pinokyonun hikayesi

entry1 galeri0
    1.
  1. o gün yine her zamanki gibi sabahın 6'sında uyanmıştı çiftçi. gözlerini hafifçe araladı, sızan ışığın uykusunu büsbütün mahvetmemesi icin sıkıca yumdu yeniden. çatıda uçuşan martı sesleri beyninin içinde yankılanıyordu sanki. işık ve ses bile artık ne kadar da rahatsız eder olmuştu onu. sıkıca sarıldığı yastığıyla, incecik yorganının altında, mavi ve beyaz renklerden oluşan yorganının püskülleri gıdıklarken yılların çizikler attırdığı yüzünü, o dönüp dönüp duruyordu hala tekrar uyuyabilmek için.

    aslında o da biliyordu çabasının boşunalığını. ama başka ne yapabilirim ki diyordu bir taraftan da. o artık eski çiftçi değildi. çok gerilerde kalmıştı bir çıktı mı eve girmek bilmediği gençlik günleri. artık bırak tüm günü dışarıda geçirmeyi, yardımsız evinin güzel bahçesine bile çıkamaz olmuştu. yataktan bile kalkamaz... ne de güzel bir ev, ne de güzel bir bahçeydi o. başkaları için sıradan belki ama onun için ne kadar da özeldi. nasıl olmasın ki? her köşesinde bir anısı, bir yasanmışlığı vardı. şimdi her bakışında o eve ve bahçeye, buğulu gözlerinden süzülen bir kaç damla pırlanta idi o canlanan anıları yıkayan. iki katlı, koyu kahverengi, ahşap bir evdi bu. anayoldan ayrılıp cevresinde yemyeşil, yaşlı mı yaşlı, dallarını iki taraftan yolun üzerine doğru uzatmış ve aralarından geçerken sizi adeta sarıp sarmalayan ağaçlarla çevrili bir toprak yoldan geçerek gidilirdi bu eve. yolun sonunda yaşlı çiftçinin gençliğinde işlettiği bir değirmen, düz açık bir alan, kenarda yine yaşlı çiftçinin gençliğinde oradan oraya gezerken kullandığı kırmızı traktörü ve biraz ileride evin bahçe girişi. bahçede ağaçlar, iki köpek kulübesi ve biri kızgın, yerinde durmayan, siyah ve tasması ile bağlı, diğeri sarı, sakin, serbest iki köpek. bir köşede dört ayakla yerden yükseltilmiş bir ambar, altında da anaç bir tavuk ve cevresinde ötüşerek koşuşan minicik, sapsarı, sevimli mi sevimli civcivleri. iki tane de ördek. biri diğerini sürekli koruyan, başını yukarı dikip dikip sesler çıkararak cevresine göz dağı veren iki ördek. bir sürü meyve ağaçları. erik, elma, armut, incir, kiraz, dut... çeşit çeşit meyveler. sessizliği kesik kesik bölen, ama huzuru asla engellemeyen ağustos böcekleri. cırr, cırr, cırr, cırr... doğayla başbaşa, tertemiz bir hava.

    başını hafifçe çevirdi, gözlerini yeniden araladı ve izin verdi sabah ışığının masmavi gözlerine çarpmasına. vazgeçti uykuyla cebelleşmekten. ve seslendi torununa gelip kendisini oturtması için: "caaaan", "caaaaaaaan!" sesini duyan yoktu. gözü oğlunun duvarda asılı resmine ilişti. pırlantalar yanaklarından yastığına doğru süzülmeye başlamıştı yine. ne kadar da zordu onun gibi biri icin bu durumda olmak. delice geçen bir gençliğin ardından, oradan oraya koşturarak geçen bir hayatın ardından, her girdiği ortamda sevilen, sayılan, sözü dinlenen, misafir edilmekten ve misafir etmekten büyük mutluluk duyulan, çalışkan, mert, eliaçık olarak bilinen dağ gibi bir adam için ne kadar da zordu yataktan bile dogrulabilmek için torununun yardımına ihtiyaç duymak.

    ama o inatçıydı, o inançlıydı, o güçlüydü. inanıyordu bunu da yeteceğine. hayatı boyunca kazanmaya alışmış bu adam, bunun da üstesinden geleceğim diyordu. hareket ettirebildiği sağ koluyla yataktan destek alarak hafifçe döndü. sağ eliyle altta kalan sol kolunu kurtardı ve onu doğrulurken kendisine zorluk çıkarmayacağını düşündüğü bir sekilde yerleştirdi. yatağının hemen yanındaki tahtadan duvarda kızının yaptırdığı bir kulp vardı, ona tutundu. sağ ayağıyla da hareket ettiremedigi sol ayağını uygun bir yere doğru ittirdi. artık hazırdı. heyecanlanmiştı. bu ilk denemeydi. o lanet olası olaydan beri kendini ilk kez bu kadar cesur hissediyordu. yorgun kalbinin güçlü çarpışları haberini veriyordu heyecanının. gücünü, güvenini topladı, derin bir nefes aldı ve...
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük