişim gibi hissediyordum.
okula kayıt için, müdür yardımcısının odasına girdik, ramazan hocayla. (beni dersanede karşılayan adam.) odada aynı zamanda başka bir sınıfın rehberlik hocası, sosyal bilgiler öğretmeni de vardı. "bu yeni öğrenci mi?" dedi. "Bizim sınıfa alsak ya onu yaa..." dedi. ramazan hoca da yokyaa se bizi keriz mi sandın lan oç, der gibi reddetti bu şakayı. hemen iki tıkla, kaydımı bu okula aldı. "teknoloji ne kadar gelişti değil mi yaa!" dedi. benden derece sağlayacaklarını düşündüğü için ne kadar da mutluydular tanrım!
işte sonra, yeni sınıfıma çıktık. 6-C. arkalarda bir yerlerde sıra ayırmışlar bana. üzerine "hoş geldin oğusan!" "Oğuz Can hoşgeldin okulumuza" tarzı, adımın yanlış yazıldığı bir sürü sevgi dolu cümle yazılıydı. oturdum sırama. ah beni ne kadar da güzel karşılamışlar.. keşke bana karşı hep böyle davranacaklarını zannetmeseydim.
ilk zamanlarda bu sınıftakilerle aram iyiydi. ama utancımı, ve hiç konuşmadan sınıfta sakin bir şekilde oturmamı yeni gelmeme bağlıyorlardı. oysa ben o zamanlar böyleydim. Sonraları sınıftaki bu sessiz duruşumla, denemedeki iyi netlerimle (okul birincileri kadar iyi olmasa da) çoğu öğretmenin bir şekilde gözüne girmiştim, uslu çocuk oğuzcan profilyle. ramazan hoca da artık reheber öğretmenimdi zaten.ama burada işler, eski okulumdaki kadar da basit işlemiyordu işte. her iki haftada bir deneme olunuyordu. her sınıfın rehber hocası, denemeden sonra öğrencileri toplayıp, denemeyi değerlendiriyordu. erkeklerin ve kızların rehber hocaları ayrıydı. (bkz. dinci okul demiştim dimi) ramazan hoca, bizim 6 c sınıfının erkeklerini toplayıp, sıraya diziyordu. deneme sonuçlarını sorup, neden böyle olduğunu falan soruyordu. AMA GENELDE, BENi O iLK GÜN KARŞILAMAYA GELDiĞi KADAR SAKiN OLMUYORDU. bağırıyordu, kızıyordu. her hafta öğrencilere bir kart dağıtıyordu, öğrenciler hafta boyu bu kağıtlara çözdüğü soruları yazıyorlardı. haftanın sonunda, kaynakları kontrol ediyordu, kartlarla karşılaştırıyordu. kaynakları çözülmemiş olanlara da hiç güzel muamele yapmıyordu açıkçası. neyse neler yaptığını yazmıyayım şimdi burada....
Ama bana karşı, hiç diğerleri gibi değildi. genelde denemelerde iyi yapardım. ödevlerimi de tam yapardım. ama eksik olduğu zamanlar olurdu, bu zamanlarında diğerlerine bağırırken, bana çok bağırmazdı. tabi doğal olarak da, bu diğer erkeklerin gıcığına giderdi. bana karşı yapılan bu özel muameleyi fark ettikleri zaman, işte o zaman bana yavaş yavaş düşman olmaya başladılar. haftanın bazı günleri, ramazan hocanın erkek öğrencileri olarak, okulda kalıp etüt yapıyorduk. günün sonunda ise evlere dağılmak yerine, okulun en üst katındaki mini-yurtta yatılı kalıyorduk. pizza-pide falan söylüyorduk. arkadaşlarla film izliyorduk. oyun oynuyorduk... ne kadar güzel gözükse de, benim için program bu kadar zevkli geçmiyordu. arkadaşlar film izlerken toplanıp bir koltuğa oturuyordu, beni is yanlarına almıyorlardı. ben kendi yatağımda uzanıp izliyordum filmi. ufacık bir hatamı görseler, öğretmene ispiyonluyorlardı.
bana ne kadar düşmanca davrandıklarını anlamam uzun girmemişti...
iki ay geçti.
