Ingmar Bergman ın 1966 yapımı psikolojik filmi.
bir kadının olmak istediği kişiyle olduğu kişiyi birlikte izliyoruz.
film, insanın toplum için oluşturduğu ben kimliğinin yalan olduğunu ve onu kullanmaktan gerçeği unutup aynı zamanda yabancılaşıp karmaşıklaştığını ve tüm bunlardan kaçıp gerçek kalabilmek adına susmanın tek çare olduğunu anlatıyor. aslında çok şey anlatıyor, kaliteli bir film.
ingmar Bergman tarafından yönetilen 1966 yapımı bir psikolojik dramadır. persona, Carl gustav jung'ın analitik kuramında yer alan kişilik arketiplerinden biridir de. Jung bu kuramı, kişinin diğerleri üzerinde bir izlenim bırakmak için tasarladığı bir tür maske olarak tanımlar ve aynı zamanda birey bunu gerçek doğasını gizlemek için kullanır. Tüm bunlar filmi okumak için birer ipucu niteliğinde. Filmde de iki kadının yüzlerindeki maskeleri ve dahi bunların iç içe geçtiğini görüyoeuz. hatta bir yüzün yarısını diğerinin yarısıyla birleştirildiği bir sahne vardı; bunun üzerine bibi Andersson(alma), kendisinin ve liv Ullmann'ın(Elizabeth) yüzlerinin üst üste getirildiği bu sahneyi ilk gördüğünde rahatsız edici ve korkutucu bulduğunu söylemiş bergman ise "sinemanın en büyük konusu insan yüzüdür" diye cevap vermiştir, bu bağlamda her iki aktörün de benzer görünmesi tesadüf olmasa gerek.
https://galeri.uludagsozluk.com/r/2113925/+
Elizabeth ve Alma iki ayrı karakter fakat film boyunca iki ayrı kişiliğe sahip iki ayrı kadını aynı ve tek kişi gibi izliyoruz. Filmde dikkate değer pek çok sahne var birine değinsek diğerinin boynu bükük kalır ezcümle Elizabeth, kendisi olmayı seçer; fakat Alma, Elizabeth olmamayı seçecek kadar güçlü değildir.
derin bir ingmar bergman filmi. hemen hemen tamamı iki kadın arasında geçen film insan ruhunun, kadın kişiliğinin derinliklerine dalıp dalıp çıkıyor. yer yer dingin, yer yer gergin modda 1 saati aşkın süre hiç de sıkmadan seyrdiliyor. izleyiniz.
Ayrıca persona bireysel bilinç ve toplum arasındaki karmaşık ilişkiler sistemidir. Bir yandan başkaları üzerinde kesin izlenim yaratmak diğer yandan bireyin gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmış yeterince uygun bir tür maskedir. Toplum her bireyden kendisine verilen rolü mümkün olduğunca mükemmel oynamasını bekler. Daha doğrusu beklemek durumundadır. Yani bir papaz resmi işlevlerini nesnel şekilde uygulamasının yanı sıra her dönemde ve her koşulda rahip rolünü mükemmel şekilde yerine getirmek zorundadır. Toplum bunu bir tür teminat olarak kabul eder.
