Filozof Platon. Aristonun da hocası. Aristo kim derseniz eğer;
Büyük iskender, felsefenin duayeni sayılan Aristo’ya bir mektup yazar.“Zapt ettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutubilmek için neler yapmalıyım?
Diye görüşünü sorar;
1.Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?,
2.Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi atayım?
3.Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim?
Aristo’nun cevabı:
1.Sürgünde toplanıp sana karşı baş kaldırırlar,
2.Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar,
3.Onlardan sonraki kuşak intikam aşkıyla büyür, tahtını sallar.
Çözüm olarak şu nasihatı verir:“insanların arasına nifak tohumları ekeceksin, birbirleriyle savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin, ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın.”
Şeytani Aklını nasıl kullandığına bakılırsa Baya bilge..! Birisiymiş bu platonun talebesi..
Öğrencilerinden biri, platon’u düğününe çağırmıştı. Seksen yaşındaki düşünür, sevinçle eğlenenler arasına katıldı. Ama zaman güle oynaya geçip giderken, yaşlı filozof evin sessiz bir köşesine çekildi, biraz kestirmek üzere bir koltuğa çöktü. Sabahleyin şölen sona erdiğinde, eğlenceden yorgun düşenler onu uyandırmaya geldiler. Bir de baktılar ki, geceleyin hiç sesi çıkmadan uykusunda öbür dünyaya göçüp gitmiş. Bütün Atina mezarına kadar ardından yürüdü.
insanlar basit olsaydı, doğruluk da basit bir sorun olurdu diyor platon(eflâtun) ; kurulu düzene baş kaldıran bir komünizm, sorunu çözmeye yeterdi. ve bir ara düşüncelerini başıboş bırakıyor:
“böylece düzene giren insanların nasıl yaşayacaklarını düşünelim önce: onlar ekmeklerini, şaraplarını, yiyeceklerini, kunduralarını yapacaklar; evlerini kuracaklar, yazın çoğu zaman çıplak, yalınayak, kışın da üstlerine, ayaklarına bir şeyler giyip çalışacaklar. arpadan, buğdaydan yapacakları unları, kimi pişirip kimi yoğurup güzel çörekler, ekmekler hazırlayacaklar. yanlarına serdikleri hasırların, temiz toprakların üzerine dizecekleri bu ekmek ve çörekleri, sarmaşık, mersin yaprakları üzerine uzanıp çocuklarıyle beraber keyifle yiyecekler; üstüne de şaraplarını içecekler. aç kalmaktan, savaştan çekindikleri için de, gelirleri ölçüsünde çocuk yetiştirecekler, değil mi? … tabiî onların tuz, zeytin, peynir gibi katıkları da olacak. soğanla, lahanayla köy yemekleri de pişirecekler. önlerine incir, nohut, bakla gibi çerezler de koyacağız. bir yandan mersin yemişiyle palamudu, küle gömecekler, bir yandan da azar azar içecekler. barış ve sağlık içinde böyle doğal bir yaşayış sonunda, ihtiyarlayıp ölecekler. ölünce de, aynı yaşayışı çocukları sürdürüp gidecek.”
sonra, usulca şu soruya geçiyor: anlatılan o yalın cennete neden hiç kavuşamayız? o hayâlî ülkeler haritada neden görünmez?
karşılığını yine kendisi veriyor: açgözlüyüz, lükse düşkünüz de ondan. insanlar yalın hayatla yetinmezler, her şeye el uzatan, gözü doymaz, birbirleriyle yarışıp duran kıskanç kişilerdir; sahip olduklarından çabuk bıkarlar, sahip olamadıklarına da göz dikerler; ancak başkasına ait şeylerdir onlara çekici gelen… böylece, bir topluluk bir başkasının ülkesine el atmakta, doğal kaynaklara sahip olma mücadelesi önce çatışmaya, sonra da savaşa yol açmaktadır. ticaret ve mâliye gelişerek yeni sınıf ayrımları meydana getirir.
“öteki devletlere daha geniş bir ad bulmak gerek. çünkü onlarda bir değil, bir sürü devlet iç içedir. şu bildiğimiz devlet oyunundaki gibi, ne türlü olurlarsa olsunlar, her birinde en az iki yan vardır. biri zenginler, öteki yoksullar yanı. her iki yanda da, ayrıca bir sürü bölümler daha vardır. sen bunların hepsini bir bütün diye alırsan, aldanırsın.”
üyelerinin zenginlik ve aşırı tüketimle toplumda yer sahibi olmak istedikleri, bir ticaret burjuvazisi doğmuştu. bunlar, “karılarına büyük paralar harcayacaklardır.” servet dağıtımındaki bu değişme ise, siyasal değişikliklere yol açıyordu. tüccarın serveti, toprak sahibininkini aştığında, aristokrasi yerini, plutokratik oligarşiye yani, zengin tüccar ve bankerlerin yönetimine bırakacaktı. bu durumda, toplumsal güçlerin birbirine uygun biçimde düzenlenmesi ve politikanın gelişimine göre ayarlanması demek olan devlet yönetim sanatı yerine, parti stratejisi ve birbirinin ayağını kaydırmak demek olan politika geçecekti. temel ilkesini aşırı uca vardıran her hükümet şekli, yıkılmaya yüz tutar. aristokrasi, iktidar çemberini aşırı derecede daraltarak yıkar kendini; oligarşi, bir an önce varlık sahibi olmak amacıyle, serveti uluorta kapıştığı için yıkıma sürüklenir. her iki durumda da devrimle son bulur. bu devrim, sudan nedenler ve önemsiz kuruntular sonucu ortaya çıkabilir; ama nedenler ne kadar yalın olursa olsun, bu, biraraya gelen ciddî ve önemli haksızlıkların birikimidir. “sürüncemede bırakılan hastalıklardan zayıf düşen bir bünye, havadan nem kapar.” “… yoksullar düşmanlarını yendiler mi, demokrasi kurulur. zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurt dışına sürülür. geri kalan yurttaşlar, devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar.”
ancak, demokrasi bile, demokratik davranışta aşırı giderek kendini yıkar. demokrasinin temel ilkesi, herkesin eşit olarak hükümette yer alabilmesi ve kamu politikasında sözü olmasıdır. bu, ilk bakışta pek güzel bir düzen gibi gelir; ancak halk, en iyi yöneticileri ve en bilgece tutumları seçebilecek ölçüde yeterli eğitim görmediğinden, ortaya pek kötü durumlar çıkar.
