muhasebesini tuttuğu küçük sucuk işletmesini kaplayan baharat kokusuna bir türlü alışamamıştı. dünyalık sıkıntısı olmasa durumu biraz daha katlanılabilir olurdu ama heyhat!... tamirciye gidecek parası olmadığı için külüstür aracının düşmek üzere olan tamponu telle tutturmuştu...
oysa parayı bulmak için neler yapmamıştı ki? islam'a göre ters olmasına rağmen kısacık şortlarla futbol oynamıştı yıllarca ama bir türlü dikiş tutturamamıştı... beş vakit namazında kendisini bu sıkıntılardan kurtarması için allah'a dua ediyordu. çevresi kendisi gibi imanlı ama parasız insanlarla doluydu. bir şey yapmalıydı ama ne?
bir gece rüyasına ak sakallı bir dede girdi. dedenin büyüklerden olduğunu tahmin ettiği için hemen eline sarıldı. fakat eline sarılmasıyla dedenin şamarı suratına aşketmesi bir oldu... "dedem nedir bu yaptığın?" dedi. dede "gafletinin ve cehaletinin cezasıdır ey oğul! her gün rabbimize paraya, saraylara kavuşmak için dua ediyorsun ama dinimizin sunduğu imkanlardan yararlanmayı ihmal ediyorsun" dedi. şaşırdı... "dedem nedir gaflete düştüğüm imkanlar?" diye sordu. dede "ey oğul sen rızkın onda dokuzu ticarettedir hadis-i şerifini bilmiyor musun?" dedi. "biliyorum dedem ama ticaret yapacak sermayem yok" diye yanıtladı mahzun genç. o anda bir tokat daha yedi. dede "ey gafil, allah'ın dini dururken başka sermayeye mi ihtiyacın var? din ticareti yapsana!... hem sende istidat görüyorum. din ve dünyalık yolunda mugalata yapmak sevaptır. mugalata üstüne ol..." dedi ve bir nur içinde kayboldu.
mahzun genç kan ter içinde uyandı... artık yolunu nasıl bulacağını biliyordu.
Kucukken çocukar oyun uzun essek oynuyorlarmiş fakat o oynamazmiş nedeeeeen çocuklaar çunku o kimsenin önünde eğilmezmiş.(voouuaaaaooauuvvv)
(bkz: Atatürk mitolojileri)
yıl 1960 menderes hükümeti devrilmiş. menderes mahkemeye yargılanmaya başlar ve savunmasını yapar. yine günlerden bir gün mahkeme heyeti menderes'e savunma için söz vermişken menderes arkasına döner bakar ve mahkemeyi izleyen bir çiftin kucağında küçük çocukla göz göze gelir. işte o an gözleri parlar menderes'in. bir süre sonra menderes ve yol arkadaşları için idam kararı çıkar.
aradan birkaç sene geçtikten sonra, menderes'in kabri başında çocuklarıyla beraber dua eden bir aile görülür. ailedeki herkes ellerini açmış menderes için dua eder. duaları bittikten sonra adam karısına döner: rabbim bizlere bir daha onun gibisini göstercek mi ki hanım" diyerek gözleri dolu dolu hanımına sorar. hanımı da küçük çocuğunun başına elini koyarak: "inşallah bey inşallah rabbim bize yine o günleri gösterecek" der. işte o anda ailenin yanına tonton mu tonton, ak sakallı, nur yüzlü yaşlı bir adam gelir. hemen dikkatini cin gözlü küçük çocuk çeker. ona bir oyuncak verir: kepçe. eğilir, çocuğun başını okşayarak sorar küçük çocuğa: "adın ne bakalım senin küçük çocuk? küçük çocuk da heme cevap verir: "recep tayyip amca" yaşlı adamın gözleri o anda çakmak çakmak olur.
adı recep tayyip olan bu küçük çocuk, menderes'in mahkeme salonunda göz göze geldiği küçük çocuktur.
Antik bir kasımpaşa danrısı oldugu söylenmekte.
