şecimler yaklaşırken selahattin demirtaş tarafından sıkça dile getirilen "barış" sözününden doğan merakla sorulan sorudur.
hadi barış icerisinde sırf hdp seçmeni olmadığı için kürtleri çatıdan atıp araba ile üzerinden geçelim, yok yok kardeşlik türküleri söyleyerek yollara mayın döşeyip patlatalım yada sırtımızı pyd ye dayayıp halay çekerek dağlara çıkalım sonra halkların kardeşliği adına nice anaları yavrusuz koyalım.
tipik solcu lafları, barış, özgürlük falan. içinin boş olduğunu bildiğim için ben zaten hiç itibar etmedim bunlara, nitekim içi boş olması bir kenara, ardında başka ameller de var.
yoksa barış istiyorlarsa, pkk'nın silah bırakıp teslim olması yeterli. amma bu onların istediği türden (sözde "onurlu barış") bir barış değil.
solcular çoğu şeyde olduğu gibi, "barış" sözcüğünde de bir tekele sahip olduklarını düşünüyorlar.
Mesela bizim barıştan anladığımız şey, onlara göre barış sayılmıyor. Mesela biz, pkk silah bırakıp teslim olsun dediğimizde, onlar bunu kabul etmiyor. NE tür bir barış istediklerini anlayabilmiş değiliz hala.
Selo bir umuttur pkk'nın tümden yok edilebilmesi için örgüt ile devlet arasında köprüdür. Bu köprüyü de yıkıp atarsak sadece dağları bombalıyarak terörle mücadelede etkin rol alabileceğimizi düşünemeyiz, 34 yıllık bir tezahürü ve gelinen nokta ortada.
Selo örgüte hadi terör örgütü desin tüm organik bağlarını koparsın diyiyoruz. Peki selo o zaman barajı geçebilir mi? Baraj altı selo ne yapabilir? çünkü kürt siyasi tarihinde şiddete alternatif doğan bu hareket şiddeti, terörü meydana getiren sebepleri etmenleri konuşmak tartışmak yerine direk şiddeti lanetlerse Kürtler'den de sırt yiyecektir ve hiçbir etkinliği kalmayacaktır. Sonuç olarak hiç kimseye yarar sağlamayacaktır.
Türklerin hdp'yi çok daha fazla desteklemeleri gerekir. Kürtler şiddet dışında siyasete demokrasiye güvenebilsinler, inançları artabilsin diye buna ihtiyaç vardır. Türk bak kardeşim senin partin var onu destekle onunla hak ara, askere polise pusu kuranları desteklemene şiddeti körüklemene gerek kalmadı demesi gerekir. Hdp'ye terör şakşakçısı diyerek her türlü sol, kürt, muhalefet oluşumu vatan hainliği, terör seviciliği diye nitelendirirek, mimleyerek Kürtlerin demokrasiye, hdp'ye şiddetsizliğe inanabilmesini nasıl bekleyebiliriz ki?
Olay terörle mücadele mi, yoksa barış mı? Eğer terörle mücadele ise, HDP'nin bunda hiç bir rolü olmayacağını biliyoruz. onlar sadece dönüp dolaşıp kendilerini bulan teröre karşı devlete karşı yalvarırlar.
Selahattin demirtaş, pkk'ya terör örgütü deyip, tüm organik bağlarını kopardığı zaman, hem kendisine oy veren kitlenin büyük bir bölümünü kaybeder, hem de ne işe yaradığı belli olmayan bir parti olur. Biz bunlara dağdan insin siyaset yapsın diye açtırmadık mı bu partiyi derler insanlar. Nitekim PKK ile bağlarını koparması demek, PKK'yı dağdan inmeye ikna edecek bir pozisyonda olmadığı anlamına gelir ki, zaten bugün de öyle bir pozisyonu yok, PKK ona ne pozisyon biçiyorsa, ki bu pozisyon bugün algı yönetiminden ibarettir, o pozisyona uyuyor, ama bir türlü devletin istediği pozisyona uymuyor, uyamıyor.
nitekim kürt siyasetinde siyasal hedefler, Türkiye cumhuriyetinin çıkarlarının aleyhinde işleyen hedefler olduğu sürece, PKK denilen bir örgüte ihtiyaç olacaktır.