“halka gelince, anlayıştan yoksundur. sadece yöneticilerinin, akıllarına esip de onlara söyledikleri şeyleri tekrarlamakla yetinirler.”
bir öğretiyi kabul ettirmek ya da geri çevirmek için, halkın beğendiği bir sahne oyununda, onu övmek ya da gülünç duruma düşürmek yeter. (komedilerinde hemen hemen her yeni düşünceye saldıran aristophanes’e bir taştır bu.) yığınların yönetimi, devlet teknesinin, üzerinde yüzeceği fırtınalı bir denizdir. her söylev rüzgârı, suları harekete getirerek geminin rotasını değiştirir. böyle bir demokrasinin sonucu zorbalık ve otokrasidir. yığınlar dalkavukluktan öyle hoşlanır, öylesine tatlı bir dile açtırlar ki, sonunda kendine “halkın koruyucusu” diyen en düzenbaz ve vicdansız bir dalkavuk, en üstün yetkiyi eline geçirir.
platon(eflâtun), siyasal yöneticilerin seçimini, demokratik sahnenin arkasından oligarşi iplerini çeken, kötü niyetli, servet düşkünü entrikacılara bırakmak şöyle dursun, yığınların saçma dileklerine ve kolay aldanırlığına terk etme çılgınlığı üzerine düşündükçe, şaşkına dönüyor. ayakkabıcılık gibi yalın işlerde bile, ancak özel eğitim görmüş birinin işimize yarayacağına inanırken, siyâsette oy toplamasını bilen herkesin devleti yönetebileceğini sanırız, diye yakınıyor, plâton. hastalandığımızda en yakışıklı ya da en güzel konuşan hekimi değil de, bu konuda özel eğitim görmüş, en yetkili ve usta bir hekimi çağırırız. öyleyse devlet bütünüyle hastalandığında en bilge, en iyi kişinin hizmetine ve önderliğine baş vurmayı neden düşünmeyiz? kamu hizmetlerinde yetersizliği, beceriksizliği ve düzenbazlığı önlemek, herkesin iyiliğini düşünerek devleti yönetecek olan en iyi kişiyi seçmek ve onu bu göreve hazırlamak üzere en uygun yolu bulmak: budur işte siyasal felsefenin sorunu. bütün bu siyasal sorunların ardında bir de insan yaradılışı vardır. siyâseti anlamamız için yazık ki psikolojiyi de anlamamız gerekiyor.
“insan neyse, devlet de odur.”
“insanın kişiliği nasıl değişirse, hükümetler de öyle değişir… devletleri meydana getiren, o devletin içindeki insan yaradılışlarıdır.”
devletin bu şekilde olması, yurttaşlarının bu yaradılışta olmasından ileri gelir. böylece, kişilerimiz daha iyi olmadıkça, daha iyi bir devlet beklemeyelim. bu durumda her türlü değişiklik yapılsa bile, temelde her şey olduğu gibi kalır.”
“ne de güzel yaşar bu hastalar! boyuna hekime gider, ilâçlar alır, hastalıklarını büsbütün azdırmaktan başka bir iş yapmazlar. yine de yeni bir ilâçla kurtulacaklarını umarlar… dünyanın en eğlenceli insanlarıdır bunlar. toplumu iyi edeceğiz diye, bir sürü yasalar koyarlar, böylece kötülüklere bir son vereceklerini umarlar. ama aslında, hydra’nın bin başından birini kestiklerini, her kestikleri başın yerine de yeniden ikisinin çıktığını fark edemezler.”
şimdi de siyâset felsefesinin ele almak zorunda olduğu insan konusunu inceleyelim:
eflâtun, insan davranışının üç ana kaynaktan doğduğunu söyler. bunlar, istek, duygu ve bilgidir. istek’le, heves, içiti, içgüdü; duygu’yla, canlılık, tutku, yiğitlik; bilgi’yle, düşünce, zihin, akıl, aynı grupta yer alırlar. istek, apış arasında yerleşmiştir; temeli cinsiyete dayanır; taşan bir enerji kaynağıdır. duygunun yeri yürekte, kanın akışında ve gücündedir; deney ve isteğin organik titreşimidir. bilgi ise kafadadır, isteğin gözüdür, ona rûhun kılavuzu da denilebilir. bu güçler ve huylar herkeste bulunursa da, aynı ölçüde değildir. kimi insan vardır, baştan başa istek olup çıkmıştır; bunlar maddî şeyler peşinde koşan, kavga arayan, lüks ve gösteriş tutkusuyla yanıp tutuşan ve bir türlü ulaşamadıkları amaçları yanında, kazanmış olduklarını bir hiç gibi gören, tedirgin, her şeye el uzatan rûhlardır. sanayiye hâkim olan, onu evirip çevirenler bu kimselerdir. ama duygu ve yiğitlik tapınakları olan, didinmeleri asıl çaba gösterdikleri şey için değil de, “zaferin ta kendisi için” olan kimseler de vardır; bunlar her şeye el uzatmazlar, ama hırçın kimselerdir. bir şeyi ele geçirmek için değil, iktidar sahibi olmak için çırpınırlar; hoşlandıkları, savaş alanıdır, pazaryeri değil. dünyadaki orduları ve donanmaları bunlar meydana getirir. en sonunda da, düşünmekten ve nesnelerin nedenlerini anlamaktan tat alan tek tük insan vardır. bunlar mal-mülk ve zaferi umursamaz, bilgi edinmek için çırpınırlar; pazaryerinde ya da savaş alanında görünmezler, kendi başına bir kenara çekilen zihnin; sakin duruluğu içinde kendilerinden geçerler. bunların istemi ateş değil, ışıktır. sığındıkları liman iktidar değil, gerçektir. bunlar dünyanın kullanmadığı, bir kenarda duran bilge kişilerdir. etkin, bireysel eylem, duyguya kapılsa da, bilgi tarafından nasıl yönetilirse; aynı şekilde, mükemmel bir devlette de sanayiî güçleri üretim yapar ama, yönetici olmaz. silâhlı kuvvetler, koruyuculuk görevi görür ama, yönetici olmaz. bilgi, bilim ve felsefe güçlerinin beslenmesi, korunması gerekir. devleti bunlar yönetir. bilgi kılavuzluk etmedikçe, halk, kargaşalık içindeki istekler gibi düzensiz bir kalabalıktır; isteklerin bilgi aşığını gerektirdiği gibi, halkın da filozofların kılavuzluğuna ihtiyacı vardır. “gözü zenginlikten kamaşan tüccar başa geçti mi, ya da bir general, ordusunu askerî diktatörlük uğruna kullandı mı” yıkım başlamış olur. üreticinin yeri iktisat alanı, savaşanınkiyse savaş alanıdır. kamu yönetiminde ikisi de başarısızlığa uğrar; tecrübesiz ellerinde politika, devlet yönetimini batırır. devlet yönetimi bir bilim ve sanattır; kişi bu amaç için uzun süre hazırlanmış olmalıdır. bir ulusu yönetecek olan en uygun kişi bir filozof – kraldır ancak. “filozoflar, bu devletlerde kral olmadıkça ya da şimdi kral, önder dediklerimiz, gerçekten filozof olmadıkça, aynı insanda siyasal önderlikle bilgelik birleşmedikçe, ne devletler ne de insan soyu dertten kurtulamaz…”
eflâtun’un düşünce yapısının temel taşı budur.
