Onu ilk kez Hukuk Fakültesi'nin birinci sınıfındayken, Anayasa dersinde tanımıştım. Birbirine benzeyen hımhım sesli, bıkkınlıklarını otoritelerinin arkasında gizlemeye alışmış profesörlerle; kendini beğenmişliklerini, kibarlıklarıyla cilalamaya çalışan, ölçülü biçili doçentlerden değildi.
***
Liselerin dar kalıplarından gelen çocuklar; görkemli kürsünün gerisinde, bir kaşı hafif kalkık, beş aşağı beş yukarı dolaşarak Türkiye'deki yöneticilerin hiçbirinde Anayasa saygısı olmadığını anlatan, genç profesöre bakıyorlardı.
Şimdiye dek hiçbiri, geldikleri okullardaki öğretmenlerden böyle bir eleştiriyi ne duymuş, ne işitmişlerdi.
***
Profesör, sınıftaki dikkat ve şaşkınlıktan hoşnuttu. Anayasa Hukuku'nun nasıl doğduğunu, bu uğurda ne kadar insan kanı döküldüğünü, etkin bir ses ve güçlü cümlelerle anlatıyordu.
***
iki yıllık öğrencilerden bazıları:
- Bırak şu şarlatanı, araba tekerleği gibi öyle güldür güldür konuşur ama, aslında derin bir bilgisi yoktur, notları da çok kıttır, diyorlardı.
***
Benim profesöre duyduğum sempatiyle, öğrencilerin onun hakkındaki kanıları, üst üste oturmuyordu.
Bunun nedenlerini yıllar sonra bulup çözebildim ancak.
Profesör, belki büyük bir bilgin değildi, ama taşra ortamında yetişmişler için fazla alafrangaydı.
Fransız Devrimi'ni pek renkli anlatıyor, Fransız adlarını pek bilgiç bir biçimde sıralıyor; alaturkalığın az gelişmişliğini, dangalaklıkla eşdeğerde gören bir hava estiriyordu.
Pos bıyıklı, eli tespihli kırsal bölge gencinin, pek hoşlanacağı bir tip değildi profesör.
Ayrıca notu da azdı.
***
Fakülteyi bitirdikten sonra gazeteciliğin her çevreyi kapsayan geniş kanatları sayesinde, pek dost olduk o profesörle.
Fıkra yazdığım gazetenin başyazarı, o profesörle sınıf arkadaşıydı.
Haftada bir, Ankara'nın en süzülmüş lokantasında toplanır, baş başa yemek yerdik.
***
Profesör, yemeğin incesine meraklıydı. Aşçıyla özel konuşmalar yaparak o günkü mönüyü saptardı.
Ünlü bir politikacı olan başyazar da; o dönemlerde politika, henüz ruhunu tümden kurutup teneşire çevirmediği için, insancıl bir sıcaklıkla kendisine bravolar çekerdi.
***
Yıllar ve yıllar sonra o politikacının iktidarı döneminde; profesörün de, benim de tutuklanıp içeri tıkılacağımızın, kimsenin aklından geçmediği günlerdi o günler.
Neyse...
Biz hiçbir zaman özümüze karşı yazılmış tatsızlıklara, aynı gaddarlık ve vefasızlıkla silah çekmedik. Nasıl görüşlerimizi açıklarken de, kimseye, hiçbir ödün vermedikse.
***
Vaktiyle uygar görüntülerine aldandığımız kişiler ise, bunu pek anlamadılar. Görüş tutarlılığı içinde insancıl olma yerine, tutarsızlıkla insanlık dışı gaddarlıkları yeğlediler. Kendilerine yakışmaz ve de değmez şeyler yaptılar.
***
Profesör dostum, bir tiyatro tutkunuydu. En sevdiği kişilerden biriydi i. Galip Arcan.
Bir sabah evine gitmiştim. O akşam ilk kez bir piyesim oynanacaktı. Heyecandan geberiyordum. Evi, evime yakın olduğu için mi ona gitmiştim, yoksa o ilginç günde beni en iyi onun anlayacağına inandığım için mi, bilmiyorum.
- Oyun bir de tutmazsa, rezil olacağım, diyordum.
- Tutacak, bu kesin. Ben okudum senin oyununu. Birinci sınıf bir eser, inan bana, diyordu.
***
Heyecanımı dağıtmak için, eski rejisörlerin taklitlerini yapıyor, yabancı markalı içkiler ikram ediyordu.
O sırada uğursuz bir arı geldi, soktu yanağımı. Akşam kazara sahneye çıkarılırsam, davul gibi bir yanakla çıkacaktım. Kalender görünmek için:
- Canım, kim çıkaracak zaten beni sahneye, diyordum.
O, elinde sabun, arının soktuğu yere sürüyor, bir kimyacı bilgiçliğiyle:
- Sudkostik derhal asidi nötralize eder, diyordu.
