en eski inançlardandır. çünkü öldükten sonra kaybolma her şeyi bu dünyada bırakma korkusu insan zihnini hep meşgul etmişti bu düşünce ruh inancının başlamasına ve yaygınlaşmasına yardımcı oldu . bu inanç önce ruhun bedenden sonra gideceği bir mekana (ahiret), sonrada ruhu yargılayıp cezalandıracak veya ödüllendirecek bir sisteme ihtiyaç duyulmasına sebep oldu. bu inancımız sürekli sabit bir tanımda değildi tarih sürecinde çoğu kez şekil değiştirmiştir. bu değişimler ruhun farklı dallarda farklı yorumlanmasına neden olmuştur. ben felsefedeki ruh inancından çok teolojide ki ruh inancına değinmek isterim bu alanda ruh kişinin ilahîliğe iştirak eden kısmı olarak tanımlanır ve genellikle bedeni ölümden sonra kişinin varlığını sürdüren kısmı olarak ele alınır . geç neolitik erken bronz devirlerinde ruh inancı gereği ölünün yanına bazı yiyecekler eşyaları ve silahları konulurdu. yazının icadıyla bize en eski tarihsel bilgileri veren sümerlerde de ruh inancı mevcuttu ; ruha ölünün gölgesi denirdi, kişi öldükten sonra ruhlar yer altı tanrısı Kur'a götürülürdü, oraya gidebilmek için özel bir sandalcının sürdüğü bir sandal ile insanı yutan bir nehirden geçmek gerekiyordu (bu nehir Kuran'da ki sırat köprüsünün primeridir). Yunanca'da bu nehrin adı styx, kayıkcı da charon idi ) Mezopotamyalılar ölülerin ruhlarından kötü olanların yaşayanlara musallat olduğu ve onlara zarar verdikleri inancına sahiptiler. Ölülerin ruhları görülebilir ve işitilebilirdi. Bunun yanı sıra hami varlık adıyla bilinen yardımcı-koruyucu ruhlar da vardı. Babil'de her insanın bir koruyucu ruhu bulunduğuna inanılırdı Eski Mısır geleneğine göre, ölen kimseyi bir yargılanma beklerdi. iyonya okulunun kurucusu Tales,ruhu bedene hayat veren bir güç olarak tanımlıyor ama onu su gibi bir sıvı olarak nitelendiriyordu. Aneksimenes ruhu sıcak hava gibi bir şey olarak düşünüyor. Herakleitos da bedenden ayrı bir ruha inanıyor onu ateşten bir madde olarak canlı,akıllı ve ilahi olarak tanımlıyordu. ilkçağ felsefesinde ruhu maddeden ayrı bir güç olarak ve ince,latif bir nesne olarak düşünen ilk filozof Anaxagoras'tır.
Pisagor görüşünü M.Ö. 583 doğumlu Syros'lu Pherekydes'den ya da Mısır'da aldığı eğitimden edindiği ruh göçü kavramını ileri sürdü. Pisagor,ruhun ölümsüzlüğünü , bedenin ruh için bir hapishane gibi olduğunu söylüyor ve reankarnasyon inancını dile getiriyordu. aristo ruh ve beden ikilemine karşı çıkmış, ruh ve bedenin madde evreninde asla ayrıştırılamayacağını, ikisinin de aynı varlığın değişik veçheleri olduğu fikrini savunmuştur. Ona göre ruh meni yoluyla baba tarafından yavruya aktarılmakta anne ise bebeğin bedenini oluşturmaktaydı.
islam filozoflarının ilki olan Kindi'ye göre , güneş ışıklarının güneş kaynaklı olması gibi , ruhlar da tanrı kaynaklıdır.Beden öldükten sonra ruh tanrıya geri döner.
islâm felsefesi kadrosu içinde ruh problemini bütün yönleriyle araştırıp inceleyen ve bunu bağımsız bir bilim (ilmün-nefs) haline getiren ibn Sînâ'dır. Ruh bedenden ayrı bir manevi cevherdir, bedeni bir alet olarak kullanır der. gelmiş geçmiş en önemli ve parlak bilimadamlarından biri olan ibni sina ruh kavramını kanıtlamak için ünlü uçan adam kanıtını fikrini ileri sürmüştür. bu teoride şöyle der ;
Bir insan düşünelim ki bütün organları mükemmel, aklî melekeleri tam teşekkül etmiş olarak uzayda dünyaya gelmiş, aynı zamanda duyu güçleri dış dünyaya kapalı ve dış dünyadan da her hangi bir etki almayacak şekilde korunmuş olsun (Duymuyor,görmüyor,tadamıyor,koklayamıyor,dokunamı yor.. Bu insan kendi organlarının ve dış dünyanın varlığından haberdar değildir, ama bir şeyin farkında ve bilincindedir ki o kendi varlığıdır. Demek oluyor ki insandaki varlık bilincini yapan ne duyu organları ne de dış dünyadan gelen izlenimlerdir. Öyleyse varlık şuurunu uyandıran bu ilke maddeden farklı, ona zıt bir şey olmalıdır. O da manevi bir cevher olan ruhtan başkası olamaz...