ne yapmalı, o hâlde?
ilk yapılacak iş, “devlet yönetiminde on yılı dolduranların hepsini, kırda yaşamaya göndermek ve çocukları ailelerinden alıp, zamanın ve ana babanın göreneklerinden koruyarak yetiştirmek.” ideal devlet’imizi, büyüklerinden aldıkları kötü örneklerle, her yönden yozlaşan gençlerin omuzları üzerine kuramayız. elimizden geldiğince, her şeyi silip, işe yeniden başlamamız gerekir. aydın bir yönetici, ülkesinin bir parçasında ya da sömürgesinde, böyle bir işe girişmemiz için yetki verebilir bize.
ne olursa olsun, tâ baştan her çocuğa eğitimde fırsat eşitliği tanımamız gerekir; hüner ve dehâ ışığının nereden parlayacağı belli olmaz; kimseden yana çıkmadan, bunu her sınıf ve soyda aramak gerekir. yolumuzdaki ilk dönemeç; herkesin eğitimi sorunudur.
hayatın ilk on yılı boyunca, daha çok beden eğitimine önem verilecek, her okulun bir beden eğitimi alanı, bir de oyun bahçesi bulunacaktır. bütün eğitim, oyun ve spordan ibaret olacaktır. bu ilk on yıl süresince, öyle sağlam bir beden yapısı kurulacaktır ki, ilerde hiçbir ilâç için gereksinme duyulmayacaktır. içinde, kendine hasta süsü verenlerin ve sakatların bulunduğu bir ulusu beslemeye gücümüz yetmez. ideal devlet insanın kendi bedeni içinde uyumuyle başlar.
ancak, yalnız atletizm ve beden eğitimi de kişiyi tek yönlü yapar. “öyleyse ne yapalım? hem uysal olacak, hem de yiğit; nerede bulalım böylesini? uysallık azgınlığın tam tersidir sanırım.” şampiyonlar ve haltercilerle dolu bir ulus değildir istediğimiz. belki de müzik, sorunumuzu çözecektir! rûh, müzik yardımıyle uyum ve ritmi, hattâ doğruluğa eğilimi öğrenmiş olur. “uyumlu bir yapısı olan haksız davranabilir mi hiç? müzik eğitiminin bu denli güçlü olması bundan değil mi, glaukon? ritim ve uyumu rûhun gizli köşelerine sızdıran, hareketlerine lâtiflik veren, onu nezih yapan müzik değil midir.” müzik, insanın kişiliğine biçim verir, dolayısıyle uygun politik ve toplumsal kararların alınmasında da rol oynar.
müzik sadece duygu ve huy inceliği getirmez, aynı zamanda sağlığı korur ve hastalığı iyi eder. ancak zihin yoluyla iyi edilebilecek hastalıklar vardır. frikyalı rahip, isterik kadınları kavalla iyi edermiş. müziğiyle coşan kadınlar, bitkin düşüp sızıncaya kadar dans ediyorlar, uyandıklarında da iyileşmiş oluyorlarmış. insan düşüncesinin bilinçdışı kaynaklarına bu yolla erişiliyor, dindiriliyor; dehânın kökleri de, işte bu davranış ve duyuşun alt katlarında bulunuyor. “hiçbir insan bilinçliyken gerçek ve vahiy gibi gelen seziye ulaşamaz. ancak zihin gücü, uyku, hastalık ya da bunaklık ile uyuştuğu zaman o duruma ulaşabilir. “bu anlamda peygamber ya da dâhiyle, cinnet getirmiş bir kişi arasında fark yoktur.”
plâton, daha sonra çok ilginç bir konuya geçerek, “psikanalizi” sezinliyor. siyasal psikolojinin çıkmaza girmiş olmasının bir nedeni de, insanoğlunun türlü heves ve içgüdülerini yeterince incelememiş olmamızda. düşler bazı ince ve ele avuca sığmaz eğilimlere ışık tutabilir.