Ne bok oldugu belli olmayan bu danrı icin orospu cocuklugu tanrısı denmekte.
kötülük tanrisi hadesin erdoganious un sağ kolu oldugu söylenir. Ayrica bu kasimpasa danrisinin aptallardan olusan büyük bir ordusu varmis. herkes bu ordudan cok korkarmis.
cahillerden korkulmasi gerektigi de bu mitolojiden gelen bir çıkarımdir.
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar.Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı
Berber: Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allahın varlığına inanmıyorum.
Adam: Peki neden böyle diyorsun?
Berber: Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terk edilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini üzmezdi.Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok
Berber: Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim.
Adam: Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.
Berber: Hımmm Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?
Adam: Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. işte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni sadece bu!
Berbere unutamayacağı bir ders verip onu Allah ile tanıştıran bu adam Recep Tayyip Erdoğan'dan başkası değil...
tayyip erdoğan ak saray'ın botanik bahçesinde gezinmektedir, o sırada cumhurbaşkanlığı muhafız alayı askerlerinin bir araya toplandığını ve birşeyler yaptıklarını fark eder, onlara doğru seyirtir. bir bakar ki 7-8 tane asker birbirleri ile güreş tutmaktadır.
erdoğan askerlerin yanına gider ve "kolay gelsin" der.
tayyip erdoğan askerlere ne yaptıklarını sorar, askerler de birbirleri ile güreş tuttuklarını böylece zinde kaldıklarını söylerler, tayyip erdoğan "aranızda en iyi güreşçi kim" diye sorar, herkes mersinli onbaşı nevzat'ı gösterir.
tayyip erdoğan nevzat'ı yanına çağırır ve sorar;
"ey onbaşı, benime de güreş tut, beni yenebilir misin?"
asker cevap verir,
"aman sayın cumhurbaşkanım, sizi bütün dünya bir oldu yenemiyor, ben nasıl yenerim..."
bu cevap tayyip erdoğan'ın çok hoşuna gider, nevzat'ı ve diğer askerleri ödüllendirerek ak saray'a ve zorlu uğraşına geri döner...
tayyip erdoğan, gezi olayları ve paralel yapının kumpasları ile boğuşmaktan yorulmuş, birkaç gün inzivaya çekilmek için ankara'dan ayrılmıştı.
bu ufak tatilinde de tebdil-i kıyafet dışarı çıkmış, doğa gezisi yapmaktaydı.
derken karşısına sürüsünü otaran bir genç çoban çıktı, tayyip erdoğan çobanın yanına gitti ve seslendi.
-kolay gelsin delikanlı.
+sağolasın beyim.
-napıyorsun nasıl gidiyor,
+vallahi allaha şükür beyim, çalışıyoruz hayat gailesi.
-iyi maşallah, delikanlı, sen tayyip erdoğan'ı tanıyor musun?
+tanımam mı beyim, tanırım elbet.
-nasıldır tayyip erdoğan?
+allah ondan razı olsun beyim, nasıl olsun, o milletin adamıdır, mazlumun yanındadır, allah onu başımızdan eksik etmesin.
-peki sen tayyip erdoğanla tanışmak ister misin?
+istemem mi beyim, isterim elbet, onla tanışmak onun elini öpmek bu memlekete yaptıkları için teşekkür etmek isterim.
tayyip erdoğan bu söylenenlerden çok memnun kalır ve başındaki kasketi çıkararak çobana döner.
-madem tayyip erdoğanla tanışmayı istiyorsun tanış bakalım.
+de git işine bey, sen kim erdoğan kim, dalga geçme benimle.
-yahu tayyip erdoğan karşında işte.
çoban ısrarla kendiyle dalga geçildiğini iddia eder, ama o sırada bir helikopter onlara doğru gelir ve iniş yapar, helikopterden inen hakan fidan, tayyip erdoğan'a mini bir brifing verir. çoban utanır, karşısındaki resmen tayyip erdoğandır.
gider bir kez daha tayyip erdoğan'ın ellerinden öper, hakan fidan'ın da ellerinden öper ve onlara buz gibi ayran ve lavaş ikram eder.
