" Takma kafana, geçer" sözü neden toplumumuzda çok kullanılır?
Bu, " zaman en iyi ilaçtır" demek gibi bir şeydir. insan toplum içinde ve sosyal ilişkilerle hayat bulur. Eğer bu ilişkilerden yoksunsa, sorunların baş göstermesi kaçınılmazdır. Her iletişim halindeki kişi, karşısındakini etkilerken aynı zamanda ondan etkilenir de. Bu doğal bir sosyal iletişimdir. Eğer sorun yaşayan kişinin stres faktörleri yakın çevresi ile ilgiliyse ve devamlılık söz konusuysa kişide zaman içinde davranış ve tutum değişiklikleri gerçekleşir. Bazen bu durumun farkına varmak çok uzun zaman alır ve uzun yıllar sonra gelen " keşke" ler ve pişmanlıklar insanın ruh sağlığını bozar. O nedenle " takma kafana, geçer" sözü kişiyi geçici bir süre teselli edebilir ancak kimi şikayetlerin artmasına da sebep olabilir. Elbette kafaya takılmayacak şeyler de vardır ama sorunda süreklilik söz konusuysa bu gerçekçi bir yaklaşım olmaz.
Peki yalan söylemek bir psikolojik kaçış olabilir mi?
Bazı kişiler sadece ilgi çekmek için çok renkli hikayeler uydururlar. Hedefleri zor bir durumdan kurtulmak veya çıkar sağlamak değil, sadece ilgi odağı olmaktır. Bu tür yalanlara "pseudologia fantastica" denir, yani fantastik laflar uydurma.
Bu yola başvuranlar genellikle histriyonik dediğimiz oyuncu kişiliklerdir.
Yalan söyleyen kişileri kategorize etmek mümkün müdür?
Evet, kabaca şöyle bir tasnif yapılabilir: Antisosyaller ve histriyonikler. Antisosyal kişilikler çıkar sağlamak için, hem de hiç pişman olmadan yalan söylerler. Bu kişilerde sahte kimliklere, sahte adlara, adi suçlardan cezaevine girişlere çokça rastlanır. Üstelik bu kişiler kendilerini daima haklı görürler. Histriyonikler ise biraz önce de belirttiğim gibi çıkar gütmezler, ilgi odağı olmak için yalan söylerler. Yeri geldiğinde doktorlarını bile kandırabilirler. Ama antisosyal veya histriyonik olmayan herkesin yalan söyleyebileceğini de unutmamak gerekir.
Yalan mutlaka söze dökülen kelimelerle mi söylenir? Beden diliyle de yalan söylenir mi?
iletişimin daha önemli olan bölümü, sözel olmayan iletişimdir; yani beden diliyle, gözlerle, bakışlarla, tavırla, edayla, ses tonuyla kurulan iletişimdir. Böyle bir iletişimde tavırla da yalan söylemek mümkündür. Bu yalanlara verilen güzel bir de ad vardır: Yapmacık.
Bir nörolog olarak unutkanlığı nasıl tanımlıyorsunuz?
Unutkanlık iki şekilde ifade edilebilir. Birincisi yeni bilginin bellekte saklanamaması durumudur. Örneğin kişi tanıştığı kişileri sonradan gördüğünde tanıyamaz veya bir soru sorup cevabını almasına rağmen bir süre sonra sormamış gibi aynı soruyu tekrar sorabilir. Bu durumda belleğe yeni bilgi aktarılamamakta, öğrenilememektedir.
ikinci unutkanlık türünde ise halihazırda bellekte olan bilgiye ulaşılamaz. Kişinin aklına o an söyleyeceği kelime veya isim gelmez ama sonradan hatırlayabilir. O sırada ne yapacağını unutabilir ama daha sonra bir anda aklına gelir. Bu tip unutkanlıkta bilgi öğrenilmiştir, bellekte saklanmaktadır ama bu bilgiye ulaşma aşamasında bir sorun vardır.
Beyinde hippokampus adında bir bölge bulunur ve bu bölge bellek için kritik öneme sahiptir. Bellek ile ilgili bilgiler bu bölgede bulunur. Daha doğrusu bu bölge bir anıyı tüm beyne dağıtarak bir "anı kodlaması" yapar. Bir bilgi ne kadar pekişirse bu bölgede o kadar güçlü saklanır. Ayrıca duygusal bileşeni olan anılar da nötral olan anılara göre çok daha fazla saklanır. Çünkü heman hippokampusun komşuluğunda bulunan amigdala adlı bölge emosyonlar ile yakın ilişkili bir bölgedir ve hippokampus ile sıkı bağlantıları vardır. Bilgilerin saklanması için beyin hücrelerinin birbiri ile sinaps adı verilen bağlantılar kurması gerekir. Bu bağlantılar ne kadar çok olursa o anı o kadar iyi saklanır. Yaşlanma ile bu bağlantıları kurma potansiyeli azalır. Alzheimer hastalığında beyin erimesinin ilk başladığı yer bu hippokampus adlı bölgedir ve bu nedenle unutkanlık Alzheimer'ın ilk bulgusu olarak karşımıza çıkar.
