'kitap osmanlı'yı, padişahları, sarayları, yönetim şekli, semtleri ve abidevi eserlerini anlatmaktadır.' kitap önsöz de dahil 22 başlık altında toplanmıştır:
önsöz
istanbul tarihinden esintiler
mima sinan
osmanlı'da devşirme
osmanlı'da aile kurumu
bab-ı ali
barok istanbul'da
fatih sultan mehmet
fatih ve fetih
osmanlı mutfağı
osmanlı seyahatnameleri
osmanlı sarayları- topkapı sarayı
istanbul'da ulema semtleri
osmanlı padişahları
osmanlı paşaları
osmanlı kadısı
divan-ı hümayun
sultanahmet
osmanlı idare sisteminde bağımsız eyaletler
asar-ı atika
enderun
son roma imparatorluğu
''osmanlı'yı yeniden keşfetmek, osmanlı ekseninde yaptığım birtakım konuşmalarımın kitap haline getirilme projesidir. bunlar çeşitli iletişim araçlarındaki yaptığım konuşmalardır. konuşmalarımı, engin atatimur'un kısı sevgili neslihan atatimur deşifre etti...'' diye bir giriş yapmıştır ilber ortaylı.
başlıktan da anlaşılacağı üzere istanbul ile ilgili birçok bilgi burada anlatılmıştır. istanbul'un özgünlüğünden, muhteşemliğinden ve birçok ülke vatandaşının konstantinopolis'i görmeyi arzuladığını ve konstantinopolis'i de ziyaret etmenin de bir imtiyaz olduğundan bahsediyor ortaylı. bunların dışında konstantinopolis'in diğer isimlerinden de bahsediyor örneğin: müslüman emevi kuşatmasında istinbol deyimi yerleşmişti. 18. yüzyılda da bazı kitabelerde, mezar taşlarında, fermanlarda ve kayıtlarda ise islambol kelimesi kullanılmış; fakat fazla yaşamamıştır, 19. yüzyılda kullanılmamıştır. isimlerden bahsetmişken ilber ortaylı şunları da söylemiştir: ''istanbul'un bu zenginliği muhtelif milletlerin dillerinde, muhtelif isimlerle anılmasına neden oldu: asitane, darü's saadet, der aliyye, darü'l- hilafetü'l-aliyye, der-i saadet veya der-saadet gibi son zamanlara kadar halk arasında kullanılan isimler. isimler saymakla bitmiyor slav milletlerin dilinde onun adı tsarigrad'dı (çar'ın, imparatorun yaşadığı şehir.) hala bugün bulgarca'da bu ismin kullanıldığını görürsünüz. bildiğim kadarıyla sofya havaalanı'nın bekleme salonundaki mozaiğin üzerinde istanbul, tsarigrad diye gösterilmektedir.''
bu bölümde osmanlı imparatorluğu'nun ananesinden çokça bahsetmiştir, örneğin: yeniçerilere ulufe dağıtımından, cuma namazına gidilirken selamlık töreninden, ramazan ortasında padişahın, müslümanların halifesi olarak törenle hırka-i şerif ve mukaddes emanetleri ziyaret etmesinden ve sonra sarayda yapılan hazırlıklardan, başka bir tören de kılıç alayı... ''eyüp'ten kılıç kuşanmış padişahın şehre makamına doğru yürüyüşünü düşününüz. son güne kadar bu gerçekten çok dikkati çeken bir törendi. o kadar ki bunun kudsiyeti sadece bu toplumda değil, bütün dünyada tanınmak zorunda kalmıştır. birinci dünya savaşı içinde son padişah tahta çıktığı ve cülus törenini yaptığı gün kılıç kuşanmıştır. o zaman ingilizler şehri bombardıman altına almıtşı. çiviler ve elle bomba atıyorlardı. alay, eyüp'ten yürümekteydi. sultan altıncı mehmed vahideddin: 'bugün şehir bombalanmaz.' demişti. hakikaten o gün bomba atılmadı. çünkü bu bir prokoldü ve harbeden dahi olsa osmanlı imparatorluğu büyük devletlerden biriydi. düşman cephesi, onun hükümdarına da, tahtına da saygı göstermekteydi.''
ilber ortaylı'nın istanbul'u anlatırken söylemiş olduğu çok doğru bir sözü de yazmak isterim: ''istanbul'un dışı cihanı yakar içindeki keşmekeş de bizi. elli senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz; ama gene de güzel.'' ortaylı bu olayların geçtiği bölgeleri korumamız gerektiğini de açıkça vurguluyor. son olarak bu bölümde üç tane resim bulunmaktadır:
istanbul- peter coek (syf: 10)
beyazıt'tan haliç, köprü ve galata- j. godfrey (syf: 15)
topkapı sarayı ikinci avlusunda bayram töreni- p. martini (syf: 17).