***
Bütün gün öylesine dalıp gittik ki konuşmalarla; akşam tiyatroya, ancak perde açıldıktan sonra yetişebildim. Yanağım da gerçekten şişmemişti. Ancak aceleyle pantolona kemer takmayı unutmuştum. ikide bir düşüyor, ben de bileğimin içiyle yukarı çekiyordum.
***
Bir gün de eski antika eşyalar satan bir dükkâna gitmiştik profesörle. Profesörün herkesi tanıyan ve herkesle senli benli konuşan bir tavrı vardı. Garsonlarla, aşçılarla, satıcılarla hep öyle konuşur ve onlara hemen, yemekten de, maldan da anladığını kanıtlayan istekler sıralardı.
***
Sözgelimi:
- Votka buzdolabında mı duruyor? iyi. Şimdi sen bana bir duble votka vereceksin. Ama önce kadehi buzun içinde çevirerek soğut. içine limon suyuyla glason istemem. Bir dilim kesip koy, derdi.
***
Dükkân sahibine de:
- Yeni bir şey var mı, dedi. Geçen gün gösterdiğin markizleri beğenmedim. Tanıyorsun değil mi bu yanımdakini? Yazar Çetin Bey... ilginç ne göstereceksin bize bakalım?
Adam da, bizi aşağıya indirdi, sinemalarda gördüğümüz türden, üstü kapalı bir karyola gösterdi. Profesör çok beğendi karyolayı:
- Biraz rokoko, ama güzel, dedi.
Sonra bana döndü:
- Sen al bu karyolayı, dedi.
***
Ben ise o sırada, ancak o karyolanın sığacağı kadar bir bodrum odasında oturuyor, uydurma bir divanın üstünde yatıyordum. Kırılan pencere camını, param olmadığı için yaptıramamış, bir yastık tıkamıştım kırığın boşluğuna.
Profesör ise ısrar ediyordu:
- Al bu karyolayı, bir daha böylesini bulamazsın.
Dükkân sahibine:
- Kaç para bu karyola, diye fiyatını da sordu. 2500 liraydı. Çetin Bey'e taksit yaparsın, taksitle alır, diyordu.
- Taksitle değil, bedava verse koyacak yerim yok, dedim.
- Piyesin parasını ne yapacaksın? Bu karyolaya kapat işte, diyordu.
***
Profesörü kırmamak için, avuç içi kadar bodrum katı odasına; dört kişinin rahat sığacağı, üstü kapalı kral karyolasıyla dönecektik az daha. Neyse ki dükkân sahibi durumu sezdi:
- Maalesef başka birine sattık karyolayı, size sadece göstermek istedim, dedi.
***
Profesörle baş başayken, bol bol kadından, kızdan da konuşurduk. O tadını çıkara çıkara Paris anılarını anlatırdı:
- Otelin amerikanbarında otururken bir sarışın gördüm. Göz göze geldik, işaret ettim. Kalktı, merdivenlerden tuvalete indi. Ben de indim ve hiç konuşmadan, sarıldığım gibi çektim içeri. Konuşmadan seviştik. Konuşmadan çıktık yukarı. Ayrı ayrı oturup, içkilerimizi içmeye devam ettik. Her şey yıldırım hızıyla oldu...
***
Avukat yazıhanesinde sakladığı bir battaniye vardı. Yakın dostlarına gülerek battaniyeyi gösterir:
- Fırsat çıktı mı, hemen seriyorum yere battaniyeyi, derdi.
***
Profesörün ayrı ve bir hayli ilginç yönüydü çapkınlıkları. Seks konusundaki rahat konuşmasıyla da, çevresindekileri afallatmaktan zevk alırdı.
Gazete manşetlerinde anama sövüldüğü günlerde de, ilk mektubu ondan almıştım. "Bu eşşekoğlueşşeklerin sözüne kulak asma", diyordu.
***
Ankara'daki bir karşılaşmamızda da, ballandıra ballandıra tutuklanma öyküsünü anlatmıştı. Hem de sınıf arkadaşı politikacıyı, fazla yermeden; sadece biraz ayıplayarak:
- Sabahleyin sayın başbakanın evinde kahvaltıdaydım, akşama tutukladılar, diyordu.
***
Fakülteye ders vermeye giderken, çocuklara şaka olsun diye kasketini gösterip:
- Dikkat edin, bu Lenin'in kasketidir, demiş.
Tutuklanmasının nedeni buymuş.
***
Kitaplığımdaki kitaplarına bakıyorum, bir tanesi Fransızca. Ne övgülü şeyler yazmış içlerine.
Bazen onu bulup, eskisi gibi yârenlik etmeyi çekiyor canım. Telefona gidecek gibi oluyor elim. Dostlarına karşı o kadar canlıydı ki, unutuyorum öldüğünü...