Türk ordusu, her semti alevler içinde yanan izmir’e girmişti. Yunanistan’la yapılan harp, artık sona ermişti. (..) Sultan’ın Ayasofya’da Türk kuvvetlerinin zaferini tes’id (kutlamak) için, teberrüken mevlüd okutacağı duyulmuştu. Bu, cidden düşündürücü bir haberdi. Zira Ankara Hükümeti Sultan hakkındaki fikrini, ona karşı neler tasmim ettiğini artık gizlememekte idi. Ve Sultan, kendisini de devirecek olan kuvveti, zafere ulaştırdığından ötürü, Cenabı Hakka hamd edilmesini istiyordu. (..)
Büyük Camie vardığım zaman hava kararmış, gece olmuştu. Ayasofya mü’minlerle dolup taşmakta idi. Büyük iç kapıdan girince, hemen loş bir yer seçip bir halı üstüne bağdaş kurdum. Bence Ayasofya’nın içi insan elinin yapabildiği şeylerin en güzellerinden biridir. (..) Binlerce kandilden ruha sükûn veren tatlı bir ışık dökülüyordu. (..) Mollalar, hafızlar sıra ile Kur’an okuyorlardı.
Mihrabın yanında, bu mü’minler kalabalığının önünde O, tek başına duruyordu. Başında gri bir kalpak vardı. içine kırmızı çuha kaplanmış mavimtrak paltosunun yakaları cömertçe açılmıştı. O.. Majeste Altıncı Mehmed.. Osmanlıların imparatoru, mü’minlerin emiri, zıllullahi fi’l-arz, krallar kralı, sultanlar sultanı, âlemdeki hüsrevlere taçlar dağıtan ve daha nice unvanların sahibi SULTAN…
Cemaat halinde eda edilen bir islâmi ibadet, yani namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz. (..) Ulemadan bir zat mihrapta birkaç basamak yükseldi. (..) Arapçanın bazen peltek, bazen sert seda verişini, Türk dilinin kıvrak ahengi takip ediyordu. Kulaklarım arasıra bir kelimeyi farkedebiliyordu… Ama etrafımı saran halkın ne derece kendinden geçmiş ve alevlenmiş olduğunu hissediyordum.
Ve hutbe biter bitmez bu halktan korkunç bir haykırış yükseldi:
— ‘Kahrolsun gavurlar!’
Ve şu anda kendimi bilhassa yalnız ve daha da fazla gâvur bulan ben, itiraf ederim, hiç utanmadan itiraf ederim ki, ben de, tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım:
— ‘Kahrolsun gâvurlar!’
Namaz, mevlüt ve duâ bitince sert bir kumanda duyuldu. (..) Majeste Sultan Ayâsofya’dan ayrılıyordu. Yanımdan geçerken dikkat ettim:
Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, duâ okur gibi bir hali vardı. Dirsekleri hâlâ bükülmüş, avuçları hâlâ kıbleye doğru açıktı. Yüzü çok sararmıştı.”
KAYNAK: Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Ordu ve Politika, Istanbul 1967, sayfa 367.
Kaderin, Osmanlı'nın dış düşmanlar ve içteki hainler marifetiyle gerçekleşen çöküş vetiresinin son noktasında vazifelendirdiği Sultan Vahideddin merhum, milli tarihimizin en talihsiz şahsiyetlerinden biridir.
Cumhuriyet rejiminin Batılı Çehresi'yle yerleşebilmesi için kasten ve en çirkin bir surette kötülenen merhumun, kendisini içinde bulunduğu dramatik hadiseler karşısında, vatanın kurtuluşu için elinden gelen herşeyi yapmış olmasına rağmen, hakkındaki iftiraların hala devam etmekte olmasını rejim endişelerinin zail olmuş bulunmamasından başka bir suretle izah kaabil değildir. Merhum hakkında zaman zaman bir sar'a nöbeti halinde tekrarlanmakta olan çeşitli isnad ve iftiraların toplu ve müdellel cevabını ihtiva eden bu eseri yayınlamaktan şeref duyarız!...
Şimdi de yakın dostu Falih Rıfkı Atay’a anlattıklarını dinleyelim sultanı tanımak adına;
– “Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu. Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
“Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti: ) tarihe geçmiştir.” O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum:
“Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!”[20]
Durun daha bitmedi…
3 Temmuz 1927′den ölümü olan 10 Kasım 1938′e kadar M. Kemal’in yanından hiç ayrılmayan ve bu müddet zarfında M. Kemal Atatürk’e hizmet eden Cemal Granda’nın anlattıkları da meseleyi aydınlatması bakımından büyük önem arzetmektedir:
“… Atatürk’le Ruşen Eşref Ünaydın arasında bir konuşma başladı. Can kulağıyla dinlediğim konuşma, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na başlayışının hikayesiydi.