bu bölümde önce kanuni sultan süleyman döneminden bahsetmiştir. istanbul'un kütüphanelerinin en değerli şark yazmalarıyla dolduğunu da dile getirmektedir. bunların dışında ibrahim paşa'nın başkente venedik zevkini, rönesans'ı getiren bir devlet büyüğü olduğunu da anlatmaktadır. ibrahim paşa ile ilgili şöyle de bir şey anlatmıştır: ''unutmayın ki onun, bugün islam eserleri müzesi olan ve kendisine atfedilen sarayın önüne, budin'den, mohaç seferinden dönerken beraberinde getirdiği apollon, herkül ve diana heykel grubunu diktirmesinin bir münakaşaya ve giderek bir isyana sebep olduğu bilinmektedir.' 16. yüzyılda türk mimarisinin merkezileşmesinde rol oynana mimar sinan'ın yapıtlarından bahsetmiştir. 21. sayfada ise artık mimar sinan'ın kim olduğunu anlatmıştır ortaylı: ' devşirme olduğu biliniyor. mimar sinan, osmanlı imparatorluğu'nun mimarıdır ve bir osmanlı'dır. bu kuru kuruya söylemiş bir söz değildir; çünkü onun bütün yerelliklerin, bütün etnik özelliklerin üzerine çıktığını göreceksiniz...'' daha sonra da mimar sinan'ın özgünlüğünden bahsetmiştir: ''o kadar ki, yunanistan'ın bugün trikala'sındaki osmanşah camii, halep'teki camii ve istanbul'daki mimar sinan eserlerini tanıyabilmek için eğitimli mimar olmak gerekmiyor. bunları göreni bir kaçına dikkatli bakan herhangi bir şehirli, mimari bilgisi olmasa bile, aynı mimarın elinden çıktığını anlar. işte böyle özgün üslup sahibi olmak, ancakdahilere hastır.''
bu bölümde de iki resim bulunmaktadır:
süleymaniye camii- thomas allom (syf: 21)
şehzade camii- eugene flandin (syf: 25).
osmanlı'nın niye musevi çocuklarını değil de hıristiyan çocuklarını devşirdiğini bu bölümde bulabilirsiniz. devşirme işlemini önemli detaylarıyla anlatmıştır. 29. sayfada ivo andriç'in drina köprüsü'nde yazdığı bir sözü de özellikle söylemiştir: ''öyle 3-5 yaşında çocuk sepete konup götürülmez.'' ilber ortaylı 29. sayfada devşirilen çocuğun hangi yaşlarda devşirildiğini anlatıyor, bu sözü de sözüne başlamadan önce kullanmıştır. 30. sayfada ise sokoloviç mehmet paşa'yı anlatıyor -sokoloviç mehmet paşa da devşirme idi- . ''sokullu bütün ailesini sonradan aynı şekilde devlet hizmetine almıştır. hatta bir tanesini beylerbeyi, öbürünü sırp patriki yapmıştır. mesela hoş bir hikayedir: ayas paşa bir kış kendisine eski partal ayakkabılar veren bir fakir kadına, ki güney arnavutludur kendisi, bir şükran ifadesi olarak, zamanla sakladığı o pabuçların içini altınla doldurup göndemiştir.'' her devşirmenin köylü olmadığını, bazen çok önemli ailelerin çocuklarının da ikna yoluyla devşirildiğinden de bahsetmiştir: ''bu osmanlı ananesine uygundur. devletimizin ve milletimizin tarihinin serencamının ilk safhasında bize bizans'ın asilleri de katılmışlardır. mihaloğlu, evrenosoğlu gibi ve bizzat imparatorluk hanedanından, paleologlardan murat paşa gibileri katılmıştır. veya şemsi paşa gibi isfandiyaroğlu hanedanından gelenler vardır.''