Nitekim Türkiye bu hedefleri kayıtsız şartsız yerine getirse bile, böyle bir örgüt, silahlı mücadele yapmasa bile, bir önderlik pozisyonuna geçecektir.
Silahlı mücadele yapsa bile, etkinliğinin kalmaycağını iddia etmek, fazlaca iyimser bir bakış açısıdır. Güneydoğuda canı pahasına PKK militanlarını saklayanlar, Tunceli'de askerimize kurşun sıkarken geberen teröristlere askerin nereden geldiğini haber veren siviller varken, bu adamlara parti versen ne olur ki?
Türkler hdp'yi desteklemeyecektir. Nitekim HDP, Türklerin aleyhinde çalışan bir parti, dahası, Türklerin aleyhinde çalışan bir örgütün partisidir. Böyle kurulmuştur.
Kürtlere "senin partin var, bak sana kanal da açtık" diyerek adamları iki üç şeyle kandırabileceğini zannediyorsan yanılıyorsun.
Ben sadece sol kürt oluşumları değil, sol türk oluşumları da vatan haini olarak nitelendiriyorum. Aslına bakılırsa, sadece sonuncusunu vatan haini olarak görüyorum denebilir. Nitekim kürt solcusu her gün bas bas kürdistan diye bağırırken, türk solcusu gerizekalı, enayi gibi ilkine alkış tutuyorsa, asıl hain odur.
ben sadece sol kürt oluşumları değil, sol türk oluşumları da vatan haini olarak nitelendiriyorum.
kürtlere "senin partin var, bak sana kanal da açtık" diyerek adamları iki üç şeyle kandırabileceğini zannediyorsan yanılıyorsun.
silahlı mücadele yapsa bile, etkinliğinin kalmaycağını iddia etmek, fazlaca iyimser bir bakış açısıdır.
nitekim kürt siyasetinde siyasal hedefler, türkiye cumhuriyetinin çıkarlarının aleyhinde işleyen hedefler olduğu sürece, pkk denilen bir örgüte ihtiyaç olacaktır.
Kürtlerin pek ala kendi geleceklerini tayin edebilme hakkı vardır.
"Her ulus kendi geleceğini tayin edebilme hakkına sahiptir"
-M.K.Atatürk
Özerk ya da özgür olmak lütuf değil hak'tır. Seçimle o bölgede yaşayan ulusun kendi kararlarına bağlıdır. Buna rağmen Kürtler senden dilenmiyor bu hakkı yapılan o kadar devlet zulmüne rağmen bölünme rüyaları yok sadece kültürel haklarının anayasal zeminde yer almasını istiyor. Yani demek istediğim bölünmeyeceğiz demek türklerin değil Kürtlerin beyanı yoksa yüzyıl'da yüz kere bölünmüştü. Bir kere bu korku'dan sıyrılın sadece şiddetsiz bir ortamda Kürtler ile nasıl ortak paye'de buluşabiliriz diye düşünmek gerekiyor.
1990’a kadar devletin Kürt siyasetinin üç temel kavram etrafında ilerlediği görülüyor: inkâr, iskan ve asimilasyon… Tek parti dönemi raporlarına göre mesele, doğudaki nüfusun batıya, batıdaki nüfusun doğuya nakledilmesi ve bölgedeki Kürt nüfusun zaman içinde eritilmesiyle halledilmeye çalışılıyor. Devlet, “Bunlar Kürt değildir, Türk soyundan gelmektedir” diyerek inkar ediyor. “Türklük merkezleri kuracağız” derken asimile etmek istiyor. Bunu da halk evleri ve yatılı okullar üzerinden yapmak niyetinde. Devletin resmî siyasetini oluşturan ana metin Şark Islahat Planı’dır. 1990’a kadarki Kürt siyaseti bu belge üzerinden yürütülmüştür. Şark Islahat Planı, Şeyh Said isyanı sonrasında Atatürk tarafından bölgeye gönderilen Meclis Başkanı Abdulhaluk Renda ve içişleri Bakanı Cemil Uybadın tarafından yapılan çalışmaya dayanıyor. Bu metin Cumhuriyet dönemi Kürt siyasetinin adı konmamış resmî belgesi ya da yol haritası hâline geliyor. ismet inönü raporu, Celal Bayar raporu, Şükrü Kaya, Abidin Özmen, ibrahim Tali Öngören raporları Şark Islahat Planı’nın bir türevidir.