“olur elbet. üstünde durmak istediğim şu: zorunlu olmayan istekler, zevkler arasında bir de bozuk diyeceğim istekler var. doğuştan herkeste bulunur sanırım bu istekler; ama kanunlar, iyi istekler geri iter bunları; insan akıl yoluyla de bunları içinden söküp atabilir ya da sayılarını, güçlerini azaltabilir. ama herkes yapamaz aynı şeyi. birçoklarında bu bozuk istekler artar da, eksilmez. biz uyurken uyanan istekler. bizi dizginleyen, yumuşatan, düşündüren tarafımız uykuya daldı mı, tıka basa yiyip içmiş hayvan silkinip kalkar ayağa, boş bulduğu meydanda at oynatmaya, dilediğini yapmaya yeltenir. nelere el atmaz o zaman, bilirsin: hiçbir utanması, ölçüsü kalmaz. anasıyla yatmayı bile geçirir içinden (oidipus kompleksi): insan, tanrı, hayvan, ne olursa olsun kirletmek ister. dökmeyeceği kan, yemeyeceği halt kalmaz. çılgınlığın, yüzsüzlüğün son kertesine varır kısacası. ama sağlığı, sağduyusu yerinde bir insan düşün. uyumadan önce aklını uyandırsın, güzel duygulara versin kendini. isteklerini ne aç bıraksın, ne de tıka basa doyursun ki, uyusunlar. ne coştursun, ne de küstürsün onları ki, aklını karıştırmasınlar. düşüncesi duyulardan sıyrılıp kendi kendini yoklasın. geçmişte, bugünde, gelecekte akıl erdiremediği şeyleri anlamaya çalışsın. öfkesini de tutmasını bilen bu adam, kimseye çatmış olmadığı için rahat yürekle uyur, içindeki bu iki yanı yatıştırdıktan sonradır ki, ferahlığa ulaşır ve işte ancak o zaman üçüncü yanını, bilgeliği bulur; ancak o zaman gerçeği en iyi görecek duruma gelir; korkunç rüyalara, kâbuslara en az sürüklenir. sözü fazla uzattım bu konuda. kısaca şunu söyleyebiliriz: hepimizin içinde korkunç, hayvanca, dizginsiz birtakım istekler vardır. aklı başında görünen sayılı insanlarda bile rastlanan bu istekler, rüyalarda yüze çıkar.”
müzik ve ölçü rûha ve bedene incelik ve sağlık verir. ancak müzik de, atletizm gibi aşırı giderse, tehlike yaratır. sadece bir atlet kişiliğinde olmak, hemen hemen vahşî bir kişiliğe sahip olmak demektir. sırf müzisyen olmaksa, “iyi’nin ötesinde eriyip yumuşamak” demektir. ikisinin birleştirilmesi gerekir; on altı yaşından sonra kişi sadece müzikle uğraşmayı bırakmalıdır artık, bununla birlikte kamu oyunlarına katılma nasıl devam ediyorsa, koroda şarkı söylemek de ömür boyunca sürmelidir. müzik de salt müzik olmamalıdır. matematik, tarih ve bilimin bazı tatsız tuzsuz yanlarını ilginç kılmak için de kullanılmalıdır; bu güç bilimler gençlere, şiir ölçüsüne uydurularak verilebilir, kolaylaştırılabilir ve şarkıya dönüştürülerek güzelleştirilebilir pekâlâ: ancak böyle de olsa, bu bilimler, yine de karşı duran bir zihne zorlanmamalıdır; belli bir ölçü içinde serbestçilik üstün gelmelidir. “öyleyse aritmetiğe, geometriye ve dialektikten önce gelen bütün bilimlere, daha çocukken başlatmalı ve öğretim, zorla yaptırılan bir işe benzememeli… çünkü özgür insan, hiçbir şeyi köle gibi öğrenmemeli. bedene zorla yaptırılan şeyin ona bir kötülüğü olmasa bile, kafaya zorla sokulan şey akılda kalmaz. öyleyse, mutlu delikanlı, çocuklara zor kullanmayacaksın. eğitimin onlar için bir oyun olmasını sağlayacaksın. böylece, onların yaradılıştan neye elverişli olduklarını da daha iyi anlarsın.”
böyle serbest yetişen zihinlerle, spor ve açık havada yaşamanın sağlamlaştırdığı bedenlerle ideal devletimiz, her imkân ve gelişim için elverişli, geniş, sağlam psikolojik ve fizyolojik bir temel üstüne oturtulmuş olur. ancak, aynı zamanda bir ahlâk temelinin de bulunması gerekir; topluluğun üyeleri bir beden hâline gelmelidir. birbirlerinin üyeleri olduklarını öğrenmelidirler, birbirlerine karşı bazı borçları olduğunu, tatlı davranmak zorunda olduklarını bilmelidirler. insanlar yaradılıştan her şeye el uzatan, kıskanç, kavgacı, şehvet düşkünü yaratıklar olduklarına göre, böyle davranmaları için nasıl inandırılacaklardır? polisin her an başlarına inmek üzere bekleyen sopasıyla mi? bu hem pahalıya mal olan, hem de öfke uyandıran, kaba bir yoldur. daha iyi bir yolu vardır bunun: o da topluluğun mânevî ihtiyaçlarına doğaüstü bir güç bulmaktır. yani, bir dînimiz olması gerekir.
eflâtun’un inancına göre, bir ulus tanrı’ya inanmadıkça güçlü olamaz. insan olmayan bayağı bir kozmik kuvvet ya da ilk neden, ne umut, ne bağlılık, ne de fedakârlık aşılar; dertlinin yüreğine su serpmez, meydan savaşına hazırlanan bir rûha yiğitlik veremez. ama canlı bir tanrı bütün bu işleri yapabilir. kendi çıkarını arayan bireycinin zihnini karıştırır ya da korkutur. açgözlülüğünü dizginlemesine, tutkusunu bir dereceye kadar baskı altında tutmasına sebep olur. tanrı’ya olan bu inanca, insanın birey ölümsüzlüğüne olan inancı eklersek daha iyi olur: başka bir hayat umudu, kendi ölümümüze yılmadan göğüs germemizi ve sevdiklerimizin ölümüne katlanmamızı kolaylaştırır. inançlar kanıtlanmasa da tanrı, sevgi ve umudumuzun kişileşmiş ideali olsa da; rûh, müzik gibi, ona biçim veren gitarla birlikte ölse de, inanmanın kişiye zarar vermeyeceği apaçıktır. kendimize olsun, çocuklarımıza olsun, sonsuz iyilikleri dokunabilir.