33. sayfada enderun oğlanı gibi uydurma lafların geçerliliğinin olmadığını da özelikle belirtmiştir ayrıca enderundaki disiplini de anlatmıştır ve hıristiyanların kurduğu cizvit tarikatı ile de benzer yanlarını ve farklarını söylemiştir.
son olarak evliya çelebi'nin verdiği bilgilerinden de söz etmiştir: ' dördüncü murat zamanında 8.000 kişi kadar, 18 aırda, üçüncü ahmet zamanında 1.000 kişi civarı devşirilmiştir...'
osmanlı ailesindeki bazı kurallardan, ananelerden, sisteminden bahsetmiştir. ilk olarak ilber ortaylı aileyi iki açıdan ele almıştır: ''birisi devlet, birisi toplumun kendi nezdinde. nedir? devletin nezdinde, aile esas birimdir, üretim birimidir, dolasıyla vergilendirilecek birimdir. 19. asırda ahz-ı asker yani, asker toplamak için temel birimdir. devletin tebaa ile temasa geçeceği idari ünitedir.''
osmanlı ailesinin dini bir işlemle kurulduğunu ayrıca belirtir ve imam nikahının bir anane olarak şart olduğunu da söyler.
hıristiyanlardan da bahsetmiştir: ''hıristiyanlarda bu, mutlaka kilisenin defterine kayıtla mümkündür. yani dini bir nikah yapılır ve onlar böylece aile olur...''
daha sonra da islam hukuku miras kurallarına göre yapılan miras paylaşımlarına gayrimüslimlerin de müracaat ettiğinden bahsetmiştir: ''ermeni ailelerinde vefat edenlerin mirası; çocukları, kızı, oğlu, eşi arasında buna göre taksim edilir. niçin? anlaşılan kurallar ve yaşayış biçimi birbirine yakındır. yani kız çocuğa çeyiz verilmektedir, evlendirilmektedir. geriye kalan oğulların tarlayı, tapanı, bahçeyi, bir yerde eşit suretle paylaşmaları istenmektedir. yaşam biçimindeki benzerlikler ve aynı hayatı paylaşma, hukuki müesseselerde aynı paylaşımı ve standardizasyonu getirmektedir.''
37. sayfada ise osmanlı türk kadınından bahsetmiştir. osmanlı ailesinde kadın ikincil durumdadır; fakat bu sadece osmanlı ailesinde geçerli değildir; arap için de, ermeni, rum için de böyledir. ayrıca kafes arkası sisteminin pek de doğru olmadığını söylemiştir ve açıklamıştır: ''bu toplumda kadın evin dışına çıkmaktadır. aynı keyfiyyet kamusal alanda da görülmektedir. istisnalar vardır; ama kadın çarşıya, pazara gitmektedir. bazı yerlerde tabii sokağa çıkılmama hassasiyeti devam etmektedir. ama şurası çok açıktır ki, bilhassa istanbul kadını ve imparatorluktaki küçük yerlerdeki kadınlar çarşıya, pazara da gider. hatta türbe ziyaretleri o dereceye varır ki, müslüman türbeleri biter, mayısta hz. meryem'in göğe yükselişini kutlamak bile vazife addedilir. surlardaki kiliselerde kara meryem gününde hıristiyan ve müslüman kadınların o gün beraber olduğunu salomon schweigger, sultanlar kentine yolculuk adlı 19. yüzyıl seyahatnamesinde de yazmıştır.''
salomon schweigger'in dediğine göre de; türk, iki karı bakacak durumda değildir. ayrıldıkları zaman bilhassa kız çocuğu kadına verilir ve kadınlar çok gezerler. fakat alman protestana göre bu toplum, kadının hür olduğu bir yapıdadır.
38. sayfada da osmanlı toplumunda mahallenin önemini anlatmıştır. mesela mahalleye yerleşen bir hane halkı, diğer komşuların kefaletiyle oraya yerleşir. uygunsuz hareketlerini ihtarda ve mahalleden atmakta hak sahibidirler. bu mahallenin huzuru ve uyumu için çok önemlidir. ve bir örnekle de bunu ispatlamıştır: ''16. asır sonlarında kraliçe elizabeth'in gönderdiği ilk ingiltere büyükelçisi edward barton tophane'deki bir mahallede oturuyormuş ve biraz eğlenceye düşkün bir adam olduğu için gayet gürültülü, içkili geceler tertipliyormuş. mahalleli toplanıp arzuhal verip onu bile oradan attırıyorlar. o zaman vestfalya antlaşması öncesinde diplomatik dokunulmazlıklar, muafiyetler yok; ama mahalleden atılan da bir kraliçenin sefiri. aynı şey mesela, bazı yabancı tüccarlara da uygulanabiliyor.''
mahalleli ne der?
''bir mahalledeki evililik olayı cemaatin işidir. hiç kimsenin cenazesi ortada kalmaz. hastalıkta kimse kendi başına kalmaz. herkesin elden geldiğince yardım, destek göreceği bir yer vardır. dolayısıyla mahalle insanların yaşayışına da burnunu sokar. 'mahalleli ne der?' anlayışı çok ciddi bir toplumsal müessesedir ve varlığıyla geçerlidir. o kadar ki, ikinci abdülhamid devrinde ahlak zabıtası teşkil edilene kadar mahallenin içinde oturan uygunsuz takıma, böyle yaşayanlara mahallelinin baskın yapmasına şahit oluyoruz.''
fakat şimdiye baktığımız zaman yaşayış biçimimiz, ekonomik durumumuz itibariyle mahalle denen olayı yıkıyoruz.
ve osmanlı ailesi tanzimat'ta değişmeye başladı.