+özür dilerim beyim, affet tanıyamadım seni cahilliğime ver.
işte o sırada tayyip erdoğan hakan fidan'a döner ve şunları söyler.
"sayın müsteşarım, görüyorsun benim aziz vatandaşım ne kadar masum ve iyiliksever ve bizleri karşılık beklemeden seviyor. işte bu milletin sırtı evelallah hiç yere gelmez, o yüzden varsın geziciler oyun oynasın, varsın paralelciler kumpas yapsın, bize dağdaki çoban kardeşimiz bir lokma ekmek, bir yudum su verdikçe türkiye cumhuriyeti'nin bayrağı hiç yere düşmez..."
o sözler biterken çoban hakan fidan'a, hakan fidan da çobana bakıyor ve her ikisi de ağlıyordu.
sucukçu muhasebecisi kaçak saray'ın kantinine uğrar. bakar ki asker "necdet" kantinde sucuklu tost yapmaktadır. sucukçu muhasebecisi "necdet"in yanına gider:
"kolay gelsin. ver bakalım bana da bir sucuklu kaşarlı karışık. bakalım benden iyi yapabilecek misin?" der.
"necdet" telaşlanır,
"aman efendim, benim yaptığım tosttan ne hayır gelir? asıl işimi doğru düzgün yapamadığım için, "askerlik yatma yeri değildir" diyerek beni bu işe verdiler. sizin gibi askerliği boyunca koca kantini döndüren, sonra da sucuk fabrikasını şaha kaldıran bir kişiden iyi tost yapmam ne mümkün?"diye yanıt verir.
bu cevap sucukçu muhasebecisinin çok hoşuna gider. asıl niyeti olan kantinin kasasını yoklamayı bile unutarak "necdet"i ödüllendirir ve işinin başına geri döner...
bir gün karadeniz'de büyük bir fırtına kopar, gemiler batar... haberciler genç armatörün yanına giderek:
"ey efendimizin güzide evladı, karadenizde fırtına çıktı, gemiler battı, senin gemin de battı" derler.
genç armatör huzur içinde gülümseyerek "elhamdülillah" demekle yetinir.
sonra başka bir haberci çıka gelir,
"şehzademiz, karadenizde fırtına çıktı, gemiler battı, bir tek senin gemilerin batmadı" derler.
ulu kişilik yine huzur içinde gülümseyerek "elhamdülillah" der.
gencin meclisinde kendini suret-i haktan gösteren bir gizli paralelci varmış. bunu duyunca hemen dışarı çıkıp "bunca müslümanın gemisi battı ama kendisininki batmadı diye seviniyor" diye tevatür üretmeye başlamış. bu laflar gencin bendelerinin de kulağına gelmiş elbette. gencin kimin rahle-i tedrisinde yetiştirildiğini bilen sadık dostları umursamamış ama kalbinde hastalık olan bir kişi vehme kapılmış. gencin yanına gidip, tutumunun gerekçesini sormuş. genç demiş ki:
"bana herkesin gemileri battı, seninki de battı denildiğinde kalbimi yokladım. bir üzüntü görmedim. zira henüz sıfırlayamadığım milyarlar aklıma gelmişti. sonra herkesin gemileri battı, seninki de batmadı denilince yine kalbimi yokladım. bir sevinç görmedim. zira alt tarafı bir gemicikti. servetimin yanında bir ehemmiyeti yoktu. iki durumda da "babam sağ olsun" diyerek şükrettim" der.
o genç, sucukçu muhasebecisinin mahdumu bilal oğlandı...
devir, tayyip erdoğan'ın istanbul belediye başkanı olduğu devir. zorlu bir uçuş ve atlatılan bir dolu tehlikelerden sonra hollanda havayolları klm'e ait bir airbus yolcu uçağı atatürk havalimanına inebiliyordu.
uçağın pilotu hava meydan kontrol salonunda başından geçenleri anlatırken birden televizyona dikkat kesildi, televizyonda uzun boylu, genç ve yakışıklı bir adam bir toplantıda uzun uzun birşeyler anlatıyordu.
hollandalı kaptan şaşırmışçasına izliyordu tv'deki adamı.
birkaç dakika sonra tv'deki adam ekranlardan ayrılmıştı.
hollandalı pilot şaşkındı, "kim bu adam" diye kekeleyerek sordu.