Herkes kendi yerinde kalmalıdır. Bir yanda tamirci diğer yanda şair bulunmalıdır. Hiç kimseden her ikisini de olması beklenmez. "Garip" karşılanacağından her ikisi de olmak uygunsuzdur. ikisini de olan bir kişi diğer insanlardan "farklı" olacak ve güven vermeyecektir. Bu kişi akademik dünyada amatör, politikada "öngörülemez", dinde özgür düşüncelidir. Kısaca sürekli güvensiz ve beceriksizmiş hissi verir. Çünkü toplum sadece şair olmayan bir tamircinin ustaca tamir yapabilmesine ikna olmuştur. Dünyaya dolambaçsız bir görünüm sunmak pratikte önemli bir konudur. Yani toplum için ortalama bir insan bir şeyi değerindeyken başarmak için o bir şey üzerinde durmalıdır, iki çok fazla olacaktır. Toplum işte bu tür bir ideal üzerine kuruludur. O nedenle ilerlemek isteyen herkesin bu beklentileri hesaba katmak zorunda olması şaşırtıcı değildir. Lakin hiç kimse kişiliğini bu beklentiler içerisine tam olarak daldıramayacaktır. Bundan dolayı suni bir kişilik yapısı kaçınılmaz bir gerekliliktir. "Uygunluk" ve "görgü" talepleri bir maskenin olduğunu varsaymak için ilave bir kandırmacadır. O nedenle maskenin ardında süren şeye "özel yaşam" denir. Persona işte bu özel yaşamı maskenin altında tutmaktır.
Psikolojide carl jung’ın aynı adı taşıyan persona teorisi etkisinde oluşturulmuş 1966 yapımı bergman’ın psikolojik sanatsal gerilim filmi.
Üstteki çoğu entryde yer aldığı üzere kişilik çatışması, kişilik bölünmesi falan filan tarzındaki açıklamalarla alakası yoktur.
filmde de belirtildiği üzere Düşünce ve davranışların kopukluğu sonucu bir karakterin diğer karaktere kişiliğini yansıtması etkisi altına alması aynılaştırması söz konusudur. Ki yine filmde alma’nın hemşire üniforması giyerek son sahnelerde görünmesi davranışsal olarak elisabethten farklı olduğuna kendini ikna etme kaygısı teslim olmak istememe çabasıdır son bir çırpınıştır adeta. Çünkü düşünceleriyle tamamen artık aynı kişiliğe bürünmüştür.
ingmar bergman enteresan bir yönetmen. çekim tekniği açısından olsun, kullandığı değişik imgelemeler olsun, tanrı kavramını ve kişiliği kurcalayışı olsun sinema seven insanı bir şekilde mutlaka etkilemiş bir yönetmen kendisi.
garip bir hastanede başlıyor film. bir piyes canlandırırken, hayatın anlamını bulmuş gibi öylece kalan ve o andan itibaren konuşmayı reddeden bir aktris ve aktristin bakımını üstlenen genç bir hemşirenin arasında döner kurgu.
diyalog yerine monologlar halinde devam eder. aktristimiz konuşmak istemediği için, hemşirenin hayat hikayesine ve yaşadıklarına odaklanırız daha çok. bir süre sonra monologlar hemşireyi rahatsız etmeye başlar ve farkında olmadan bir kişilik bunalımının içerisine düşer. enteresan yan karakterler vardır filmin içerisinde, müzik olarak tabir edebileceğim şeyler yerine, garip ve rahatsız edici sesler duyarız daha çok.
seyirliği yüksek, biraz rahatsızlık verici ve olayı tam kavrayamadan ilerleyen bir film. bergman yapımları hakkında herhangi bir fikriniz yoksa, apışıp kalabileceğiniz türden bir film olmuş.
çıkartabildiğim iki ayrıntı; en başta dediğim gibi bu adam tanrı kavramını seviyor. suskunluk/susmak isa peygamberin ibadetidir hristiyan inancında. bu şekilde boş konuşmalar olmaz ve kullanılan dil yalan söylemez. aktristimizi, bu noktada isa peygamber ve ibadeti ile ilişkilendirmiş olabilir yönetmen.
ikinci nokta ise hemşirenin konuşkanlığından. anlattığı şeylerin derinliği ve bozukluğundan. insanın ancak ve ancak kendisini, yaşanılan şeylerden ötürü yargılamayacak ve mutlak bir dikkat ile dinleyecek bir birey karşısında perdelerini açıp gerçek kişiliğini ön plana çıkartabilir. geri kalan durumlar ise dünya denilen koskoca tiyatro sahnesinde etik, ahlak ve din kuralları çerçevesinde, bize verilen rol dağılımında görevimizi yerine getirmek ve iç dünyamızı bir şekilde bastırmak zorunda olduğumuzdur.