1924’e kadar devletin siyaseti, Mustafa Kemal’in 1920’de Meclis’in açılışında yapmış olduğu, “Heyetiniz sadece Türklerden, Kürtlerden, Çerkezlerden oluşan bir topluluk değildir. Heyetimizin asliyesi anasır-ı islam’dan oluşmaktadır” konuşmasına dayanmaktadır. Hatta 1921 Anayasası’nda “yerinden yönetim” prensibi öne çıkartılıyor. Bu bir anlamda adem-i merkeziyete karşılık gelen yaklaşım, 1924 ile beraber değişmeye başlıyor. 1924 Anayasası’nda, 1921 Anayasası’ndan tamamen farklı bir ruh hâkim oluyor ve devletin Kürtlere yaklaşımı 180 derece değişiyor. Halifeliğin kaldırılması bardağı taşıran son damla oluyor. Türkiye’de şöyle bir ezber var. Şeyh Sait isyanına kadar devlet iyi niyetliydi, isyan çıktı, isyandan sonra devletin siyaseti değişti. Hâlbuki önce devletin siyaseti değişiyor, sonra isyan çıkıyor. Neden-sonuç ilişkisi farklı.
1921’de Kürtlerin varlığını kabul eden, bölgenin özerk bir yapıyla yönetileceğini söyleyen Mustafa Kemal ne oldu da 1924’te bu siyasetini değiştirdi? Burası oldukça karanlık ve kör bir nokta. Ama bunun şifreleri var. Lozan’da verilen sözler olabilir, ingiltere’yle yapılan anlaşmalar olabilir, ama bunu bilmiyoruz, sadece tevil ediyoruz. isyanlar devletin siyaset değişikliğinden kaynaklanıyor. Tarih sıralamasıyla söylüyoruz, devletin siyasetinde 1921’de özerk yapı var. 24’te bu yapı değişince, isyan çıkıyor. Devletin siyasetinin değişmesinin iki somut göstergesi var: Birincisi, adem-i merkeziyetçilikten vazgeçilmesi. ikincisi ise halifelik kurumunun kaldırılmasıdır. Halifeliğin kaldırılmasının sembolik önemi var. Şeyh Said isyanının özelliği, dinî karakteri güçlü bir isyan olmasıdır. Ama daha sonraki isyanlar, ulusalcı isyanlardır. Devletin siyaset değiştirmesi Kürt meselesinin alevlenmesine ve zaman içinde ulusalcı bir karaktere bürünmesine neden oluyordu.
Bunun bir sürü sebebi var. Mete Tunçay ve Cemil Koçak bu dönemi çalıştı. Tek parti döneminde bölgede sadece teşkilat açılmamış değil, okul yapılmıyor, yol yapılmıyor. Fevzi Çakmak “bu Kürtlerin okumamışıyla baş edemiyoruz, okumuşuyla asla baş edemeyiz” diyor. “Yol yapılmayacak, köprü yapılmayacak, imar işleri yapılmayacak” deniyor. Buranın kapalı bir sistem içinde kalması ve Türkleştirilmesi birinci hedeflerden biriydi.