Kuran'da
(Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin işlerindendir size az bir bilgi verilmiştir.) isra 85. ayet.
(Allah öleceklerin ölümleri anında ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır) Zümer 42. ayet.
(Yukarıdakiler ile beraber kuran da 24 yer de geçen ruh kelimesi o zamanın müslümanları tarafından peygambere sorulduğunda bu konuda pek bilgisi olmayan peygamber isra 85 teki ayet ile soruyu geçiştirmiştir)
Eski mezopotamya da ki koruyucu ruh inancı kuran a şöyle geçmiştir.
(Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah'a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. işte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennetlere sokacaktır.)
Mücadele suresi 22. ayet.
insanoğlu her zaman bilemediği bulamadığı cevaplara hayal gücü ile doğa üstü bir cevap aramıştır. yıldırımı tanrıların öfkesi veya silahı; yağmuru tanrının gözyaşları; yıldızları da gece yolumuzu aydınlatsın diye tanrıların göğe astıkları kandiller sandılar . bunun gibi yüzlerce örnekte de olduğu gibi her zaman cevap olduklarına inanıldılar çünkü doğal süreçleri doğa üstü şekilde açıklayamazlardı. maalesef günümüz insanı hala bunu öğrenememiştir. bilim yoluyla henüz öğrendiklerimiz öğrenemediklerimizle kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Henüz çözüm bulunamamış bir çok soru vardır. fakat hala günümüz çoğu kimse bilimsel araştırmalarda cevabı aramak yerine evinde oturarak ve sadece bağnazlığa sığınarak kendisine bol tanrılı doğa üstü sebepler bulmaktadır.
Yukarda okuduğumuz gibi ruh tarihin belli evrelerinde farklı bilinmezlere cevap olmuştur. zaman geçtikçe bilimsel (gerçek) cevaplarla sürekli ruh kavramı değişmiş başka bilinmezleri açıklamakta kullanılmıştır . bu yüzdendir ki birbirinden tutarsız ruh fikirleri tarih boyu hep ileri sürülmüş bulunmakta. günümüzde ruhun sıkıştığı cevap ise bilinç denilen zeka ürününün aslında ruh olduğu fikridir... bunun cevabı için evrimsel süreçte bilinçlenmenin nasıl gerçekleştiğine kısaca göz atmak gerekir.
Bir türün canlılığının ortaya çıkışından zamanımıza kadar evrimsel olarak gösterdiği tüm gelişmeler(iç güdüler) DNA sın da genler şeklinde bağlanır ve korunur. buna türün belleği denir; bunun yanı sıra bir türe ait her birey yaşam süreci içinde öğrendiklerini özel bileşikler şeklinde(RNA molekülleri ve ardından onun kodladığı proteinlerle) kendi genetiğine bağlayarak saklar. bu gen eklenmesi ve ona bağlı olarak reflekslerin birikmesi sonunda bugün her türün kendine özgü davranış şekillerinin ortaya çıkmasına (içgüdüler) neden olmuştur. bir hücreli canlılardaki stoplazmik lifler , süngerlerdeki ve bazı ilkel yassısolucanlardaki diffüz sinir liflerini , onlarda ilk olarak sırt ipi şeklinde toplanıp daha sonrada ön kısmı gelişerek beynin kökeni olan koku lobunu yapmıştır. evrimsel süreçte sıcakkanlılığa geçişle davranışlar özellikle beyin işlevleri çevre koşullarına tam bağımlı olmadan yürütülmeye başlanmıştır. bunun sonucunda soyut düşünme yetisi kazanılmıştır. soyut düşünce gerçek benliğin ve etkili bir iletişimin meydana gelmesini sağlamıştır. iletişim bilgilerin hızla birikimine buda bilgi birikiminin ilkel yeri olan koku lobunun gelişerek büyük beyni yapmasına neden olmuştur. türün kazanmış olduğu içgüdüsel davranışlar büyük beyni gelişmiş canlılarda denetim altına alınabilir hale gelmiştir. fakat çok kuvvetli uyarılarda bu denetim anlık olarak yitirilebilir. örneğin eşeysel (cinsel) olarak yada beslenme ile (kan kokusu) bazı hayvanlar veya kızdırılan insanlar çok defa bu denetimi yitirerek eski temel hareketlerine dönebilirler. bazı durumlarda da refleksler(iç güdüler) tam anlamıyla büyük beynin denetimine alınabilir. örneğin tüm vücudumuzu kurtarmak için kızgın demiri elimizle tutmak zorunda kalındığı zaman reflekslerimizin tersine tutarız demiri . evrimsel süreçte zeka merkezi olan frontal lobu en gelişmiş olan canlı olarak diğer hayvan türlerinden ayrılmaktayız.