yanılıyor da olabilirim tabi ki. ilk izlenim ve intiba bu yönde sadece.
teknik anlamda film çok büyük övgüler almış, sinema tekniği kapasitem yetersiz olduğu için bir şey diyemiyorum. film içerisindeki sahne geçişleri, yüzlere yapılan zoomlar, açılışta gösterilen enteresan kareler, müziksizlik ve şu an aklıma gelmeyen başka teknik alt yapılar birleşince evet, gayet güzel bir film olmuş diyebilirim. bu tarz çekim tekniklerinin kullanıldığı başka filmler nelerdir derseniz aklıma gelen tek şey funny games filmindeki kameraya karşı konuşma sahnesi olur.
muadilleri olarak akla ilk etapta mulholland dr. ve lost highway gelse de, haneke'nin la pianiste filminde de etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği, ingmar bergman filmidir.
la pianiste filminde piyano öğretmeni olarak karşımıza çıkan isabelle huppert, çevresinde ahlaklı, kendisini işine adamış, otoriter bir kadın personası yani maskesi takarken; aslında yalnız kaldığı zamanlar bambaşka bir kimliğe bürünüyor, iç benliği ile yarattığı maske sürekli çatışıyordu.
persona'da konu bu çatışma etrafında şekilleniyor. hemşire kız alma ile saygın bir sanatçı olan elizabeth sürekli çatışıyor. filmde beni en çok etkileyen ise, ikilinin kavgası sonrası elizabeth sahilde koşup, alma'nın arkasından kendisini affetmesi için yalvardığı sahne. çünkü elizabeth geçmişinden kaçarken birden gözden kayboluyor. tıpkı geçmişimizden kaçma isteğimiz, hatalarımızla yüzleşmemizin yaralarımızı kanatmaktan başka bir anlam taşımadığını düşünmemiz gibi. alma bunun üzerine şöyle sesleniyor: " beni affetmek istemiyorsun. çünkü bunun sana bir yararı yok." evet, geçmişteki bizi affedemiyoruz, çünkü ne yılları ne de yaşananları geri sarabiliyoruz. insanoğlunun olaylara pragmatist yaklaşımı, geçmişiyle yüzleşirken de ölçüt oluyor. belki de bir insanın duyabileceği en büyük korkulardan biri kendi geçmişine duyduğu korku. her an peşimizde, sürekli kovalıyor ve yarattığımız maskeleri düşürme gücüne sahip. bu korkuyu sinemada çok başarılı bir şekilde işlemiş bergman. film siyah-beyaz değil de renkli olsaydı bu kadar çarpıcı olur muydu bilemiyorum.
Filmi çok beğendim hatta o kadar ki ayrıntılı yorum bile yapamıyorum. izlemeyi düşünenlerin aklında en ufak bir tereddüt bile varsa şüphe etmeden izlesinler.
insanın sosyal bir hayvan olduğu düşünüldüğünde zaten çoğu ünlü etolog ayna nöronlarına benzer şeyler olabileceğini söylüyorlardı. Fakat bu kadar komplike bir ayna nöron sistemine sahip olduğumuzu öngöremediler. O öngörü, onlardan değil psikoloji camiasından geldi. Persona yani sosyal sisteme uyum sağlamaya çalışan insanın şartlar izin verdiği ölçüde olmak istediği insanmış gibi yaptığı görüşü jung'a aittir. O dönemde pek seviştikleri, hatta o dönemden baba oğul gibiydik diye bahsettikleri freud bu fikre karşı çıkmıştı. Freud zaten hep insanların aslında o kadar da karmaşık olamayacaklarını, sosyal sistemlerin bu kadar gelişmiş mahiyetler içeremeyeceğini söylerdi.
