Meclis'in açıldığı gün, sarmaş dolaş olmalar, öpüşüp koklaşmalar ve yemin töreninde, herkesin aklınca kendine en yakıştırdığı pozlarla boy gösterme geçidinden sırasını savması arasında, en çok dolaşan söz şu idi:
- Paraları veriyorlar mı?
Özellikle yeni gelenler, tanıdıkları eskilere bunu soruyorlardı. Sonra da bu acelenin gerekçesini göstermeye çalışıyorlardı:
- Seçimlerde en az elli bin gitti. Tığ teber şahı merdanız vallahi...
Eskiler ise:
- Hep öyle birader, hep öyle, bizimki de en az yüz bini buldu, diye cevap veriyorlardı.
***
Milli iradenin, kimlere neye mal olduğu, Meclis kulislerindeki çayla kahve sohbetlerinde rakam rakam dökülüyordu ortaya.
Ve kulaktan kulağa telefonculuk oynar gibi, bütün köşe bucakta aynı fısıltı dolaşıyordu:
- Paraları aldın mı?
- Almadıysan git al paranı...
- Veriyorlarmış paraları...
Sonradan Meclis'te bunun bir gelenek olduğunu öğrendim. Dağıtım başladığı, yahut tatil veya başka bir nedenle ödemeler erkene alındığı zaman, herkesin birbirini uyarması adetti:
- Çekleri yarın vereceklermiş.
- Çekleri veriyorlar. Almadıysan koş al hemen.
- Aldın mı çeklerini?
***
Çekler, pembe karton kapaklar içinde aylıklar için ayrı, yolluklar için ayrıydı. Muhasebe servisinin memurları, gelen milletvekillerine gayet saygılı ve sevimli tebessümlerde sunuyorlardı bunları. Ve milletvekillerinin kuyruğu, kapının dışına kadar uzanıyordu.
Uzun bisküvi büyüklüğündeki çeklerin, pembe kapaklarını kaldırınca; içinde matbaada basılmış adını okuyor ve üstünde de beş bin küsurlu, altı bin küsurlu alınacak para miktarlarını görüyordun.
Milletvekillerinin kıdemlileri, bürolara kadar gitmiyor, grupların odacılarına:
- Alıver benim çekleri, diyorlardı.
***
Bizim grubun da ilk yılda, biri azıcık sersemce, öteki cin gibi iki odacısı vardı. Cin gibi olanı gerçekten cin gibiydi. Sonradan sabıkalı bir hırsız olduğu anlaşıldığı için, işine nihayet verdiler. Doğrusu hepimizin o kadar çok işine koşar ve her şeyin de öylesine ateş gibi çabucak üstesinden gelirdi ki, sabıkalı bir hırsız olduğu için Meclis'ten çıkartılmasına hayıflandık.
***
Benim çeklerimi önce o alırdı. Kendisinin geçmişini bilmediğimiz için, bazen çekleri de bankaya onunla gönderir, arkadaşların altmış yetmiş bini geçen ödeneklerini toptan alıp getirmesini beklerdik...
Öteki odacı ise fazlaca sünepeydi. Kahve söylemesini dahi pek beceremezdi. Hepimiz, işlerimizi cin gibi olanına gördürmek için, zile basınca sünepe olanı içeri girerse:
- Sen git öteki gelsin, derdik.
Meclis'in açılışı şerefine, çeklerini alan milletvekillerini, bankaya kadar yormamak için; banka kalkmış, Meclis'e taşınmıştı.
Tanıdıklar:
- Banka geldi, banka geldi, diyorlardı.
Nereye geldi, diye sordum. Lokantanın salonuna gelmişti...
***
Salonun dip duvarı önüne uzun bir masa yapmışlardı. Banka memurları, masanın arkasında oturuyorlardı. Önlerinde tınazlar gibi mor binlikler, beş yüzlükler yığılıydı. Milletvekilleri, tekerli kol halinde bu masanın önünden geçerek, çeklerini veriyor; imzalarını basıp, binlikleri, beş yüzlükleri alıyorlardı. Ve paraları ceplerine yerleştire yerleştire, lokantadaki yemek masalarına oturuyorlardı.
***
Bir yandan garsonlara yemekler ısmarlanıyordu:
- Oğlum, bir avcı kebabı, bir de yoğurt söyle. Arkasından pilavla komposto yiyeceğim.
- Oğlum zeytinyağlılardan ne var?..
- iki dilber dudağı, dört Ankara tavası al gel...
Garsonlar ellerindeki tepsilerde tepeleme tabaklar, oradan oraya seğirtiyor; masalarda irikıyım adamlar, ellerinde çatal bıçak, kaşık, boyuna yiyorlardı... Bir yanda ağızlar durmadan oynuyor, tabaklar geliyor, tabaklar gidiyor; kadayıflar, kuzu dolmaları söyleniyor; bir yandan da, bol bol binlikler, beş yüzlükler dağıtılıyordu...
***
iki saat içinde binlik tınazları eriyip gitti, mutfakta da yemek falan kalmadı...
Milletvekilleri iki saat içinde tam takır kuru bakır her şeyi halletmişlerdi...
Günlerce bu manzara gözümün önünden silinmedi.
Bir köşede tomar tomar verilen paralar ve hemen aynı salonda durmadan yenen yemekler...
- Oğlum baklava söyle...
- Oğlum yahni söyle...
Yemek yenirken alınan paralar da, hesaplanıp kıyaslanıyordu. Bazılarınınki iki yüz, iki yüz elli kağıt eksik çıkıyordu.
- Neden acaba, diye bir kuşku beliriyordu parayı alanların yüzünde...
Arkadaşlar:
- Senin kaç çocuğun var, diye soruyorlardı.
- Yok...
- Bizimki çocuk zamlı da ondan...
***
Daha ilk gün, yemeklerin fazlasıyla ucuz olduğu dikkatimi çekmişti. Çorba yirmi beş kuruştu. Bunu hükümet programını tenkit ederken de söyleyecek ve radyolardan bütün Türkiye'ye duyuracaktım. Ve o gün AP’lileri en çok kızdıran sözlerden biri de bu olacaktı.
- Ulan namussuz, kendin içmiyor musun, diye bağıracaklardı.
Arkasından ilk öğüt bir CHP'li dosttan gelecekti:
- Aman Çetin, Meclis'in içine ait işleri sakın yazma. Biz hepimiz de ne olsa burada aynı tekkenin içindeyiz. Dövüşürüz, kavga ederiz, hırlaşırız ama yine de kendimize ait meseleler kendi aramızda kalmalı...
***
Ben ise tam tersini yapacak ve on beş bin liralık kredilerin nasıl dağıtıldığını haber verecek; bol bol küfür yiyecek; partililerin de her şeyden çok buna önem vermekte olduklarını görecektim.
Her rastladığım tanıdık:
- Oh keka, çorba yirmi beş kuruş, on beş bin de kredi, diyeceklerdi.
Ve dedikoduları susturmak için o kredilerle parti genel merkezinin katı satın alınacaktı.
Ve yine kimse bir amatöre karşı açtığım kampanyada mahkum olduğum on küsur bin lirayı nereden bulup ödediğimi sormayı, aklından bile geçirmeyecekti.
***
insanlar henüz mücadelenin karlı zannettikleri yönüne gözlerini dikiyor, ama tehlikeli ziyan ve riskleri üstünde asla durmuyor, bir:
- Geçmiş olsun, bile demiyorlardı.
Parlamentarizm dayanışmayı artırmıyor, sadece kıskançlıkları körüklüyordu.