Hafızayı doğru kullanmanın, bilgileri doğru kaydetmenin burada bir rolü var mıdır?
Esasında beyin bunu otomatik olarak yapar. Kişiye uygun olan ve önem verilen bilgileri bellekte saklamak üzere bir filtreleme yapar. Bunu yaparken dikkat mekanizmasını kullanır. Eğer bu mekanizma bozulursa - bu durum en çok psikiyatrik hastalıklarda olur- uygun bilgi yerine sıradan bilgiler de belleğe girmeye çalışır ve sonuçta sonsuz kapasiteye sahip olmayan bellek tükenerek önemli olan bilgiyi de kaydetmeyebilir. Ben şahsen ezbere dayanan eğitim sisteminin de belleği uygunsuz kullanmaya neden olduğunu düşünüyorum. Daha çocuk yaşta bilgileri ezberleyerek öğrenmek yerine irdeleyerek öğrenme stratejisinin uygun olan bilgiyi belleğe atmak için daha yararlı olduğuna inanıyorum. Eğitimimiz sırasında ezberlediğimiz bilgilerin acaba ne kadarını bugün hatırlıyoruz? Onun yerine eğitimde analitik düşünce sistemini edinebilseydik çok daha rasyonel bir toplum olabilirdik.
Zeka ile unutkanlık arasında bir bağ varmıdır?
Son zamanlarda oldukça popüler olan bu konu üzerinde yeni yeni birtakım çalışmalar yayınlanmaya başladı. Bu çalışmalardan birisi ABD'de 1940'larda aynı lisede okuyan 400 kişiyi kapsıyor. Lise yıllarında zeka testi yapılan bu kişilerden bir kaç yıl önce hayatta olanları bunama açısından değerlendirildi ve ortalama zekanın üzerinde olanlarda bunama gelişme riskinin yarı yarıya az olduğu görüldü. Benzer sonuçlar içeren başka araştırmalarda mevcut. Bu bilgiler dikkate alındığında zekanın bunamaya karşı koruyucu bir etkisinin olduğu anlaşılıyor.
Peki eğitim düzeyi, akademik uğraş ile unutkanlık arasında nasıl bir ilintiden bahsedilebilir?
Yapılan çalışmalar eğitim düzeyi yüksekliğinin hastalıktan koruyucu olduğunu da gösteriyor. Yani eğitim düzeyi ne kadar fazla ise hastalığa yakalanma riski o ölçüde azalıyor. Ama buradan çok iyi eğitimli birinin Alzheimer hastası olmayacağı sonucunu çıkarmamak gerekir. Maalesef entelektüel düzeyi çok yüksek olanlar da bu hastalığa yakalanabilirler. Örneğin ünlü yazar Irish Murdoch da Alzheimer hastasıdır. Son dönem kitaplarından bile kelime haznesinin azaldığı rahatlıkla anlaşılabilir.
Olayların geri planında görünenin dışında birtakım başka şeylerin olduğuna dair inançtır. insan, doğası gereği şüphecidir. Şüpheci olmasa, bilimsel doğrular kendini yenileyemez, dolayısıyla da bilimsel olmaktan çıkarlardı. O düzey ve amaçtaki bir şüphecilik gerekli ve yararlıdır. Ama amaçsız, her şeyin altında bir bit yeniği arayan türde bir şüphe zararlıdır. Şüphede aşırıya kaçılmışsa durum paranoyaya dönüşür.
Psikiyatride şüphecilik için belli bir sınıflandırma var mıdır?
Evet, psikiyatride şüphecilik dört ayrı sınıfta değerlendirilir: Kıskançlık kaynaklı şüphecilik, büyüklenmeci şüphecilik, bedensel şüphecilik, erotomatik şüphecilik.
Kıskançlık kaynaklı şüphecilikte kişi aldatıldığına dair yoğun bir şüphe içindedir. Büyüklenmeci şüphecilikte kişi büyük iddiaları, örneğin buluşları olduğu inancını taşır ve başkalarının kendisine engel teşkil ettiğine dair ir kuşkusu vardır. Bedensel şüphecilikte kişi örneğin bedeninde birtakım parazitlerin olduğu inancındadır. Kişinin birtakım ünlü şahsiyetlerin kendisine aşık olduğuna dair inanç taşıması da erotomatik şüphecilik sınıfına girer. Bütün bu şüpheler paranoid bozukluk kapsamında ele alınır.
Öncelikle ruh sağlığı ve hastalıkları konusunda kısa bir bilgi alabilir miyiz?
Bu gün psikiyatriye göre ruh; duygu, düşünce, ve davranış örüntülerinin genel bir yansımasıdır. Ruh sağlığı beynin arzu edilen işlevsellikte çalışması iken, ruhsal hastalık bu işlevselliğin bozulması anlamına gelir.