O dönemde jung'un ünü artıncaya kadar freudçu etkiyle birlikte ünlenmesi zor oldu. Sonraki dönemde uluslararası psikoloji derneğinin başına jung geçince hayli güçlendi bu fikir. Jung hayatının bir kısmında dikkatle gerek bilinçle gerek bilinçdışıyla ilmek ilmek örülen bu maskelerin belli dönemde yalanlardan ibaret olduğunu düşündüyse de sonraki dönemde asıl popüler olan haliyle persona fikrinde biz ne kadar maskelerimizi örersek maskelerimiz de bizi o kadar örer fikrine inandı.
Persona filminin en büyük eksikliği de bu olarak değerlendirilebilir. Güdük bir maske, en önemli işlevi koparılmış bir fikrin dolaylı draması olmuştur film.
Doktorun Elizabeth'e söylediklerine bakınca bile çok farklı bir film ile karşılaşacağımızı fark ediyoruz. Çoğu filmdeki gerçeklikten uzak hissi yerine aslında kanlı canlı gerçekliğimizi bize anlatır. Tabii bunun için gerçekten kendimizin farkında olmamız gerekir. Bu sözler filmdeki şahane diyaloglardan yalnızca bir tanesi.
“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… intihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… insan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. isteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”
Bir tek dahi müstehçen sahne, çıplaklık koymadan çekilmiş en erotik sahnelerden birini barındıran efsane film.
Hem önce seviştiler sonra sevdiler kendi maskelerinden arınmış bir şekilde birbirlerini. Sevişme de beyinlerde oldu sevme de. Maskelerini çıkartabildikleri kadar anladılar birbirlerini, öldürebildikleri kadar canavarlarını, birbirlerinin olan ruhlar yarattılar. Jung ekolünün temsili olan en başarılı filmdir. Fakat o bile tam anlayamadı kendi hemşerisini.
Aşkını ilan edene kadar ki o son sahnelerdeki, yaşlısın, çirkinsin ithamları aslında acı çektireni kendisine çekme konusundaki umutsuz çırğınışlardı kendi gitmeden önce
Genelde filmlerde kurgu bütünlüğü olduğu sürece gerçekçilik aranmamalı. Fakat bergman bu filmde tamamen jung'un maske fikrini işlemeye çalışmış. Fakat tam olarak başarılı olamamış. Jung'un maske fikri Freud'un psikoloji anlayışından farklı olarak daha çok, psikiyatrik hastalarda dahi, ivmeli geçişleri öngörür. Filmde geçişler fazla süreksiz olmuş. Bu yanıyla eksi puan alıyor.
Özgünlük, oyunculuklar vs. çağına damga vurmak için geri kalan her şey tam olarak mevcut filmde. Dikkat etmeli ama tam dedim, çağının sinema ruhunun kabına sığmamış taşmış demedim. ilk yüzü zorlayabilir sinema tarihinde.
Toplumun, geleneklerin ve bireyin içsel arketipik gereksinimlerine, beklentilerine yanıt olarak bireyin takındığı maskedir. Genellikle, toplum tarafından verilen rollerdir. Maske kullanmanın amacı diğer insanlar üzerinde belli bir etki bırakmak ve gerçek kişilik özelliklerimizi saklamaktır. Persona, bir tür toplumsal kişiliktir ve bireyin çevreye gösterdiği yönleridir. Sahip olduğumuzla dışa gösterdiğimiz özelliklerimiz genellikle iki uçtur. ( Maske bizim öznel kişiliğimizle karşıttır. ) Bu süreç içerisinde kendimize ait bir çok özelliğimizi kaybederiz. Kendi kişiliğimize zaman içerisinde yabancılaşırız. Eğer ego persona ile katı bir özdeşleşme kurarsa, o zaman ortaya gerçek duygularından çok oynadığı rolün gerçek kişiliği olduğunu sanan bir kişi çıkar.