6. sınıf sbs'sine girdim. kelimenin tam anlamıyla bok gibi geçmişti. çok üzülmüştüm tabi, ama benden derece bekleyen insanların da hayal kırıklığı yaşaması sadistçe, hoşuma gitmişti. 7. sınıfta ise, bizim okula çok fazla talep olmuştu, 7. sınıf için. bu yüzden, 7D adında yeni bir sınıf açmak zorunda kaldılar. yeni öğrenciler, bu sınıfa gideceklerdi. asıl sorunsa şuydu, ben de yedi de'ye mi geçecektim? kafamda bu sorunun cevabı tabii ki hayırdı. sonra, ramazan hocanın da etkisiyle, kaydım yedi de'ye alındı. istemesem de, ramazan hocanın benden kurtulmak istediğini düşünmeme engel olamadım. bir süre, bu iki sınıfın rehberliğini ramazan hoca üstlenmişti. kızlarınkini de yedi ce'nin kızlarının rehber hocası almıştı. ama sonra, erkeklerin rehberliği ayrıldı, serdar hoca denen, yeni beden öğretmenine verildi. Ah ne kadar güzel, bedenci bir rehber hoca. ne kadar da şanslıydım. Hayatım boyunca, beden öğretmenlerinden korkmuştum. beden dersim çok kötüydü, hiçbir sporda başarılı değildim. bu öğretmenin de çok sert bir yüzü vardı. koccamaan bir siktir çektim içimden. hayatım zehir olmuştu. o sıralar, ben hayata bağlayan tek şey, yeni sınıfımıza gelen eski kankim yunus emre olmuştu.-----------
Yunus emreyle, dördüncü sınıfta, ikinci okuluma geçtiğim zaman tanışmıştım. aslında birbirimize pek benzemiyorduk. ancak onda da bende olan bir şey vardı. (hayıri pipiden söz etmiyorum!) ikimiz de nasıl desem, o sınıftakiler yerine, birbirimizle takılmayı tercih ediyorduk. iyi anlaşırdık, o da benim gibi, sakin sessiz bir çocuktu o zamanlar... yu gi oh izler, birbirimize anlatırdık. teneffüslerde beraber gezerdik. nasıl bakarsanız bakın, iyi arkadaştık. hatta dersaneyi de bana o önermişti. dolayısı ile, o koleje de onun sayesinde gitmiştim. aynı dersaneye gidiyorduk, aynı sınıftaydık. ama o en iyiler sınıfındaydı en baştan beri, tabi benim onun yanına gitmem biraz aman almıştı...-----
yeni sınıfı açacakları gün, okulun ikinci günü, tüm yeni gelen öğrencileri bir sınıfta toplamışlardı. onlar için yeni bir sınıf açacaklarını, okulun temel kurallarını falan içeren minik bir konferans vermişlerdi. tabi, ben de oradaydım. ben de güya yeni öğrenciydim, ramazan hocamız sağolsun... konferansın sonunda, müdür yardımcısı bana ynus emreyi tanıyıp tanımadığımı sormuştu. ben de tanıdığı söyleyince, onun da bu hafta içinde geleceğini söylemişti. AMA NASI MUTLUYUM.
yeni sınıfımız 16 kişilikti. ne güzel değil mi? 6 kız, geri kalanları erkek. almanyadan gelen, daha sonra biri çok başarılı olacak, diğeri ise pek başarılı olamayacak iki çocuk. iki tane abaza. ve tabii ki yunus! lan dedi, sen mi aldırdın beni buraya n'aptın? dedi. gülüştük falan. ama ben sanıyorum ki, eskisi gibi böyle kanki olacağız, beraber takılacağız falan... oysa bu yeni okula gelince, yunus kendine göre daha "nitelikli" insanlarla karşılaşmıştı. nitelikten kastım basketbol. daha sonra tenis. futbol falan filan derken. beni sevmeyen o çocuklar, yunusu aralarına almışlardı. ah tanrım dizilerdeki gibi aynı değil mi?