çocuklarımızın yalın kafalarına her şeyi anlatmaya ve doğrulamaya kalkışacak olursak, başımıza iş açarız. özellikle yirmi yaşına gelip de, gördükleri eşit eğitim yılları boyunca öğrendikleri şeyleri ilk defa incelemeye ve denemeye başladıkları zaman, oldukça güçlük çekeriz. o zaman yaman bir temizlik işi başlayacaktır. büyük bir eleme de denebilir buna. bu deneme salt bir ders sınavı değildir. hem pratik, hem de teorik olacaktır: “onları zor işlerde, acılarda, savaşlarda deneyeceğiz.” her türlü yetenek kendini gösterecek, her çeşit ahmaklık açığa çıkacaktır. bunda başarı gösteremeyenler, ulusun iktisadî işlerine bakacaklardır. işadamları, memurlar, fabrika işçileri ve çiftçiler bunlar olacaktır. bu sınav tarafsız yapılacak, kişi kayırılmayacaktır. kişinin filozof ya da çiftçi seçilmesi, tekelci fırsatçılık ya da akraba kayırma yoluyla olmayacaktır, seçim demokrasiden daha demokratik olacaktır.
bu ilk sınavda başarı gösterenler, on yıl daha, beden, zihin ve karakter eğitimi göreceklerdir. derken daha çetin bir ikinci sınav geçireceklerdir. bu sınavda kalanlar, ikinci derecede memur ya da yüksek memur yardımcıları ve subaylar olacaklardır. bu büyük eleme işinde elenenleri, alın yazılarına katlanmaları için incelikle, patırtısız, gürültüsüz inandırmak üzere her türlü kaynağa baş vurmak gerekecektir. yoksa, birinci sınavda seçilmeyen o büyük çoğunluğun ve oldukça daha az sayıda, ama daha güçlü ve yetenekli olan ikinci elemeyi geçiren topluluğun, silâhlara sarılıp ideal devletimizi yıkıp yakmasını nasıl önleriz?
burada din ve inanç tek kurtuluş yolumuz olacaktır. bu kişilere, içinde bulunduğumuz sınıfı belirleyen tanrı buyruğudur, kurtuluş yoktur bundan – ağlamak sızlamak boşunadır, diyeceğiz. onlara madenlerin masalını anlatacağız:
“bu toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim ki, birbirinizin kardeşisiniz. ama sizi yaratan tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. onlar bunun için baş tâcı olurlar. yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. aramızda bir hamur birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da her hâlde size benzeyecektir. ama arada bir, altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. bunun için tanrı, her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu, dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa, hiç acımayıp onları hamurlarına uygun işlere koyacak, çiftçi ya da işçi yapacak. çiftçi ve işçi çocukları arasından, mayaları altın ve gümüşle katışık doğanlar olursa, onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecek. çünkü, mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün, şehrin yok olacağını tanrı buyurmuştur.”
bu birbirini izleyen seçim dalgalarının üzerine çıkan mutlu azınlık ne olacak peki?
onlar felsefe öğrenecekler. otuz yaşına gelmişlerdir; “acele etmemek gerekir, dialektiğin tadına vardılar mi bir kere, aşırı giderler, bir oyun hâline getirirler onu, birbirlerine karşı çıkarlar durmadan. birbirlerini akıl oyunlarıyle çekiştirip didiklemekten, köpek yavruları gibi zevk alırlar.” bu tat, bu felsefe başlıca iki şeyi ortaya koyar: bir; duru düşünmeyi, ki bu metafizik demektir; bir de yönetmeyi, ki bu da politika demektir. böylece, genç seçkin topluluğun, önce duru düşünmeyi öğrenmesi gerekecektir. bunun için de idea’lar (fikirler) öğretisini öğreneceklerdir.
eflâtun’un hayâl gücü, şiiriyle güzelleşen ve anlamı zorlaşan bu ünlü idea’lar (fikirler) öğretisi, çağdaş öğrenci için çözümü çetin bir bilmece olmuştur âdeta. bir nesne idea’sı o nesnenin ait olduğu sınıfın “genel idea’sı” olabilir (ahmet, mehmet, hasan, hüseyin’in ideası insandır.) ya da o nesnenin eylem durumunda uymak zorunda kaldığı yasa ve yasalar olabilir. (ahmet ideası, bütün davranışının “doğal yasalara” indirgenmesi olabilir.) ya da o nesnenin ve sınıfın yöneleceği tam amaç ve ideal olabilir. (ahmet ideası, ideal devletteki ahmet’tir.) idea, bütün bunların hepsini, fikri, yasayı ve ideali ifâde eder. duyularımızın karşısına çıkan bu yüzeysel olaylar ve ayrıntılar ardında, duyunun algılamadığı, ama akıl ve zihin tarafından kavranan genellemeler, düzenler ve gelişim yönleri vardır. bu fikirler, yasalar ve idealler, sâyesinde kavradığımız ve düşünerek çıkardığımız, duyularca algılanan belli birtakım şeylerden daha kalıcıdır. şu daire, kalemimin hareketiyle doğuyor ve silgimin silmesiyle yok oluyor. ama daire kavramı sonsuzca kalıyor. şu ağaç ayakta duruyor, öteki devriliyor; ama hangi cisimlerin ne zaman, nasıl düşeceğini belirten yasaların başlangıcı yoktur, şu anda vardır, daima olacaktır, sonsuza kadar…
eflâtun’a göre, tanrı ile nesnelerin yapısı ve işleyişini düzenleyen evrensel yasalar tek ve aynı gerçektir. bertrand russel için olduğu gibi, eflâtun için de matematik, felsefenin kaçınılmaz bir önezgisi ve en yüksek biçimidir. akademisinin kapısı üstüne eflâtun şu sözleri yazdırmıştı:
“geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin.”
bu idea’lar, yani genellemeler, matematik düzenler ve idealler olmadan, dünya bize, hayata gözünü ilk açan çocuk örneği sınıflandırılmamış ve anlamsız bir duyu parçaları yığını gibi gelir. çünkü nesnelere anlam vermek onları sınıflandırarak, genelleştirerek, varlıklarının yasalarını ve eylemlerini, amaç ve hedeflerini bularak olur. idea’sız bir dünya, sınıflarına, sıralarına ve konularına göre dizilmiş kitaplar değil de, raflardan düşüp ortalığa saçılmış bir kitap yığını olurdu. bu nedenle, yüksek bir eğitimin temeli, idea’ların araştırılmasına: genellemeleri, sıra izleme yasalarını ve gelişim ideallerini bulmaya dayanacaktır. nesnelerin ötesindeki ilişkilerini, anlamlarını ve yasalarını, bunların uğrunda çalıştıkları ya da kapalı olarak ifâde ettikleri görev ve idealleri açığa çıkarmak gerekir.