Organik evrim sürecinde tüm ataların kazanmış olduğu bu deneyimlerin büyük beyin tarafından eşgüdümü benliğin ve işte ruh sanılan duygunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. yeni doğan bir bebek sadece iç güdüleriyle hareket eder , yemek istemek amacıyla değil açlık merkezinin ağlama merkezini uyarması sonucu ağlar. ama zamanla kazandığı deneyimler onun ilerde yemek yemek için ağlamayı planlamasını sağlar. yani genlerimizde kayıtlı olan gelişmiş bilinç düzeyini ancak ve ancak öğrenerek tecrübelenerek kullanıma sokuyoruz.
yaşam (can) manevi soyut bir şey değildir. kuralları olan somut bir kavramdır. bu kuralları yerine getiren organik maddelere yaşıyor denilmektedir. yani ruhun girmesiyle ne yaşam başlıyor ne de onun çıkmasıyla ölünüyor. nedir bu kurallar ? öncelikle madde dna veya rna ya sahip olmalıdır. ayrıca kendi içerisinde kararlılığını koruyan bir sisteme sahip olmalıdır ama aynı zamanda dışarıda ki uyaranlarla ilişki içinde olmalıdır ,hareket edebilmelidir ve kendini çoğaltabilmelidir. bu basit şartların sağlandığı her yapıya canlı denir. örneğin virüsler sadece protein bir kılıf ve içinde dna veya rna sıyla canlı ile cansızlık arası geçişi temsil eder. bir virüs canlı ortamda canlı özellikleri gösterebilirken cansız ortamda kristal (cansız) halindedir . watson un 1968 yılında yaptığı yapay virüs canlılığın cansızlıktan organize olduğunun en büyük kanıtıdır. canlılığı oluşturan maddeler basittir ve tüm canlılarda ortaktır. dna artık günümüzde yapay olarak üretilebilmektedir, çoğu insan canlılardaki kompleks yapıları görüp bu kompleksliğin nasıl olurda kendiliğinden aniden geliştiğine hayret etmektedir. oysa bu hatalı bir düşüncedir. yıllar süren evrimsel süreç bugünkü yüksek organizmaların oluşumunu sağlamıştır aniden ortaya çıkmış değiliz. virüs gibi en basit canlıları gözlemleyen bir insan canlılığın aslında o kadar da karmaşık olmayan bir sistem olduğunu anlar . Ölüm ise herhangi bir sebepten dolayı bu sartlardan birinin veya birkaçının yerine getirebilme yetisinin kaybolmasıdır.bitkisel hayatta olan hastalar yaşamakta olduğu halde bilinçleri yerinde değildir ..(ölümü evrimsel süreçte daha ayrıntılı açıklayabilirim başka bir yazıda)Bu da bilinci ve yaşama gücünü barındıran bir ruh anlayışını kökünden çürütmektedir. Veya yeni doğmuş bir bebek henüz bilişsel yeteneklerini kullanamayacak şekildedir. Bu durumda bebeğe de (halk arasındaki anlamıyla) ruhsuz diyemeyiz.
O zamanlar insan duyusunun 5 duyu olduğu sanılırdı oysa yapılan bilimsel araştırmalar en az 9 duyuya sahip olduğumuzu göstermiştir. bu fazladan duyulardan bir bölümü ısı duyusu,denge duyusu,ağrı duyusu,ve iç algı duyusudur.iç algı duyusu (kinestetik) vücudumuzdaki bileşenleri görmediğimizde veya hissetmediğimizde bunların nerede olduğunu bilmemizi sağlar. örneğin gözlerinizi kapatın ve ayağınızı havada sallayın..ayağınızın vücudunuza göre nerede olduğunu yinede bilirsiniz.
işte bu duyu ibni sina nın bilemediği bu duyu kişinin bu 5 duyudan yoksun kendi varlığını hissetmesini sağlayan duyudur. kısacası ruh denilen sözde doğa üstü bir parçamızla değil de kendimize ait bir parçayla bunu kavramaktayız.
ruh diye bir şeyin olmadığını söylemek insan organizmasını basite almak değil ona saygı duymaktır. Türlerin milyarlarca yıl süren evrimiyle oluşan bugünkü beyin yapımız ve bilinçlilik düzeyimiz doğanın bize en büyük hediyesidir. insan denen varlık hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizle kıyaslanamayacak kadar az. tüm doğa öğrenilmeyi keşfedilmeyi bekleyen gizemlerle dolu...
Lütfen doğaya olan hayranlığımızı ve merakımızı onu doğa üstü bir şekilde açıklamaya çalışarak törpülemeyelim...