Yedinci sınıf da, diğerleri gibi geçti. ama ben bu arada, kendi içimde içten içe değişiyordum. artık eski asosyal inek havamdan kurtuluyordum. daha az çalışıyordum, daha çok insanla konuşuyordum. sonra farkında olmadan, yeni sınıfım yedi de'de popler biri olduğumu farkediyorum... hala aynı dersaneye gidiyordum, orada çatlak profesör ünvanım hala devam ediyordu, ama sadece adım çıkmış dokuza, inmez sekize meselesiydi. yavaş yavaş kişiliği oturmaya başlamıştı. tabi ergenlik, ilk aşk falan. gerçi o, buraya yazmaya gerek duymadığım kadar gereksiz bir şey.
Aslında sekiz de pek farklı geçmedi. yedinci sınıf sbs'sinden bir yanlış çıkararak iyi bir derece yapmıştım kafamda. dersane indirim sınavında da ikinci olmuştum, beni geçen çocuk da o dersanenin en zeki çocuğu vardı ya hani? oydu işte. gerçi ben denemede full çekmiştim, ama bir soruyu yanlış kodlamışım *hassstr* ikinci oldum. neyse sonuç olarak, dersaneye de okula da burslu gitmeye başlamıştım.
Bu arada, yeni rehber hocamı da unutmayayım, bedenci vardı ya hani. serdar hoca. sonradan fark ettim ki, O DÜNYANIN EN SEVECEN iNSANI. ben ce sınıfında de sınıfına geçince, artık ce ile bağlarımı tamamen koparmıştım. ramazan hocayı da içten içe özlüyordum. gerçi o sınıf ta hemen yanımızda, bitişiğimizdeydi. tenefülerde gidiyordum ara sıra. yine de arkadaşlarımdı sonuçta. ama bir süre sonra, sınıfa girdiğimde "nooldu, ne var?" tarzı şeyler zırvaladıkları için, bir daha o sınıfın kapısına uğramadım. belki bir iki kez.
yeni sınıfımda, yeni arkadaşlarımla mutluydum. yunus emreyle ise artık eskisi gibi değildik.sadece 'sınıf arkadaşı'ydık. ama olsun. değil mi? yeni arkadaşlarımın arasında popiydim artık. derslerde ben de yaramazlık yapardım. denemede full çektim diye de beni dışlamazlardı. candı onlar, can.
serdar hocaya gelince, dünyanın en iyi hocası olduğunu söylemiş miydim? ramazan hocayı özlüyordum, evet. ama serdar hoca açık ara öndeydi.. Çok daha az sinirliydi. biz de hafta içi okulda kalıyorduk. ama program daha free geçiyordu. bilgisayar sınıfının anahtarı onda vardı. bize etütten sonra sınıfı açardı. arkadaşlarla saatlerce counter oynardık. çiş için üst kattaki erkekler tuvaleti yerine, hemen yanımızdaki kızlar tuvaletini kullanırdık asdfghjklşi neyse, sonuç olarak, eğlenceli geçerdi. tabi bu arada, ergenlik kafası bende devam ediyordu. kişiliğim yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. sekizinci sınıfta, daha böyle karanlık bir kafam vardı asında, metal falan. asıl kişiliğimi oluşturan, yazı yazmak, bulutları izlemek, çilekli süt sevmek, ağacın altında kitap okumak gibi şeyler, karakterime o sekizinci sınıf yazı eklenmişti. ha bu arada, sekizinci sınıf sbs'si de iyi geçmişti. iki yanlış yapmıştım, her ne kadar altıncı sınıftaki o inek oğuzcan kadar çalışmasam da, başarılı bir öğrenci sayılırdım. ben de rahat rahat, fen lisesine gittim. aslında bana ters gibiydi. ne bileyim, kendimi pek sayısal öğrencisi olarak görmüyordum. ama benim için daha iyi bir lise olamazdı. çağrı kolejinden 10 kişi bu okula gelmişti, hatta beşi de de sınıfındandı! eeen eski okulumdan, ilk üç sınıfı okuduğum okuldan birisi de bu okula gelmişti. dört-beşi okuduğum "Mahalle Okulu"mdan da, büyük sınıflarda birileri vardı. dersaneden de bir sürü kişi vardı bizim bu yeni okulda. ya, evet, yepisyeni bir lise hayatı beni bekliyordu.