"o adam türkiye'nin en büyük kentinin başkanı" diye yanıtladılar.
holandalı pilot da daha da şaşırmıştı, nasıl yani? nasıl başkan olabilirdi bu.
hollandalıya neden bu kadar şaşırdığını sordular.
hollandalı pilot anlatmaya başladı.
bilmem kaç bin feet'te uçuyorduk, hava şartları kötüleşti, ben uçağın kontrolünü kaybettim, bu arada yardımcı pilotum da bayılmıştı ki yanımda beyaz ve geniş kıyafetler içinde bir adam belirdi. arapça birşeyler söylüyordu, birkaç dakika bu böyle devam etti, daha sonra uçağı kontrol edebildim.
akabinde adama dönüp sordum "kimsin sen" diye, "ben ümmetimin dostuyum" dedi, "uçakta benim ümmetimden tam 40 kişi vardı" diye devam etti.
uçağı sağ salim buraya indirdiğimde bir süre durdum düşündüm, uçak ve yolcular bu adamın yol göstermesi ve duaları ile kurtulmuştu.
müminler sincan merkez camiinde cuma namazlarını eda etmeye hazırlanıyorlardı ki, nur yüzlü biri yollarını kesti ve camiye girmemeleri konusunda onları uyardı, akabinde 1 saat sonra faşist türk ordusunun tankları sincan caddelerinden geçti ve sincan'daki merkez camiine girerek tutuklayacak mümin aradılar, lakin bulamadılar.
halkı meydanlarda toplayan askerler, cami cemaatinin nerede olduğunu sordular.
laik görünümlü ve şapka takanlar bir de başı açık olanlar cami cemaatini görmediklerini söylediler. ama takva sahipleri ve başı örtülü olanların yüzlerinde huzur dolu bir tebessüm vardı.
evet, müşrikler cami avlusunda cuma namazını eda eden yüzlerce mümini göremiyordu, ama kalp gözü açık müminler onları görebiliyordu.
işte o gün askerler sincan'da tek bir mümini bile tutuklayamadan geri döndüler.
zira allah dostu bir mümin cemaati arkasına almış onlarla birlikte namaz kılmış, onları faşist türk ordusundan korumuştu, allah cc de bu niyeti görmüş, o müminlerin üzerlerini görünmezlik zırhıyla kaplamıştı.
işte o müminlerin görünmezlik zırhıyla kaplanmasına vesile olan cemaatin önderi, bugün 1.5 milyar müslümanın tüm islam ümmetinin önderi olmuş olan recep tayyip erdoğan'dı.
birgün allah ve yüce efendi yolda gidiyorlarmış.
allah; 'tayyip bak ben buraları sadece senin yüzü suyun hürmetine yarattım' demiş.
tayyip mağrur ama meraklı; 'allah baba, yüzümün güzelliği tüm insanlığın malumu ama suyu derken neyi kastettin, daha açık ol lütfen' demiş.
allah; 'tabi ki abdest suyu, yoksa abdestinden şüphen mi var' demiş.
tayyip erdoğan ve eşi emine erdoğan hanımefendi bir gün umre'ye gitmişler, tam 500 koruma ile o mübarek kabe'yi tavaf ederlerken hacerül esved taşı dile gelmiş,
"ey muhammed, kalk bak, sen ve bedrin aslanları gaza ederken dahi bu kadar kalabalık değildiniz..."
tabi bu sözler tayyip erdoğan'ın hoşuna gitmiş, onunla birlikte kabeyi tavaf edenler onun büyüklüğüne bir kez daha şahit olmuşlar...
