Ingmar Bergman'ın 1966'da çektiği başyapıt. Kişilik bölünmesi, kişilik çatışması, yalnızlık, ingilizcede merging ve uniqueness olarak adlandırılabilecek, türkçede ise karşılıklarını tam olarak bulmanın gereksiz olduğunu düşündüğüm iki kişilik arasındaki bağlantıları analiz eder Bergman.
Başrollerdeki Liv Ullman ve Bibi Andersson'un performansları dört dörtlüktür. Bergman ise, Tarkovski'nin genel sinema anlayışına insan yüzüne odaklanarak yeni ve özgün bir bakış açısı getirir. Senaryodaki muhteşem psikanalitik açılımlar, filmi defalarca izleme isteği uyandırır. Ancak bence en muhteşem an, liv ullman ile bibi andersson'un yüzlerinin tek bir ifade olarak görüntülendiği ve Bergman dehasının ortaya çıktığı sahnedir.
--spoiler--
Benim anlamadığımımı sanıyorsun; var olmak denilen o umutsuz düşü; olur gibi görünmek değil var olmak. Her an bilinçli, tetikte; aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma. Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık. Ele geçirilmek eksiltilmek hatta belki de yok edilmek, her kelime yalan her jest sahte. her gülümseme Yalnızca bir yüz hareketi. Intihar etmek; hayır fazlasıyla iğrenç, insan yapamaz. ama hareketsiz kalabilir susabilir hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip içine dönebilir, o zaman rol yapmaya gerek kalmaz. Birkaç farklı yüz taşımaya ya da sahte dostlara. böyle olduğuna inanır insan ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum elizabeth susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. Isteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın hayranlık duyuyorum. Bitene kadar oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.
--spoiler--
enteresan bir şey. gerek senaryosu gerekse sunduğu sahneler ile bambaşka bir yere koymak gerekir persona'yı.
-----------------------------------------------
Duvar yalnızlığı, ağaçlar ise insanları/toplumu ifade eder. Zindan filminde, rüya sahnesinde ağaçları insanlar olan orman tasviri vardı mesela. Ayrıca parça parça gösterilen sessiz film de, Zindan'da izleniyor.
Çocuk annesi tarafından izleniyor, burada filmin sonuyla alâkalı ipucu da var!
Filmi tekrar izlemeye kurulduğumda notlar tutayım dedim, ilk kez. Yukarıdaki son not, filmin giriş kısmının da sonunu belirtiyordu sanırım. Zaten esas hikâyeye yapılan girişle ben de kendimi kaptırmış bulunuyordum o şiirselliğe.
Persona'yı anlatırken yabancılaşmaya, iletişimsizliğe, iki yüzlülüğe değinebilirim. "Yaşamak istenen hayat" ile "yaşanması dayatılan hayat" farkı üzerine de değinilebilirim...
Ben naçizane, Persona'nın içerdiği müthiş estetiğe ışık tutmak istiyorum; Sven Nykvist'in elinin değdiği belli olan görüntülere... iki kadın ve bu iki münzeviyi barındıran bir ada-yaban çileği bahçesi smile.gif- var elimizde. Bir düşünelim; adanın tabii güzellikleri ile izleyiciye hoş bir görsellik sunulabilir mesela. Tamam buna basit diyelim, amenna. Peki evin içinde ve sadece aynı masada oturan iki kadını içeren sahnelerde nasıl bir vurgu yapılabilir izleyiciye? ilerletelim; bir rüya, bir fısıldayış ya da bir kavga, bundan daha estetik bir şekilde sunulabilir miydi acaba? Renksizlik, bir filme bu kadar mı yakışır? Filmin içerdiği estetik -ve daha da ileri gidersek erotizm- yazıya dökülebilecek bir mahiyette değil, ya da ben beceremiyorum bunu.
iki kadın ve bir ada diyorduk, gelelim o iki kadına... Siyah-beyaz bir filmde, gözlerindeki parıltıyı ya da solgunluğu bu kadar iyi ifade edebilen oyuncular çok yoktur ortalıkta sanırım. Liv Ullmann bir pandomim sanatçısı gibi, eğer sessiz sinema döneminde yaşasaydı yine ne kadar büyük bir oyuncu olabileceğini kanıtlarcasına enfes. Ürkeklik, kabullenme, kızma, sevinme, korkma ve daha nice hâli gözünü kırpmadan -evet, kırpmıyor- bize iletiyor. Bibi Andersson ise, yaşama sevincini yitirmek üzere bir hâlde, özlemleri ve pişmanlıkları olan, ve bunlardan da mühimi müthiş bir kıskançlık -gıpta etmek mi demeliydim?- içeren rolüyle inanılmaz başarılı.