bu belirsiz idea’lar öğretisine, duyuların bu karmaşıklık içindeki anlamlı biçimlerini, nedensellik sıralarını ve ideal güçlerini algılama sanatına, bu ülkeyi insanların davranışına ve devletlerin yönetimine uygulayacak düzeye, çocukluktan gençliğe, derken otuz beş yaş olgunluğuna eriştiren uzun bir hazırlıktan sonra ulaşılır. bu kişiler, artık krallık sembolü kırmızı cüppeyi bürünmeye ve kamu hayatının en yüksek görevlerini üzerlerine almaya hazırdırlar. ve insan soyunu yönetecek, onu rahatlığa kavuşturacak ‘filozof krallar’ elbetteki bunlar olacaktır işte.
ama ne yazık ki, henüz olamamışlardır. eğitimleri bitmemiştir. çünkü ne de olsa bu kuramsal bir eğitim olmuştur; başka bir şey daha gerektir: şimdi bu felsefe mezûnları, felsefenin yükseklerinden insanlar ve nesneler dünyasının “mağara”sına ineceklerdir. bu genelleme ve soyutlamalar, somut dünya tarafından denenmedikçe boşunadır. öğrencilerimiz hiçbir şekilde kayırılmadan bu dünyaya inecekler, işadamlarıyla, duygularının tutsağı olmayan ve eline geçirdiklerini bırakmayan bireycilerle, kol gücüne sahip ya da kurnaz kişilerle yarışacaklardır. bu mücadele pazarında hayat kitabının kendini okuyacak, dünyanın çıplak gerçekleriyle hırpalanacak, ekmeklerini alınlarının teriyle kazanacaklardır. bu son ve en çetin sınav, on beş yıl amansızca sürüp gidecektir. bazıları zora dayanamayarak, o büyük son eleme dalgası altında kalacaklardır. yara bere izi içinde ellisine ulaşmış, durulmuş, kendine güvenen, hayat tarafından amansızca törpülenerek kendini beğenmişlikten kurtulmuş; gelenek, deney, kültür ve mücadelenin el ele verip sağladığı bilgelikle donanmış bu adamlar, artık kendiliğinden devlet yöneticileri olacaklardır.
atina'nın politik, askeri ve iktisadi gücünün azaldığı, dev bir eğitim merkezi haline geldiği ve bu yüzden de politik bir krizin içinde olduğu dönemde, kendini bir çözüm bulmaya adamıştır. rehberi sokrates'tir ama entelektüel iknaya dayanan sokratik moral reform çözümünü reddeder. zaten sokrates de idam edilmiştir..
platon'a göre filozof toplumun ahlakını iyi yöne çekmek için ya iktidara sahip olmalı ya da iktidarla ortak olmalıdır. güçten ve destekten yoksun olan ahlak reformcusunun, aynı sokrates örneğinde olduğu gibi başarısız olması kaçınılmazdır.
sokrates'le bu konuda ortak olduğu nokta şudur: açık toplum.
toplumda yaşanan sorunları bilgiden yoksun bireylerin çözmeye çalışması ne kadar mantıklıdır?
bir uçağımız olduğunu ve bu uçağın bozulduğunu düşünelim. çözümü bulabilecek insanlar uçak mühendisleri midir, yoksa, güvenlik, yolcu, öğretmen veya çeşitli mesleklerden oluşan bir heyet midir?
açık toplum demek budur işte. krizi yaratan kişiler de sofistlerdir.
sorunlar ancak uzmanlarca, adaletli, erdemli, iyinin ve kötünün bilgisine, hakikatin bilgisine sahip filozoflarca çözülebilir. ona göre halk meclisi değil, filozoflar heyeti yönetmelidir devleti.
iö 427'de dünyaya gelen platon’un gerçek adının aristokles olduğu bilinmektedir. vücut yapısı sebebiyle kendisine yunancada ‘’geniş, geniş göğüslü’’ anlamına gelen platon mahlasının verildiği bilinmektedir. kendisi asilzade bir aileye mensup olup uzunca bir süre politikayla ilgilenmiş ve sonra hayatını değiştirecek isim olan sokrates’le tanışmıştır. ömrünün dokuz yılını onun yanında geçirmiş ve birçok öğretisini anlayışına katmıştır. sokrates’in idam edilmesinden sonra atina’dan ayrılarak dünyanın birçok yerine yolculuk etmiştir. gittiği yerlerden en önemlisi belki de mısır’dır. burada matematik, geometri alanında var olan birçok gelişmeyi takip etmiş ve öğrenmiştir.
ona göre, geometrinin konusu tamamen zihnin ürünü olan nesnelerdir. sadece geometride ve matematikte değil, onun tüm felsefî anlayışında zihin kavramı ön plandadır. kuracağı akademi’nin kapısına yazdığı ‘’ageometretos medeis eisito!’’ (geometri bilmeyen giremez!) cümlesi belki de bu durumu çok iyi açıklamaktadır. fakat bu sözden kastedilen şey günümüzde anlaşılacağı üzere üçgenin iç açılarının toplamını bilmeyen, karenin alanını hesaplayamayan insanlar girmesin gibi basit bir muhteva değildir. platon’un burada kastettiği şey geniş anlamıyla; analitik düşünemeyen, bildiklerini tekrar tekrar sorgulayamayan, yansıtıcı düşünemeyen, metabilişsel becerisi olmayanların kapıdan derhal dönmesi gerektiğidir.
pek çok yunan filozofu gibi platon da bir kişinin ‘’bilge’’ olabilmesi için bolca boş zamana ihtiyacı olacağını düşünür. belki de ‘’boş’’ dediğimiz bu zamanlar bizim için aslında gerçek anlamda dolu olması gereken zamanlardır. kanaatimce asıl boş zamanlarımız; sevmediğimiz bir işte çalışmak, alışveriş yapmak için zaman harcamak, fiziksel ihtiyaçlarımızı gidermek gibi şeylerden ibarettir. dolu dediğimiz zamanlar herhalde ki entelektüel becerimizi ve disiplinimizi geliştirdiğimiz zamanlardır. platon da aslında geçimini sağlamak için bir işle meşgul olan insanların, bu açıdan bir kişiye ya da bir yere bağlı olanların arasından bilge insanların çıkamayacağını düşünmektedir. biz buna sonradan tam olarak ‘’aristokrat’’ bakış açısı diyeceğiz. fakat yanlışlığını ispatlamak da biraz zor gibi görünüyor. kahrolsun vahşi kapitalizim, yaşasın bigelik ülküsü!.. öhm, her neyse bu konuyu ileride belki marx ve engels’te işleriz.
