Kuyu
Bazen batarsın dibe, düşersin
sessizliğinin çukuruna,
bilinçli öfkeden uçurumunda,
ve neredeyse
geri dönemezsin,
hayatının derinliklerinde karşılaştığın
şeylerin kalıntısı var üstünde hâlâ.
Sevgilim, bulduğun nedir
kapalı kuyunda?
Yosunlar, bataklıklar, kayalıklar mı?
Acılanmış ve yaralanmış olarak
neler görürsün kör gözlerle?
Benimsin, kalmak istemezsin
düştüğün kuyuda, bulmak istersin
tepelerde senin için sakladığımı:
şebnem damlalarıyla bir demet yasemin,
uçurumundan daha da derin bir öpüş.
Korkma benden, yeniden düşme
kendi kızgınlığına.
Silkele seni yaralamaya gelen sözcüklerimi,
ve bırak uçsun gitsin açık pencereden.
Sen bir şey yapmaksızın
geri gelecek beni yaralamak için,
değil mi ki katı saniyeyle doldurulmuş,
ve o saniye patlayacak göğsümde.
Gülümse bana, ey ışıltılı,
yaralarsa ağzım seni.
Ben peri masallarındaki
o kör çoban değilim, fakat seninle
toprağı, rüzgârı ve dağ dikenlerini
paylaşan iyi bir oduncuyum.
UNUTMAK YOK
Nerelerdeydin diye sorarsan
"Hep eskisi gibi", diyeceğim.
Toprağı örten taşlardan söz edeceğim,
sürdükçe kendini harcayan ırmaktan;
ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim,
gerilerde kalan denizi bilirim, bir de ağlayan
ablamı.
Neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler, neden
günler
yeni günleri izliyor? Neden koyu bir gece
birikiyor ağızda? Neden ölüler?
Nereden geliyorsun diye sorarsan bölük pörçük
kelimelerle konuşmak zorundayım,
ağzı zehir gibi yakan araçlarla,
çoğu çürümeye yüz tutmuş hayvanlarla
ve avutamadığım yüreğimle.
Andaç değil yanımızda götürdüklerimiz
unutuşta uyuklayan sarımsı kumru değil,
yaşlarla kaplı yüzler,
boğazımıza yapışan eller
ve yapraklardan sıyrılan şey:
aşınmış bir günün karanlığı
acıyı kanımızda tatmış bir günün.
işte menekşeler, işte kırlangıçlar
bize sevinç veren ne varsa,
geçici ve küçük duyarlıkların
yan yana göründüğü süslü kartpostallarda.
Ama bu sınırın ötesine geçmeliyim,
dişlemeliyim sessizliğin çevresindeki kabuğu,
ne karşılık vereceğimi bilemem:
öyle çok ki ölüler,
ve öyle çok ki al güneşle yarılmış hendekler,
ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler,
ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller, ve öyle çok ki unutmak istediklerim.Pablo NERUDA
karşı karşıya değildi evler, sevmezlerdi birbirlerini,
yine de yan yanaydılar.
duvar duvara, fakat
pencereleri
bakmazdı sokağa, konuşmazdı,
öyle sessizdiler.
bir kâğıt uçuruyor havalanır gibi ağaçtan
kışın kirli bir yaprak.
akşam ortalığı tutuşturuyor, kaygı içinde
yok oluveren bir ateş boşaltıyor gök.
kara sis balkonları örtüyor.
açıyorum kitabımı. yazıyorum
bir maden ocağının
çukurunda sanıp kendimi,
bir ıslak,
bırakılmış dehlizde.
biliyorum kimse yok şimdi
evde, sokakta, acı kentte.
bir mahkûmum açık kapısının önünde,
açık dünyanın önünde,
akşam alacasında şaşkın, gamlı bir öğrenciyim,
çıkıyorum işte o zaman şehriye çorbasına,
iniyorum ardından yatağa ve yarına.
"Gözyaşım kadar değerlisin, ama nasıl gözyaşlarım gözümden düştüyse şimdi sende öylesin"
sözüne bayıldığım şair.