antik çağda hades ve aresle kardeş olan yunan tanrısı türkiye kurulduktan sonra yunanlılar türkleri hiç sevmediği için yunanlılar tarafından türklere azap getirmesi için türkiyeye gönderilen her kılığa girebilen ve manevi değerleri kullanarak insanların 'bir kısmını' yönetebilen tanrıdır.
genç asker tost makinasının başında terliyordu. sabahtan beri makina gibi çalıştığı halde laik ve de kaçınılmaz olarak ahlaksız subaylara ve onların veletlerine tost yetiştiremiyordu. eğer tostları zamanında yapmasa, az pişirse veya çok pişirse dayak yiyeceği kesindi. neyse ki o işte mahirdi. hele ki sucuklu tosta doğuştan gelen bir yeteneği vardı. yine de çalışma koşulları ağırdı...
aslında şikayet etmemesi gerekiyordu ama "askerliğin yatma yeri olmadığını" henüz idrak edecek ilim seviyesine henüz ulaşmamıştı. ileride allah'ın izniyle oğlunu askerden kaçırdığı zaman böyle söyleyecekti...
kendisine baskı yapan komutanlarından nefret ediyordu. tabi nefsi için değil. haşa!.. iyi bir müslümana yakışır şekilde, allah rızası için nefret ediyordu.
hele bir zalim mustafa astsubay vardı ki açığını gördüğünde basıyordu sopayı. namaz için ara vermeye kalkması düşünülemezdi bile... yiğidin önde gideniydi önde gitmeye ama neylesin ki subay korkusu allah korkusunu bastırıyor, namazlarını vaktinde kılamıyor, ancak kaza edebiliyordu.
fakat yediği onca sopaya rağmen yılmıyordu. yine allah rızası için, tostların içine tükürmeyi ihmal etmiyordu fırsatını bulduğunda. allah rızası için yaptığı şeylerden en hoşuna gideni ise kaşarı ve hele hele gözünün nuru sucuğu eksik koymaktı tostlara... çok sıkıldığında"şu hesaptan kitaptan anlamaz allahsız mustafa astsubay, günde kaç tekerlek kaşarı, kaç kangal sucuğu allah rızası için "kenara ayırdığımı" bir bilse..." diye düşünerek ferahlatıyordu kendisini..
ne var ki o gün her zamankinden yoğundu işleri. ne kadar hızlı çalışırsa çalışsın yetişemiyordu bir türlü... kantinin kurulu olduğu arka bahçe çok genişti. tüm kafirlerin de doluşacağı tutmuştu masalara... mustafa astsubay sabahtan beri ensesinde boza pişiriyordu...
sonunda iyice bunalan genç öyle bir "ya hak!..." çekti ki ta yürekten, o an levh-i mahfuzun kapıları kendisine açıldı ve ne yapması gerektiği kalbine ilham edildi...
kendisiyle birlikte çalışan alevi er kemal vardı. ondan da allah rızası için nefret ederdi doğal olarak. kemal ve mustafa astsubay o gün gribe yakalanmışlardı. birisi yanlarında sıçsa kokusunu alacak hali yoktu.
kemal helaya gitmek için mustafa astsubaydan izin aldığında, imanlı genç ocağın tüpüne bağlı hortumu gevşetiverdi. ayrıca tost makinasının rezistans tellerinden birini kopardı. mustafa astsubaya teli değiştirmesi gerektiğini söyledi. mustafa astsubay sövüp sayarak ve acele etmesini tembih ederek yol verdi kendisine. imanlı genç tost makinasını kaptığı gibi koşmaya başladı.