Okulu çok sevmiştim, tek hayal kırıklığım: dolapların amerikan filmlerindeki gibi demirden değil, ahşaptan oluşuydu. sanırım bu pek de büyük bir problem değildi. sınıfımda çok şeker arkadaşlarım vardı. çağrı kolejinden kalma kankim alperenle aynı sınıfa düşmüştük. dersanede bir ara gördüğüm, "çok kitap okuyan kız" profilli ayşegül de bizim sınıftaydı. işte üçümüz, bir de yeni bir arkadaş olaraktan nefise, beraber takılıyorduk. yemekhaneye beraber iniyorduk, teneffüslerde okulun çevresini turluyorduk falan. iyiydi yani. bir başka dahil olduğum grup olaraktan, canan, gizem, kübra, orçun grubu vardı. yazılı öncesi toplanır ders çalışırdık. fen lisesi, hatırlatırım * ama fena mı oluyordu, yoo hayır çok iyi geçiyordu. kantinin önünde, oturunca içine göçtüğünüz büyük, eski koltuklar vardı. yanındaki duvardaki LCD ekran tv'de number one açık dururdu, bazen de orada çalışırdık. kübra öğretmen gibi her şeyi çalışıp bize anlatırdı. hepimiz notlar hazırlayıp notları karşılaştırıyorduk. iyi geçiyordu yani.
okul ise, genel anlamda çok iyi, kendi çapında bütün bir okuldu.büyük sınıflar size artislik taslayıp, kabadayılık etmezdi. hatta bizi korurlardı bile. öğretmenler desen, öyle kafa adamlardı...
Dokuz her açıdan iyi geçti. onuncu sınıfta ise, bu okulun en kötü yanlarından biri olan iğrenç bir uygulamadan nasibimi alacaktım. her sene sınıflar değiştiriliyordu, yeniden düzenleniyordu. bense çoğu arkadaşımdan ayrılıp, tanımadığım yeni arkadaşların arasına düşmüştüm. alperenle aynı sınıftaydık. ama nefise, ayşegül, canan, gizem, orçun, hiçbiri yoktu. haa, bir de yeni biri olarak, yunus emre vardı. aa söylemedim mi, o da fen lisesine geldi... ilk sene ayrı sınıflardaydık, onuncu sınıfta ise aynı sınıftaydık. ama tabi sonra çok başka şeyler olacaktı, lise 2, yeni başlıyordu.
1990'da doğdum. kimse o zamanlar tehlikenin farkında değillerdi, ta ki bu zamana kadar. yıl oldu 2012 ve insanlar benden kurtulmaya bakıyorlar. haklılar, uğraşılmaz lan benle. neyse, 1990'dan beri aralıksız yer, çıkarır, nefes alırım. 2007'den beri düşünür, 2010'dan itibaren karalarım. sinema vazgeçilmez tutkudur ki çok uğraşırım, elbet alacam olum o oscar'ı! he, bir de işime gelince acayip eğlendiririm insanlığı.
12 ocak 1989 -doğduğum söyleniyor.
1993 -babaannem popomu çakmakla yakar. ne olmuş altımıza işediysek?
1994 -dedem vefat eder. şu ağzıma lokmaları basıp, "büyüsün çocuk!" diyen dedem.
1995 -anne baba boşanır: meşhur, çocuklar evdeki huzursuzluktan etkilenmesin bahanesiyle. ulan o günleri hatırlamıyorum bile. ama ortaokulda öğretmen "baban ne iş yapıyor," dediğinde ağladığımı hatırlıyorum. biz anneannemlere, babam yurt dışına...