platon’un ideal devlet anlayışı ve ütopyası
pek çoğumuz tarafından bilindiği üzere platon ‘’idealar kuramı’’ -diğer adı ile ‘formlar teorisi’- ile nam salmış ve idealizmin kurucusu olarak kabul edilmiştir. bu kuram hakkında birçok yerde genişçe ve detaylı bilgiler mevcuttur. fakat burada çok kısa bir biçimde anlatmak gerekirse platon aslında özetle şöyle demektedir:
bu dünya aslında bize görüldüğü gibi değildir. gerçek olan ile bizim gördüğümüz arasında ciddi farklar olabilir. siz cahiller bunun farkına varamazsınız. bu dünyanın nasıl olduğunu, aslında ne olduğu ancak ve ancak filozoflar anlayabilirler. çünkü onlar duygularını değil düşüncelerini egemen kılarlar!
yukarıda kendi cümlelerim ile özetlemeye çalıştığım idealar kuramının bu basit ve gayriciddi anlatımından dolayı sanırım platon’a bir özür borçluyum. fakat benim anladığım tam olarak buydu. platon ise bu fikri daha anlaşılabilir kılmak için meşhur ‘’mağara alegorisi’’ni kullanır. yazının çok fazla uzamaması için youtube’da bu alegoriyi çok güzel özetleyen bir videoyu huzurlarınıza sunuyorum. merak edenleriniz iki dakikasını ayırıp izleyebilirler:
video için
idealar kuramını oldukça kısa bir biçimde tasvir ettikten sonra platon’un ütopyası olan ‘’ideal devlet’’ine geçmenin tam zamanı olduğunu düşünüyorum. zira platon, ‘’devlet’’ isimli büyük eserinin ilk bölümünde devletin inşasından bahsederken bu kuramına yaraşır bir şekilde devleti yöneteceklerin ancak filozoflar olabileceğini belirtir. çünkü gerçek bilgiye ancak onlar sahip olabilirler.
platon’un insan kavramı ile devlet anlayışı eş değerdir. dolayısıyla öncelikle onun ‘’insan’’a ne gözle baktığını bilmek bizim için faydalı olacaktır. platon insanın ruh ve bedenden oluştuğunu belirtir. ruhu da kendi içinde üçe ayırır: irade, akıl ve itkiler. irade, bir davranışı yahut arzularımızı gerçekleştirmemiz için cesareti gösteren kısımdır ve ruhun öfkeli bölümünü oluşturur. akıl ise sorgulama ve analitik düşünme yolu ile seçenekler arasından doğruya ulaşmaya çalışan ruhun karar veren bölümüdür. itkiler; yemek-içmek, cinsellik, barınmak gibi doğal isteklerimizin yer aldığı kısımdır ve ruhun en zayıf bölümüdür. platon sağlıklı bir insanın ancak bu üç bölümün birbiriyle uyumlu ve barış içerisinde çalışmasıyla meydana gelebileceğini belirtir. devlet dediğimiz mekanizma da tam olarak böyledir. platon devleti de aynı şekilde üç bölüme ayırır. ruhun her bölümünü yurttaşlara ait üç sınıftan biriyle eşitler. askerler, ruhun öfkeli kısmına yani iradeye; yöneticiler, ruhun karar veren bölümü olan akla; meslek sahibi olan ve çalışarak askerlerin ve yöneticilerin her türlü isteğini karşılayacak olan sıradan halk ise ruhun itkiler bölümüne tekabül etmektedir. insan yapısında olduğu gibi devlet yapısında da bu üç kısım birbirleriyle çatışmaya girmeden, uyum içerisinde yaşarlarsa ideal toplum, ideal devlet meydana gelecektir.
platon devletin var olmasını ve ayakta kalmasını sağlayacak esas unsurun koruyucular adını verdiği yöneticiler olduğunu belirtir. ağaç yaşken eğileceği için sayıları oldukça az olan ve yasa koyucu tarafından en başta seçilen bu zümrenin oldukça iyi bir eğitim görmesi gerekmektedir. ve esas olanın onların eğitimi olduğunu belirtir. platon’un sınıf anlayışı katı bir ayrılağa dayanmaz. aşağı sınıflarda yer alan fakat büyük umut vaat eden bir çocuk yukarı sınıflara terfi edebilir iken yetersiz bir çocuk da aşağı sınıflara inebilir. ayrıca kadın ya da erkek her çocuğun eğitilmesi gerektiğini söyler.
eğitimi jimnastik ve müzik olarak iki bölüme ayırır. burada her iki kelimenin anlamı da günümüzdeki içeriğine göre çok daha geniştir. örneğin jimanstik kelimesi, beden eğitiminin yanında geniş bir kültürü ve zindelik ile alâkadar olan her şeyi içine alır. platon’a göre eğitimle kazandırılması gereken esas unsurlar ciddiyet, edep ve cesarettir. dolayısıyla bu çocuklara eğitim verilirken kullanılacak her türlü literatürde yoğun bir sansür vardır. örneğin çocuklarda ölüm korkusu uyandıracak her türlü hikâye yasaktır. çünkü yeri geldiğinde çocuklar ölmeyi istemelidirler. bunun yanında çocuklara tanrılardan asla kötülük gelmeyeceği öğretilmeli ve yüksek sesle gülmemeleri gerektiği ciddiyetle belirtilmelidir.
platon, homeros ve heseidos’un eserlerinin verilen eğitimde kullanılmasını yukarıdaki sebeplerden ötürü yasaklamıştır.
gençler böylece belli bir yaşa kadar hiç çirkinlik ya da kötülük görmeyeceklerdir. fakat bazen onları cezbedecek şeyler sunularak cazibe testlerine maruz bırakılırlar. eğer bu testleri geçebilirlerse yönetici sınıfında yer almayı hak edebilirler, aksi takdirde alt sınıflardan birine mensup olmaları gerekecektir.