1984’e kadar tek kurşun atılmamış olması, Kürt sorununda bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Kürt sorunu derinden bir kanamayla aslında devam ediyor. Fakat görünümü farklı hâle geliyor. AK Parti, bir açılım yaptı ama aslında ilk açılım 1950’de oluyor. Sürgün edilen isimlerin DP’den milletvekili olması, bölgede DP teşkilatlarının açılması, genel müfettişliklerin kaldırılması ciddi bir yumuşamaya sebep oluyor. 1925’te Şeyh Sait isyanında ilan edilen örfi idare, yani sıkıyönetim 1950’de kaldırılıyor. 25 yıllık sıkıyönetim kanunu uygulanıyor bölgede. Uzun süre yabancıların bölgeye girmesi Ankara’nın iznine tabi. Okul sayısı çok az. DP önemli bir milat. 60 darbesiyle bu süreç kesiliyor. Cemal Gürsel’in “Nerede bir Kürt görürseniz, yüzüne tükürün” yaklaşımı Kürt siyasetinin yeniden yeraltına inmesine neden oluyor. Daha sonra Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin Türkiye şubesi açılıyor, uç tartışmalar oluyor. 65 seçimlerinde Meclis’e giren Türkiye işçi Partisi’nin içinde Tarık Ziya Ekinci gibi Kürtler var. TiP, Kürt meselesinde önemli bir eşiğe karşılık geliyor. Devlet, 1925’teki dinî karakterli isyanı doğru okuyamadığı için ulusal karakterli isyanlar çıkıyor. Adaletli yönetim diyen, geri kalmış doğunun kalkınmasını isteyen, etnik vurgusu olmayan, hak ve özgürlük talepleriyle ortaya çıkan Doğu Mitingleri de doğru okunamadığından PKK ortaya çıkıyor. Bütün bu hadiseler neden sonuç ilişkisiyle meydana geliyor.
1970’in başında yapılan Türkiye işçi Partisi’nin kongresi kapatılma gerekçesi “Türkiye’nin doğu sorunu, bir Kürt sorunu vardır” dediği için Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyor. TiP kapatılınca Kürt siyaseti tekrar yeraltına iniyor. Kemal Burkay, TiP’in Dersim il başkanı. TiP’in içinde Kürt sorununun dillendirilmesine izin verilmeyince Kemal Burkay daha farklı bir çizgiye kayıyor. Devletin bir siyaseti yok derken bunları kastediyorum. Yanlış tercihler, yanlış sonuçlar doğurdu. Benzer körlüğü SHP’de de görüyorsunuz. Paris’teki Kürt Konferansı’na giden Mardin milletvekili Ahmet Türk ve diğer SHP milletvekilleri partiden atılmamış olsaydı HEP kurulmayacaktı. HEP kurulmayınca bunlar SHP içinde kalacaktı. Kimlik partisi, Kürt partisi kurulmamış olacaktı. Belki bu Türkiye için daha iyi olacaktı. Türkiye ideolojik körlük yaşadı. Hem TiP hem SHP örneği çarpıcıdır bu bakımdan. Kürtleri sol yapılardan dışarı atmak, hareketin daha sertleşmesine ve daha ulusalcı karaktere bürünmesine neden oldu. HEP’in kadroları ve siyasal dili ile BDP’ninkiler arasında çok büyük fark var. HEP’tekiler daha mutedil. PKK’nın etkisi daha az. Bugün hDP’nin listelerini doğrudan PKK yapıyor. HEP’in listelerini kendileri yapmıştı.
Devletin siyaseti öncesinde daha güvenlikçi yaklaşım içindeydi. Aslında devlet 91’de çok ciddi bir siyaset değişikliği yapmaya girişmişken, PKK “ben devleti mağlup ediyorum, alan kontrolü bana geçmiş durumda. Devleti yeneceğim” diyerek, devletin uzattığı barış elini reddetti. Burada iki görüş var. Birincisi, devlet açılım yapmak istedi, PKK buna karşı çıktı. ikincisi ise devlet elini göstermelik olarak uzattı. Asıl amacı düşük yoğunluklu savaş konseptine geçmekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in köpekbalığı teorisi var ki bu çok önemli bir yaklaşımdır. Güreş, “PKK denizdeki köpekbalığı gibidir, yok etmek avlamakla olmaz, denizi kurutmak gerekir” diyor. Denizi kurutmak; köyleri boşaltmak, JiTEM’i kurmak, faili meçhulerin yaşanması demek oluyor.