1999 -sünnet olurum; ancak ne gerek vardı: hoşlandığım kızın gözü önünde, etekle eve sokulmaya?
2001 -ingiltere'ye aile birleşimi başvurusu yaparım. sonuç: bana kefil olacak adam ölür.
2002 -babam 7 yıl sonra bizi ziyarete gelir. "baba" diyemem ona, unutmuşum bu kelimeyi.
2003 -futbol kulübüne giderim; kondisyonsuzluktan başarısız olurum.
2004 -ilk defa aşık olurum;edebiyat öğretmenime. bana sözlüde 5 vererek, karşılıksız olmadığını (!) kanıtlar.
2006 -ilk defa bir kızla çıkarım; 2 ay sonra bitmek üzere.
2008 -ingiltere'ye vize başvurusu yaparım. konsolosluk bombalanır. sonuç: ret!
2010 -iki yıllık üniversiteyi, dört yılda bitirip böbürlenirim. ver elini askerlik...
2011 -kaldığımız otelde, açık büfe kahvaltı yaparken, onca şeyi bırakıp, aşçının menemen malzemeleri tabağa koyarım. ailede büyük dalga konusu olur.
2012 -hayatımın dönüm noktasıdır. içimdeki boşluğu -nihayet- doldururum: öykü yazmak. su içmek gibi bir ihtiyaç oluverir: yazmak!
2012 -ingiltere'ye gitmek için, bulgar pasaportu ayarlayacak bir adamla anlaşırım. sonuç: 20 yıldır bu işi yapan adam yakalanır.
yağmurlu bir ekim sabahında nişantaşı'nda dünyaya getirmiş beni validem, bir müddet beyoğlu'nda oturmuşuz ancak bakmışlar ki çocuk yetiştirmek için çok da tekin olmamaya başlıyor bu güzide semt, yerleşmişler çamlıcanın eteğindeki acıbadem'e...
(bkz: arkası yarın)
88 şubatının 25 i... dışarıda kış kıyamet koparken sikindirik dünya ya gelmek için can atan ben henüz yeni mezun bir doktorun elleri arasında, orada bulunanlara el sallayarak yalan dünyadaki ilk nefesimi alıyorum...hemen dışarı da ise erkek çocuğu olduğunu öğrenen babam büyük bir mutluluk duyarak ömrü hayatındaki tek cömertliğini yapıp bu güzide haberi veren hemşireye şimdinin parası ile 100 lira veriyor... 4 çocuklu ailenin 3. çocuğu olarak dünya ya geldiğimde babam yüzüme, tarifsiz bir coşku ile bakıp çok özel bir çocuk olacağımı haykırıyordu... evren, tanrı, doğa ne derseniz deyin babamın bu haykırışını duymuş ve de bu özelliği bana kitlemişti... başta çokta ciddiye almadığım bu durum 94 ün kış aylarında ölümcül bir sağlık sorunu ile karşıma çıktığında bütün acizliğim ile kendisine inanmamı sağlamıştı... mücadele ve de sıkıntı dolu yıllardı henüz 5-6 yaşlarında olduğum için içinde bulunduğum durumun ciddiyetini kavrayamamıştım... anne ve babadan çok isimlerini ve simalarını hala hatırladığım sağlık personeli ile geçiyordu çocukluğum... 97 yılının bilmem kaçıncı çeyreğini gösterirken takvimler artık yatarak tedavim bitmiş ve 3-6 ve 12 aylık rutin kontroller başlamıştı hayatımın bir sonraki evresinde.. evet.. kendi ailem de dahil benden ümidini kesen herkes yeniden umutlanmış ve allah ın bu yüce lütfu için sonsuz teşekkür ediyordu... çocukluk dönemim asla farkına varamadığım bir dönem olarak yerini aldı... çocukluk nedir diye sorsalar bana
çocukluk;yaramaz bir arkadaşla hastahane odalarında yaşamaca oynamaktı derim
gözlerimi kapattı ve bana baba mı da göstermedi bu arkadaş babamı aylar sonra kokusundan tanıdım