peki her şey iyi güzel de bu devletin ekonomik sistemi nedir? işte tam bu noktada diyebiliriz ki yöneticiler ve askerler için komünizm benzeri bir sistem vardır. askerlerin özel mülkiyeti olamaz, birlikte yaşayıp birlikte yemek yerler. altın ve gümüş sahibi olamazlar. çünkü platon’a göre zengin olamamak mutlu olmaya engel değildir. tek tek yöneticilerin, askerlerin ve alt sınıfın iyiliğinin ve mutluluğunun önemi yoktur, önemli olan bütünün mutlu olmasıdır.
bu komünist anlayış aile yapısında da görülür. çocuklar ve kadınlar da dahil olmak üzere erkek egemen toplumdaki arkadaşların her şeyi ortak olmalıdır. kadınlar, erkeklerin ortak eşleri olacak ve hiç kimsenin kendine ait eşi olmayacaktır. bu kadar ilginçlik yetmezmiş gibi burada daha dikkat çekici bir ilginçlik daha karşımıza çıkmaktadır. platon devletin sağlığı için yalan söylenmesinde hiçbir beis görmez. burada makyavelizm’e benzer bir anlayış hakimdir desek sanıyorum ki yanlış söylemiş olmayız. zira gelin ve damatlar kura yolu ile eşleşeceklerini zannetseler de aslolan bu eşleşmelerin soy ıslahı ilkelerine göre ayarlanmasıdır.
gelin ve damat eşleşip çocuk sahibi olduktan sonra bu çocuklar onlardan alınarak ne onların çocuklarını ne de çocukların ebeveynlerini tanımasına müsaade edilmeyecektir. eğer ki bu evlilikten özürlü bir çocuk peyda olursa gizli bir yere yatırılıp öylece bırakılacaktır. aynı durum alt tabakanın bebekleri için de geçerlidir. kişilerin ne söz konusu eşleşmelere ne de bu tür durumlarda söz hakkı yoktur. böyle bir devlette kişiler; annesini, babasını ve kardeşini tanımayacağı için babası yaşında olan herkese baba, annesi yaşındakileri anne, kardeşi yaşındakilere de kardeş diyecektirler.
yukarıdaki durumlar sağlıklı bir şekilde işe koşulursa platon için ideal devlet kurulmuş ve aksamadan varlığını sürdürecek demektir. bugünkü bakış açısından birçok şeyi yadırgasak da her şeyin çağına göre düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim.
Yunan felsefe tarihinin kendisine çok şey borçlu olduğu yazar. Felsefenin yazılı geleneğine dev katkılar sunmuştur. Sokrates’i onun sayesinde tanıyoruz.
"iyi insanların sorumlu davranması için yasalara ihtiyacı olmadığını, kötü insanların ise yasaların çevresinden dolaşmak için bir yol bulacağını" söyleyen kişidir.
platon ile ilgili okumalar yaptığımız zaman, kendisinin ilk büyük sistem kurucusu, ilk ütopik devlet tasarımı ve birçok konu ile ilgili sistemsel bir cevap arayan kişi olduğunu anlarız. akla verdiği önemin yanında ruh-tanrı kavramı da onda o kadar fazladır ki, islam düşünürlerinden bazıları onun peygamber olduğunu bile düşünmüşlerdir. birçok din bilginini de çok fazla etkilemiştir.
mesela 2. yüzyılda yaşamış olan Numenios adında bir Yeni pythagorasçı “Platon, Attika diliyle konuşan Musa'dan başka bir şey değildir” demiştir.
bunun yanında felsefe tarihçisi profesör ahmet arslan'dan duyduğum bilgi, gazali'ye kadar bütün islam bilginleri aristocu idi, ama gazaliden sonra hepsi platoncu oldu.
yine çok değer verdiğim felsefe profesörü teoman duralı'nın bir söyleşisini dinlerken kendisi şöyle bir cümle kurmuştu, ''ben normalde çok çabuk sıkılan biriyimdir, bir metni en fazla bir kere okurum eğer üstünde çalışmayacaksam, ama dönüp dönüp okuduğum iki şey vardır ve her okuduğumda tekrar tekrar hayrete düşerim, bunlardan biri kutsal kitap kur'an diğeri ise platon'un eserleridir.''
sanırrım Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’a katılmamak mümkün değil, kendisi şöye demiştir;
''platon’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir.''
ütopya görüntüsü altında bir distopya yaratmıştır devlet kitabında. en klişe distopyaları okuyup ardından platon okunursa daha iyi görülür. tragedya yasak, şarkılar sansürlü, koruyucular arasında aile ve mal sahipliğinin olmaması gibi faşizan ideal devlet arzusu vardır.
gerçi ütopyalar ile distopyalar arasında ayrım yapmak çok zor. 1984'ü büyük birader'in ağzından okusaydık muhtemelen campanella'nın, more'un ütopyasından pek farklı bir şey görmezdik. ütopyalar da distopyalar gibi güçlü bir merkezi yönetim yaratır. bu da en nihayetinde baskıcı bir sistem getirir.
Platon ya da islâm dünyasında Eflatun olarak bilinen, Antik klâsik Yunan filozofu, matematikçi ve Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisi'nin kurucusudur.
filozof, politikacı ve oğlancı. sokrates ile tartışa tartışa en doğruya ulaşmaya çalışmış. ulaşmış ulaşmasına da artık yeni filozofları mı dinlesek ne şimdi?
birde bu adam politeia nın sonuna öldükten sonra olacakların hikayesini koymuş... akıllara zarar. gitmişte gelmiş biri anlatıyordu hikayeyi. platonda samimi bir şekilde eklemiş ya eserine. artık siz karar verin; modern filozofları mı dinleyelim yoksa antik çağ filozoflarını mı.
Platonik aşk kavramının yaratıcısı. Kendisinin ideal devleti tanımladığı devlet adlı eserinden esinlenilmiş ve adına platonik aşk denilmiş. Sanıldığı gibi karşılıksız aşk demek değil yani. ideal aşk demek...
Büyük Helen filozofu platon, yani bizim Eflatun demiş ki: "bir toplumu yönetecek olan kişiler bu işe çok istekli olmamalı. Neredeyse gönülsüz kişiler arasından seçilmeli . Kendi paralarıyla, varlıklarıyla idare edebilecek durumda olmalılar. "
Yani bizimkilerle pek ilgisi yok. Hepsi başa gelip, ömür boyu orda kalma çabasında.