Maskeler düşüyor, sonrasında ise yeni maskelere yönelmek kalıyor herkese...
Bakkal refik abiye farklı, tribal sevgilimize farklı, psikopat patronumuza farklı, hatta ailemize bile farklı davranmamızı sağlayan psikolojik olgudur. Eğer persona sosyal hayatta dominant özellik gösterirse entropi meydana gelir. Entropi ise maskenin gerçek kişilikten taşması halidir. ''Ben kimim ?'' sorusuna cevap alamamaktır.
Kişisel görüşüm; persona'yı kontrol edebilmektir. Hayatı çok kolaylaştırır. Ama persona sadece dışkaplama değildir, bu yüzden kontrol edilmesi de zordur. Değer yargılar ve kaygılar buna izin vermez.
psikanalizmin öncülerinden carl jung'ın psikoloji literatürüne kattığı terimlerdendir. persona, kişinin sosyal maskesidir. toplumda -ve tabi kendine karşı- sergilediğinde olumlu etki yaratacağını düşündüğü davranışların kökenini oluşturur persona.
tam karşıtı ise shadowdur. jung'ın shadow*u, freud'un bilinçaltı*na çok benzer. kişinin yüzleşmekten kaçındığı, toplumdan sakladığı, hoş karşılanmayan istek ve fikirlerdir.
jung'a göre persona ve shadowunu dengeleyebilirse kişi, sağlıklı bir psikolojiye sahip olabilir. personanın ağır basması, yani sosyal maskesinin baskın olması, kişinin kendine iç gözlem yapmasının önüne geçer. shadowun baskın olması da uyum problemlerine neden olur.
jung'un en temel teorilerinden biridir. toplum tarafından yüklenen roller ile bunları yerine getirmeye çalışan bireylerin maske taktığını ve sahip olduğu istekleri, arzuları toplum tarafından tepki görmemek için bilinçaltına attığını iddia eder.
psikolojide kelime anlamı olarak insanın kendi özgün kişiliği ile toplumsal kişiliği arası dengenin kurulamaması anlamındadır..filmde de bu tema etrafında yoğunlaşılmış..
Psikolojide carl jung’ın aynı adı taşıyan persona teorisi etkisinde oluşturulmuş 1966 yapımı bergman’ın psikolojik sanatsal gerilim filmi.
Üstteki çoğu entryde yer aldığı üzere kişilik çatışması, kişilik bölünmesi falan filan tarzındaki açıklamalarla alakası yoktur.
filmde de belirtildiği üzere Düşünce ve davranışların kopukluğu sonucu bir karakterin diğer karaktere kişiliğini yansıtması etkisi altına alması aynılaştırması söz konusudur. Ki yine filmde alma’nın hemşire üniforması giyerek son sahnelerde görünmesi davranışsal olarak elisabethten farklı olduğuna kendini ikna etme kaygısı teslim olmak istememe çabasıdır son bir çırpınıştır adeta. Çünkü düşünceleriyle tamamen artık aynı kişiliğe bürünmüştür.
Bir tek dahi müstehçen sahne, çıplaklık koymadan çekilmiş en erotik sahnelerden birini barındıran efsane film.
Hem önce seviştiler sonra sevdiler kendi maskelerinden arınmış bir şekilde birbirlerini. Sevişme de beyinlerde oldu sevme de. Maskelerini çıkartabildikleri kadar anladılar birbirlerini, öldürebildikleri kadar canavarlarını, birbirlerinin olan ruhlar yarattılar. Jung ekolünün temsili olan en başarılı filmdir. Fakat o bile tam anlayamadı kendi hemşerisini.
Aşkını ilan edene kadar ki o son sahnelerdeki, yaşlısın, çirkinsin ithamları aslında acı çektireni kendisine çekme konusundaki umutsuz çırğınışlardı kendi gitmeden önce
maske demektir. ingmar bergman'ın filmi için bu en azından ne olup bittiğini özetler. seyredilmeden önce soren kierkegaard'ın kaygı kavramı adlı kitabı okunursa daha çok şey anlaşılacaktır. toplumda herkes seyredildiği kaygısıyla hareket eder ve bunu anlatmanın sinemadan daha iyi bir yolu yoktur. zira sinema zaten temelde bir tür röntgenciliktir. filmin sonlarındaki tam ters açıdan sahne tekrarı da bunu kanıtlar aslında. iki farklı açıdan iki farklı hisse kapılırız. kim tarafından gözleniyorsak ona göre hareket etme kaygısı içindeyizdir. ayrıca bunu seyreden the other woman, mulholland drive, lost highway, fight club gibi filmleri seyretmeden de edemezmiş...