hayatın aşınmış, nasırlı kollarından küçücük ellerimle tutunmaya çalışırken günler haftaları haftalar ayları aylar da yılları kovalarken allah ın yardımı ile vücudum bu hastalıktan kurtulmuş ve kelimenin tam anlamıyla ikinci hayat başlamıştı benim için... bundan sonrası içinse hayat artık benim için daha temkinli, emin adımlarla yürünmesi gereken bir yoldu... yarım kalan eğitim hayatımı tamamladım, ilk kız arkadaşımı tanıdım, ilk öpüşme heyecanını, ilk birlikte uyumayı, hayata daha pozitif bakabilmeyi aslında hiç bir şeyin kafama takılacak kadar önemli olmadığını, anın tadını çıkarmayı, Saniyeler sonra ne olacağını bilmeden,yıllar sonrasının hayalini kurmamayı öğrendim...ilk işime başladım ilk maaşımı aldım yani kısacası her şey geride kalmış ve ben artık sokaktaki herhangi biriydim(tabiki bu kısa sürdü) yani şu özel çocuk olma olayı kendini ara ara gösteriyor hala...şimdilerde ise 24 yaşın ve tecrübelerin verdiği olgunluk ve de sakinlik var üzerimde... hayatın bundan sonra bana daha adil ve de olumlu davranmasını dileyip bekliyorum...
8 ocak 1992de doğmamla bu garip olaylar zinciri başladı. ilk okulda süper zeka olduğum dillerde geziyordu , lise çağımda sınıfı sınırlarda geçen biri oldum. hayatımda ki en büyük dönüm noktalarından biri 14 şubat 2010da bir binanın 5. katından düşmem oldu.
iş güç koşturmaca devam ederken yavaş yavaş yaşlanmaya başladım, göbeğim çıktı saçlarım beyazladı. artık eskisi gibi günde üç maçı kaldıramayacağımı falan farkettim.
unutuyorum ve unutkanlık hastalığımın nedenlerini düşünmek için zihnimi yoğunlaştırıp geçmişe gitmeye çalışıyorum, gözümü kapatıyorum ve ağzıma o ilaçların geceleri uyurken bile mide bulandıracak kadar acı tadı damağıma geliyor,
gözümü açıp silkeleniyorum.
camı açıp sarkıyorum, hiçbir şekilde bilincim yerinde olmasa bile defalarca kusarken asla düşmediğim bahçeye bakıyorum.
toprak ilaç kokuyor,
bir otobiyografi yazacak kadar hatıram yok.
yalnızca dün, bir elma yemiştim.
ilk yazımı babama yazdım.
ikincisini de.
üçüncüsünü de.
onlarca yazıdan hiçbirini veremeyip kendimi odama kapattığım günleri hatırladıkça, dünyada bir daha o kadar sessiz kalabilir miyim?
bilmiyorum.
babam bana hiçbir şey öğretmedi.
ilk kez 7 yaşımda aşık oldum.
9+9un 18 olduğunu öğreten birini uyumadan önce düşünüp yücelttiğim zamanları hatırladıkça, dünyada herhangi birine bir daha o kadar hayran olabilir miyim?
bilmiyorum.
bana kimse aşkı onun gibi öğretmedi.
ilk kez 19 yaşımda küfrettim.
hiçkimseye güvenmemem gerektiği konusunda "bana bile" diyen babamın ağzından küfürlerini çaldım. dünyadan bir daha bu kadar nefret edebilir miyim?
bilmiyorum.
annemi kimse babam gibi üzmedi.
1976 yılında doğdum, 1992 yılında üniversiteye girdim, 1996 yılında çıktım. şimdilik gdo'lu bir gıda beni kanser yapana, saçma sapan bir suçlamadan içeri girene, herifin biri kırmızı ışıkta geçip beni gebertene ya da komaya sokana dek yaşıyorum. bakalım.