ilk raporlarda yer alan Kürtlerin batıya nakli, bazı köylerin boşaltılması, iskan politikaları 90’larda hayat buluyor. 1925 yılındaki Şark Islahat Planı’nın bazı maddeleri 90’lı yıllarda hayata geçiriliyor. Köy boşaltmalar, mezraların birleştirilmesi. 25’te dile getirilen temel tezleri oluşturuyor. Aynı dönemde devlet ciddi bir siyaset değişikliğine gidiyor. 8 Aralık’taki Diyarbakır gezisinde, Süleyman Demirel ve Erdal inönü ‘Kürt realitisini tanıyoruz’ diyor. “Hakkâri ne kadar sizinse istanbul da o kadar sizindir” diyor. Çok büyük laflar bunlar. 8 Aralık 91’de bu konuşma yapılıyor, 15 Aralık 91’de HEP’in birinci kongresine Öcalan’ın annesi geliyor, Leyla Zana “anaların anası” diye elini öpüyor. Toplumda bir infial yaratılıyor. Burada 28 Şubat benzeri bir provokasyon mu oldu, bilinmiyor. Bir görünmez el bir yandan Kürt siyasetini, bir yandan da toplumu ve askerleri mi tahrik etti bilmiyoruz. Yani ortada bir karanlık var. 91’deki siyaset değişikliği girişimi 93’te karşı darbeyle engelleniyor. Önce Uğur Mumcu’nun katledilmesi, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Cem Ersever, Bahtiyar Aydın, Mehmet Sincar’ın hayatlarını kaybetmesi ve 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar, Sivas olayları vs… 93 tam bir kâbus yılı oldu.
Devlet, Kürt meselesi için 80’lerin sonlarından itibaren bir plan içine girmiş; Çatlı, Yeşil, Ersever gibi isimlere roller veriyor. Türkiye’de Gladio’nun devam etmesinin sebebi olarak Güneydoğu’daki savaş gösteriliyor. Soğuk savaş döneminin bitmesiyle dünyada Gladio tasfiye edildi. Türkiye’de ise Güneydoğu sorunu için bu yapı devam etti. Aynı zamanda askerin sivil siyaset üzerinde rol çalmasının kaldıracı da Kürt meselesi oldu.
Kürt sorununun çözümünün askerî tedbirlerle mümkün olmadığını büyük bedel ödeyerek öğrendi. 120 tane GAP projesi, 150 tane Boğaziçi köprüsü yapılabilirdi, ben buna dehşet dengesi diyorum. Soğuk savaş döneminde Varşova paktı ile NATO Paktı arasında silahlanma yarışı o kadar büyümüştü ki, buna bir kavram ürettiler; “dehşet dengesi”. Sen nükleer silah kullandığında ben de kullanıyorum, bu medeniyetin yok olması anlamına geliyor. Dehşetten bir denge oluşuyor. Kürt sorununda da böyle bir dengeye Türkiye gelmiş durumda. Bu noktadan sonra yeniden büyük çatışma dönemleri başlarsa, gerçekten büyük hadiseler olur.
Öcalan, 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirildiği için bağımsızlık talebinden vazgeçmiş değil ki. Bu düşüncesinden 90’larda vazgeçti. 92’de Mehmet Ali Birand, Bekaa’ya gidip Helve kampında görüştüğünde “Bizim devlet kurma talebimiz yok” diyor Öcalan. Birand şaşırıyor, “Sizin idealiniz Bağımsız Kürt devleti kurma değil mi?” diyor. Bunun üzerine Öcalan “Bu sorun devletin demokratikleşmesi sorunudur” diyor. Ankara’nın görmediği nokta bu. istisnaları hariç KCK’nın da PKK’nın da ayrı bir devlet veya bağımsızlık gibi talebi yok. Fakat burada başka bir sorun var. Ankara eylem olmadığı zaman böyle bir sorun yokmuş zannediyor. Son dönemde Kürt siyasetinde devlet aklı hızla gelişiyor. Yani bu duygusal kopuş ya da makas açılıyor diye ifade edilen husus tam da bu. Abdullah Öcalan’ı, PKK’yı aşan hırçın, şımarık ve gerçeklikten kopuk damar hızla gelişiyor. Bu tamamen Ankara’nın hatasından kaynaklanıyor. Ankara soruna taktik adımlarla yürümek istiyor, bir siyaseti yok.
Görüşlerine saygım var ama bazı önemli hususlarda nesnelliği kaybediyorsun ve öğretilen bilinçsiz taraflılığının esiri, ona bağlı yanlış yorumların sebebi oluyorsun.