..........
seni sevdiğimi anlayacaksın, sevmediğim zaman
çünkü iki yüzüyle çıkar karşına hayat.
bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için
bu yüzden şimdilik seviyorum seni.
tankların önünden bir dağ düşse toprağa,
çoğalır toprakta dağlara gülen yürek.
dağlarda, sokakta, fabrikada, tarlada,
halkız biz yeniden doğarız ölümlerde.
dizelerinin sahibi şili'li komünist şair-yazar. nazım hikmet ran'ın sevgili dostu.
Cinsel Su [Pablo Neruda]
Ağır yalnız damlalarda,
dişler gibi damlalarda,
reçelden ve kandan dolgun damlalarda,
damlalardaki bir kılıç gibi,
hiddetli bir cam ırmak gibi,
suya düşen
ağır damlalarda,
düşüyor aşındıran şey,
çarpıyor o simetrik mihvere, yapışıyor ruhun çivilerine,
eziyor terk edilmiş şeyleri ve kanla suluyor karanlığı.
Sadece bir soluktur, gözyaşından daha da nemli,
bir sıvı gibi, bir ter, adsız bir yağ gibi,
oluşan ve sıkışan
keskin bir devinim,
düşüyor suya
yavaş ağır damlalarda
denizine doğru, kuru okyanusuna doğru,
susuz dalgasına doğru.
Görüyorum o muazzam yazı, ve bir çıtırtı
tahıl ambarından, görüyorum şarap mahzenlerini,
ağustosböceklerini, köyleri, cazibeleri,
odaları, elleri yüreklerinde uyuyan
ve düşlerinde haydutları ve yangınları gören
kızları,
görüyorum gemileri,
ilikten ağaçları
hiddetli kediler gibi dik bakışlı,
kanı görüyorum, hançerleri ve kadın çoraplarını
ve erkek saçlarını, görüyorum yatakları,
bir bakirenin çığlık attığı koridorları,
yün battaniyeleri ve organları ve otelleri.
Görüyorum suskun düşleri,
dayanıyorum o son günlere,
ve vesilelere, hatıralara,
acımasızca koparılmış bir göz kapağı gibi,
bakıp duruyorum.
Ve sonrasında şu ses:
kemiklerin kızıl bir gürültüsü,
etin birbirine yapışması,
ve birbirinde eriyen başaklar gibi sarı baldırlar.
Kulak veriyorum çırpıntılı öpüşlere, kulak veriyorum,
alçıyla hıçkırık sesleri arasında titremiş.
Bakıp duruyorum, kulak veriyorum,
denizde yarım ruhla, yarım yeryüzünde,
ve her iki ruhun yarı parçasıyla bakıyorum dünyaya.
Ve gözlerimi kapattığım ve kalbimi
büsbütün örttüğüm halde, görüyorum derin sesli
bir suyun düştüğünü ağır damlalarca.
Jelatinden bir tayfun gibi, spermalardan
ve denizanalarından bir çağlayan gibi.
Görüyorum bulanık gökkuşağının yükseldiğini.
Görüyorum sularının kemikler arasından sızdığını.
ted mosby nin de sevdiği şair. en güzel dizelerin de sahibidir.
Bütün gördüklerim içinde
yalnız sensin hep görmek istediğim
dokunduğum her şey içinde
senin tenindir hep dokunmak istediğim:
seviyorum senin portakal kahkahanı
hoşlanıyorum uykudaki görüntünden.
Ne yapmalıyım, sevgilim, sevdiceğim
bilmiyorum nasıl sever başkaları
eskiden nasıl severlerdi,
yaşıyorum, bakarak, severek seni,
aşk tabiatımdır benim
1921 yılında santiago'da fransızca öğretmenliği öğrenimi görürken rosa albertina isimli hatuna vurulan yazar.
sevgilisi albertina'ya deli gibi aşık olan pablo, ona lirik metinler bile yazdı.
(bkz: yirmi aşk şiiri ve umutsuz bir şarkı)