Psikiyatrideki ruh kavramıyla teolojik ruh kavramı birbirine karıştırılmamalıdır. Yüzyıllarca böyle bir yanlış yapılmış; iki kavramın aynı şey olduğu düşünülmüş, ruh hastalıkları cin, büyü, şeytan gibi metafizik etkenlere bağlanmıştı. Psikiyatrinin ancak 20. yüzyılda pozitif bir bilim olarak kabul edilmesi ile bu iki kavram birbirinden belirgin şekilde ayrıldı. Bilim camiasının psikiyatrinin farkına varması ise ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılan araştırmalarda ruh hastalıklarının beyindeki fonksiyon bozukluklarından kaynaklandığının kanıtlanmasından sonra oldu.
Şizofreni diğer psikiyatrik hastalıklar içinde nasıl bir yere sahip?
Şizofreni psikiyatrinin en meşhur ve en kötü hastalığıdır. Onu diğer psikiyatrik hastalıklardan ayıran en önemli özelliği şu an için tamamen düzelme şansının olmamasıdır. Yani bir insan şizofreni hastası olduğu zaman ömür boyu tedavi görmek zorundadır. O yüzden şizofreni en çok korkulan psikiyatrik rahatsızlıktır.
Şizofreniyi biraz anlatır mısınız; nasıl bir hastalıktır, nasıl bir seyir izler?
Genel kanaate göre genetik yatkınlığın neticesinde oluşur. Dopamin adı verilen maddenin aşırı salınımına bağlı bir dizi duygu, düşünce ve davranış bozukluğuyla seyreden bir sendromdur. Geniş bir belirti yelpazesine sahiptir. Kişide duygusal küntleşme olur; yabancılaşma, tuhaflaşma, içe kapanma görülür. Acayipleşme, anlamsız konuşma ve hareket tekrarları ortaya çıkar. Çağrışımlarda gevşeme olur; hasta, konular arasında irtibat sağlayamaz. Düşüncede fakirleşme başlar. inisiyatif kullanma yeteneğinde gerileme olur.
Şizofreni belirtileri nelerdir?
En meşhur belirti, hastanın olmayan sesleri duymasıdır. Buna "işitsel halüsinasyonlar" adını veriyoruz. Kişi kendi hakkında yorum yapan, emir vererek kendisini yönlendirmeye çalışan bir ses duyar.
Bir diğer meşhur belirtiler kümesi daha vardır: Hezeyanlar. Hasta çevresindeki insanların, hatta ailesinin kendisini yok etmek istediğini, öldürmek istediğini düşünür. Takip edildiğine, zehirleneceğine, kendisine komplo kurulduğuna inanır.
Bazı şizofrenler kendilerini mehdi, peygamber, hatta Tanrı zannederler. Dünyayı kendilerinin yönettiklerini sanırlar. Özel bir dini veya milli misyonlarının olduğunu düşünürler. Uzaylıların beyinlerine çip yerleştirdiklerine ve düşüncelerinin okunduklarına inanan hastalar da vardır.
Şizofreni birden ortaya çıkan bir hastalık mıdır, yoksa öncesinde birtakım işaretler verir mi?
Araştırmalar hastalığın önce bazı belirtiler gösterdiğini, ama bunların çoğu zaman fark edilemediğini ortaya koyuyor. Ailelerin aklına şizofreninin gelmemesi, hastalığın kişiye yakıştırılamaması ve bu konuda yeterince bilgiye sahip olunmaması gizli dönemde ortaya çıkan belirtileri fark edememenin başlıca sebepleridir. Kişide görülen içe kapanma ve mülayimleşme, cinsel yaşantıda ve ahlaki durumda büyük deişimlerin yaşanması, davranış değişiklikleri, yanlış anlama ve yanlış değerlendirmeler, edilgenlik olarak adlandırdığımız pasiflik ve çekingenlik, mazbut bir kişiyken alkol ve madde kullanımına başlanması gibi davranışları şizofreninin gizli belirtileri, yol işaretleri olarak değerlendirebiliriz.
Psikoloji ile psikiyatri iki ayrı kavram ancak sıkça birbirine karıştırılıyor. Aralarındaki farkı anlatır mısınız?
Psikiyatrist tıp mezunudur ve psikofarmakoloji (ilaç tedavisi) konusunda yetkin kişidir. Psikolog ise çeşitli üniversitelerin psikoloji bölümünden mezun olan kişidir. Psikologlar ilgi alanlarına göre (çocuk, ergen veya yetişkin) seçim yaparlar ve bu alan üzerinde çalışarak deneyimlerini arttırırlar. Psikologlar danışanlarının baş edemedikleri, kimi zaman kendilerine bile itiraf edemedikleri pek çok konuyu karşılarındakine zedelemeden ele alırlar. Konunun üzerine titizlikle eğilerek danışanlarıyla birlikte konuya bakmaya çalışırlar, danışanlarının çözüme ulaşma yolunu çizerler.