çok geçmeden insanlar bağrıştığını duydu. beklediği gibi kulübede yangın çıkmıştı. yangın güç bela söndürülebildi. fakat binadan kulübeye gelen elektrik tesisatı da yandığı için herkes çaresiz görünüyordu. ihale, heladan dönüp ocağın başına geçen saftirik alevi er kemal'in üstüne kalmıştı. mustafa astsubay basıyordu sopayı şerefsize... ne var ki onu dövmek aksayan tost servisine deva olmayacaktı. aptal laik komutanlar çare bulmak için boş boş konuşurken, inançlı genç izin isteyerek söz aldı ve kulübenin ön bahçeye taşınmasını önerdi. aptal laik komutanların ağzı bunca ilim karşısında açık kalmıştı. naçar dediğini yaptılar. teorisi kuvvetli ama pratiği zayıf olan en yakın asker arkadaşı ahmet kendisini hayranlıkla izliyordu... imanı güçlü arkadaşının stratejisinin derinliklerine hakim olabilmesi için bir ömür boyu uğraşması gerekecekti.
ne var ki yaptıklarını gören biri vardı. ahmet'ten de yakın dostu olan fethullah... yandaki abd üssünde hizmet ediyor, arada dostunu ziyarete geliyordu. zamanında birlikte ne işler çevirmişlerdi!.. arada cihat niyetine tostlara birlikte tükürüyorlardı. fethullah ağlamaklı bir genç olduğu için tükürüğü daha balgamlı ve haliyle aldığı sevap daha büyüktü.
fakat imanlı gencin gördüğü itibar fethullah'ın kıskanmasına sebep olmuştu. hiç utanmadan imanlı genci ihbar etti. komutanlar ikisini de sorguya çektiler. imanlı gencin yüzündeki nur doğru söylediğinin deliliydi. mümine zorda kalınca takıyye helal olduğundan tüm ithamları reddetti. "yalan" dedi..."montaj" dedi... komutanlar "yalanı anladık da montaj ne lan?" dediklerinde neden öyle dediğine kendisi de şaşırdı. baktı olmayacak, fethullah'ın afyon çektiğini söyledi. komutanlar üst araması yaptılar ve afyon lülesini buldular. evet, fethullah meğerse haşhaşiymiş... komutanlar tam fethullah'ın üstüne atlayacakken, fethullah topukladığı gibi abd üssüne kaçıverdi.
daha küçük olan ön bahçeye arka bahçe kadar masa konulması mümkün değildi. imanlı genç, artık sayısı azalan müşterilerine tost yetiştirmekte zorlanmayacaktı... imanlı genç allah'ın yardımıyla geliştirdiği bu muhteşem taktiği daha sonra suriye'de de uygulayacak ve dünya ayakta selam duracaktı kendisine!...
o genç sucukçu muhasebecisiydi... öyle trablusgarp'ta, balkanlarda, suriye'de, lübnan'da, filistin'de, doğu anadolu'da, çanakkale'de, sakarya'da, dumlupınar'da yan gelerek askerlik yapanlardan çok daha büyük bir komutan olacağı daha o günden belliydi...
30 ekim'i 1 kasım'a bağlayan geceydi, başbakan ahmet davutoğlu'nun çankaya köşkünde gözüne uyku girmiyordu.
öyle ya, bugün yapılacak seçimde hem memleketin kaderi, hem de kendi kaderi belirlenecekti.
ya yine 7 haziran'daki sonuç çıkarsa, ya ülke koalisyon denilen şerefsizliğe mahkum olursa? davutoğlu bunları düşünüyordu, biricik eşi sare hanım onu teselli etmeye çalışıyorduysa da ne fayda...
bütün gece düşüne düşüne sabahı etti davutoğlu, okunan sabah ezanıyla da abdestini alıp namazına durdu. namazını bitirip selam verdiğinde dışarıdan kişneyen bir at sesi duydu sanki.
bu saatte hem de çankaya köşkünün bahçesinde atın ne işi vardı?
derken davudi bir ses duydu ahmet davutoğlu, evet dışarıdan geliyordu.
sesin sahibi;
davutoğlu köşkün salon balkonuna çıktı ve sesin sahibini gördü.
sesin sahibi, beyaz bir atın üzerine binmiş, yıldırım bayezid han'ın kıyafetleri ile karşısında duran recep tayyip erdoğan'dı.
"bre ahmet" diye yineledi ve ekledi.
"konuşmanı hazırladın mı?"