Atatürk, son Padişah Vahidettin tarafından Saraya çağırılmıştı. Kabul sırasında Vahidettin ilk olarak ona şu soruyu sormuştu:
– Şu gördüğünüz düşman gemilerini buradan nasıl çıkarabilirsiniz?
– O gördüğünüz zırhlılar karada yürümez.
– Peki bu işi nasıl yapabilirsiniz?
– Emredersiniz.
– Ne yaparsanız yapın, fakat bunları buradan kovun…
Ve kendisine şu görevi veriyor:
– Yanınıza çalışabileceğiniz maiyetinizi alınız. Samsun’a hareket ediniz. Yarın Bandırma vapuru hareketinize hazırdır. Şark vilayetleri askeri müfettişi olarak yola çıkın. Allah yardımcınız olsun…
Padişah Atatürk’ün elini sıkıyor. O da Saraydan ayrılıyor.”[21]
Atatürk’ün hizmetçisi Cemal Granda’nın M. Kemal Atatürk’ün ağzından aktardığı bu sözler, Sultan Vahidüddin’in M. Kemal’i Kurtuluş Savaşı’na iştirak etmesi için Samsun’a gönderdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Farklı kişilerce anlatılanlar arasındaki benzerlik sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı.
Milli Mücadele’nin ilk yıllarında M. Kemal’in Erzurum’a birlikte gitme teklifi üzerine; “Ne için gidileceği, Erzurum’da ne kadar süre kalınacağı, görülecek hizmet ve görevin nelerden ibaret bulunacağı, hepsi meçhul olduğundan belirli olmayan bir iş için, gidiş tarafı bilinmeyen bir yöne hareket akla uygun ve mantıklı olmadığını belirterek karşı çıktımsa da, yine ısrar ve ricalarından dolayı, Maraş’ta yaptığım özverilere, millî onur ve haysiyetime, vatan ve millet uğrunda bu fedakârlığı da katmağa söz verdim” diyerek Sivas’tan Erzurum Kongresi’ne M. Kemal ile birlikte giden Sivas vilayeti delegelerinden (Sivas Merkez Sancağı Delegesi) Fazlullah Moral Hoca, M. Kemal Atatürk’ün kendisine şunları dediğini aktarıyor:
“…Cuma tatilinden bilistifade arkadaşım Ziya Bey’le Gazi Paşa’yı (M. Kemal’i) ziyarete gittik. Bize Istanbul’un Müttefik Devletler’in işgal-i askerisi altında bulunduğunu ve Padişah’ın adeta esir olduğunu ve onlar orada bulundukça; idaresi nafiz (geçerli) olmadığından, buna nihayet vermek üzere **kendisini gizlice davet ederek, bu hizmeti ifa etmek için Anadolu’ya gönderdiğini** ve iki ellerini açarak: ‘Aman oğlum! Milletimin yüksek sesini işitmeliyim…’ dediğini yana yakıla anlattı. Harbiye Nezareti’nden (Milli Savunma Bakanlığı’ndan) aldığı şifre ve telgrafları okuyarak bütün askeri kumandanlar kendisiyle hemefkar ve müttefik olduğundan yalnız Kuva-yı Milliye’nin birleştirilmesi mevzuundan ve saireden bahsetmişti.”[22]
Hatta Avni Paşa’nın hatıratında bildirildiğine göre, M. Kemal Samsun’a gitmeden önce Sultan Vahidüddin’in huzurunda yemin etmiştir. Sadrazam Damat Ferid ile Yaver Avni Paşa’nın hazır bulunduğu bir mecliste sağ elini Kur’an-ı Kerim’in üzerine basarak şu yemini etmişti:
“Bakanlar Kurulu’nca düzenlenip Padişah’ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda Padişahımızın Anadolu illerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerinde icrasına görevlendirildiğim denetleme ve soruşturmaları, Halife hazretlerinin yüksek rızası çerçevesinde iftihar kaynağım ve kölece övüncüm olan tam bir sadakatla elimden geldiği kadar yapacağıma vallahi billahi.”
Sultan Vahidüddin’in M. Kemal Atatürk’e verdiği ve Avni Paşa’nın el yazısıyla istinsah ettiği fermanın sureti
***
“Yaveranı şehriyarimden Erkânı Harbiye Mirlivası Mustafa Kemal Paşaya:
Harbi Umuminin müttefikeyn hesabına ziyaı üzerine tahassül eden vaziyet-i siyasiye, ecdadı izamım mülkünü ve Makam-ı Hilâfet ve Saltanatı müşkil ve tehlikeli bir sahaya sürüklediğinden Hükümet-i Seniyemin kararı veçhile tâyin olduğunuz mıntakada asayişi temin ve maraza-i şahaneme mugayir ahvalin hudusünü men ile cümleten def-i saile bezl-i cehd-ü gayret ederek Milletimizin masuniyetini te’yid ve mülkünün eyadi-i mütearrızından tahlisi için yekvücud olarak hareket edilmesini, selâmı şahanemle ‘asker’ ve ‘memurin’ ve ‘ahaliye’ tebliğini irade ettim.”
Mehmed Vahideddin[18]
***
Tarih: 14 Mayıs 1335 (1919). Yani Izmir’in işgalinden bir, M. Kemal’in hareketinden iki gün öncesinin tarihidir.
Bu Hatt-ı Hümayun’daki “…millet ve memleketin saldırıcı ellerden, yani düşmandan korunması için yekvücud olarak hareket edilmesini, selâmı şahanemle birlikte askere, memurlara ve halka tebliğini irade ettim.” ibaresine dikkatinizi çekeriz.
Her ne kadar M. Kemal bu gerçeği kamuoyuna olduğu gibi açıklamaya cesaret edememiş olsa da, özel meclislerde yakın dostlarına itiraf etmiştir.
Mesela Charles H. Sherrill, M. Kemal Atatürk’ün Samsun’a hareket etmeden önce Sultan ile son görüşmesini kendisine şöyle anlattığını yazar:
– “Odaya girdiğim zaman, sultan şurada bir masanın yanında oturuyordu, (odanın çabucak çizdiği krokisinde sultanın bulunduğu yeri kırmızı kalemle işaretlemişti). Ben burada idim (burasıda mavi kalemle noktalanmıştı). Bir pencere vardı (pencerenin bulunduğu yere bir P harfi koymuştu). Sultan benimle konuşurken durmadan pencereden dışarı bakıyordu.”
Heyecanla sormuştum:
– “Acaba pencerenin dışında ne vardı?”
Mustafa Kemal bu sorunun cevabını vermeden önce, önündeki kağıda mavi kalemle gemilerin krokisini çizmiş ve sonra bana dönerek:
-“Yıldız Sarayı’nın hemen karşısında, Boğaz’da demirli duran müttefik donanmasına bakıyordu” demişti.
sultan vahidettin hanı tanımak için gazi mustafa kemal paşanın sultana çektiği bir telgrafı aşağıya aktarıyorum.
M. Kemal: “Huzurdayken Izmir’in işgali karşısında “pek mahzun olan” kalbinizin “bu nokta-i necâta ait ilhamatı”nı, (yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları) şu an gibi hatırlıyorum. Sizin “ilkâ”nızdan, (yani Şemseddin Sami’nin “Kamus-i Türkî “sine bakılırsa, “benim fikrimi çelmenizden”) aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum.”
“Bu sırada yüce şahsınız Boğaziçi’nde bulunan Ingiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek:
‘Görüyorsun’ dediniz.
‘Ben artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum.’
Ve ellerinizi kaldırarak ‘Inşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan hem kendini, hem de beni kurtarır’ buyurdunuz.”[16]
KAYNAK: TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem 1, Cild 1, Içtima 2, sayfa 10. 24 Nisan 1920…
'' Mustafa kemal paşa hakkında tahkirane bir slogan ve şarkı tekrarlandığında ''bir daha duymayayım! o benim paşam askerim! '' diyerek torunlarını adam akıllı azarlamışlığı vardır. işte kendisinin böyle bir devlet terbiyesi vardı. devletin aleyhinde generaller hakkında konuşmama bütün hanedanda vardır. işte böyle bir şahsiyetten giderken hazine soyması beklenebilir mi ? hain olabilir mi? ''
ilber ortaylı/ yakın tarih gerçekleri . s70
sultan Vahdeddin han hazretleri'ne hain damgası vurmak isteyenler Osmanlıya düşman olanlar bizzat türk düşmanlı olan kişilerdir. tarihle bağ kuramayan geçmiş nedir bilmeyen maddeci soysuzlar'dır.
sultan Vahdeddin'de bizim Başbuğ mustafa kemal Atatürk'te.