"ne konuşması?" diye soruyla karşılık verdi davutoğlu.
erdoğan; "ne konuşması olacak, balkon konuşması tabi..." dedi ve atını mahmuzlayarak uzaklaştı. uzaklaşırken tekrar haykırdı uzun adam.
"göklerden gelen bir karar vardır ahmet'im...göklerden gelen bir karar..."
o an ahmet davutoğlu anlamıştı 1 kasım'da milli iradenin zaferini yaşayacaklarını.
salona döndü, iki rekat daha namaz kıldı, selamını verdi ve o tarihe geçen balkon konuşmasını hazırlamaya başladı...
işte niğbolu'ya yıldırım gibi gidip kale burçlarından komutan doğan bey'e "bre doğan" diye bağırıp, "biz yoldayız dayan" diyen yıldırım bayezid han'ın ruhu, sayın recep tayyip erdoğan'da hasıl olmuştu o gece.
o gece milli iradenin yine mührü vuracağı müjdelenmişti...
dindar uzun adam kaçak sarayında namazını bitirmiş ve seccade üzerinde tefekküre dalmıştı. birden aklına hazreti ömer efendimizin bir menkıbesi geldi.
hazreti ömer efendimiz bir ziyaretçisi geldiğinde mumunu söndürüp, başka bir mum yakmıştı. ziyaretçi sebebini sorunca "o devlet işlerini görüşürken kullandığım devletin mumu. seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi mumumu yaktım" demişti.
dindar uzun adam irkildi o anda!.. trilyonluk elektrik faturalarına mal olan muhteşem ışıklandırmanın altında kıldığı namazı, sarayında yaktığı elektriğin parasını ödeyen halk için değil, allah için, kendi ahiret selameti için kılmıyor muydu?
bir an düşündü... aklına fotoğrafını servis ettiği namazları gelince yüzü aydınlanıverdi!.. evet, böyle bir kaygıya kapılması için hiç bir sebep yoktu!.. O namazları Allah için değil, oy toplamak için kıldığına ve kimin için kılıyorsa her seçimde onlardan karşılığını aldığına göre namazları kabul ediliyor olsa gerekti. söz konusu menkıbe şeytanın kalbine saldığı bir vesveseden ibaretti o kadar!..
o mübarek, nur yüzlü, dindar uzun adamın adı recep tayyip erdoğan'dı!...
nur yüzlü uzun adam yine tefekküre dalmıştı. kendisi gibi din büyüklerini bir türlü rahat bırakmayan şeytan lanetullahu aleyh, aklına hazreti ömer efendimizin "dicle kıyısında bir kuzuyu kurt kapsa, allah hesabını benden sorar diye korkarım" sözünü getirmişti.
aklına gelenlerden biri de yönettiği kan revan içindeki ülkenin vahim haliydi!.. ayrıca karıştırdığı suriye'de olanlar canını sıkıyordu.. allah'a bunların hesabını nasıl verecekti?
neyse ki kendisi ledün ilmi sahibi müstesna bir zat olduğu için değme alimin çözüm bulamayacağı bu derdin çözümünün kalbine ilham edilmesi fazla sürmedi. davudi sesiyle:
"bre kiziroğlu!"
diye seslendi.
kapısında el pençe divan bekleyen kiziroğlu, nur yüzlü adamın heybetinin sebep olduğu korkuyla tir tir titreyerek:
"emredin zıllullah efendimiz" dedi.
nur yüzlü uzun adam:
"git bir sor, dicle kenarında kuzu kapan bir kurt görülmüş mü?" dedi.
kiziroğlu'nun gitmesiyle, dönmesi bir oldu:
"efendim, dicle kenarında kurt nüfusu tükendiği için, kurdun kuzu kaptığı görülmüyormuş artık. baki ferman padişahımızındır." dedi.
nur yüzlü adam, kendisini sinek kovar gibi bir el hareketiyle selametledikten sonra, bu büyük meseleyi çözmüş olmasının verdiği huzurla dairesine çekildi.
nur yüzlü uzun adamın adı recep tayyip erdoğan'dı!...