43. sayfada ismet hakkından bahsetmiştir: ''padişah ve şehzade kızı sultanların bu hakkı vardır. onlar kocalarından boşanmayı talep edebilirler. tüm geleneksel toplumlarda olduğu gibi boşanma hoş karşılanmaz...''
girişte bab-ı ali'nin kullanımından ve de anlamından bahsetmiştir, bunun tercümesinden de örnekler vermiştir: ''sublimeporte, hohepforte, rusçadaki tabiriyle verhoniy dvor...''
kitabın bu bölümünde bu geçmiyor; fakat örnek olması adına yazmak istiyorum. fransız seyyah a.ubicini istanbul'la ilgili hatıratında şunları yazıyor:
''padişahın 'bab-ı alisi' (işte burada bab-ı ali osmanlı hükümetidir.) hakikaten dünyanın tek sığınılacak yeri haline gelmiş. katolikliğe nisbetle dinden sapmış olarak nitelenen ve avrupa'dan atılan diğer hristiyan mezhep mensupları padişahın misafirleri olunca, kendi vatanlarında mahrum oldukları hürriyet ve emniyete kavuşmuşlar. aynı koruma bütün dinlerle mezhepleri de içine almış ve türkleri barbar sayan batı milletleri onlardan hoşgörü ve insaniyet dersleri almıştır. 16. yüzyılın bir müellifi şöyle diyordu:
- inanılmaz şey! barbarlar diyarı denilen bu muazzam şehirde ne cinayet, ne zor kullanma, ne şiddet görülüyor. herkesin hukuku eşitlik esasına göre temin ediliyor, bütün mülteciler emin bir sığınak buluyor ve büyük-küçük, müslüman-hristiyan hep aynı adalete tabi tutuluyor.''
peki ya şimdi de böyle mi?
daha sonra da ali kapı'dan bahsetmiş. ali kapı yüksek kapı anlamında bir kelimedir ve sonra da bir zamanların ünlü bab-ı ali'sinden bahsetmiştir: ''bugün sirkeci'den gülhane parkı'na doğru giderken bir köşeden de devlet güvenlik mahkemesi'nin karşısında yer alan ahşap kapıya, yani bir zamanların ünlü bab-ı ali'sine rastlarız. bab-ı ali halen ahşab, öyle olması da gerekir. kapının hemen ardında bahçe içinde başbakanlık arşiv dairesi yer alıyor. milano'da brera akademisi'nden fossati biraderlerin eseridir...''
bab-ı ali'nin yangınlara alışık olduğunu da vurgulamıştır, alemdar mustafa paşa'nın cephaneliği ateşlemesinden de bahsetmiştir: ''1808'de alemdar mustafa paşa, konağa saldıran yeniçerelere karşı harem'de kalan bir cariyesini ve kendini silahla savundu. sonra da cephaneliği ateşleyip konakla birlikte birkaç yüz yeniçeriyi de havaya uçurdu... o olaydan sonra bab-ı ali ve konak yeniden yaptırıldı.''
divan-ı hümayun'dan bahsetmiştir; üyelerinden, icraatlerinden, öneminden: ''divan-ı hümayun'a sadrazamdan başka anadolu ve rumeli kazaskerleri girer. 16. asırdan itibaren, ilmiyyenin reisi olmasına rağmen, şeyhülislam hazretleri buraya girmezdi. divanın devamlı üyesi değildi. tabii birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü vezirler var. içlerinde kaptan-ı derya yani büyük amiral ve sonra yeniçeri ağası gelir. nişancı, çok ilginç bir biçimde, bütün tapu kadastro kayıtlarının, yazışmalarının, harici ve dahili yazışmaların amiri durumundaydı.
ayrıca haftada bir gün, ki bu öğleden sonra cuma'dır, temyiz görevi günüdür; yani bir yerde görülmüş, tıkanmış ya da haksızlığına hüküm getirilip bir daha müracaat edilmiş davalar, hükümler aleyhinde müracaat hemen orada gözden geçirilirdi.''
tekrar bab-ı ali'den, bab-ı ali'nin iteki düzeninden bahsetmeye devam etmiştir. mesela dışişleri bakanlığı diye örgüt yoktu; fakat dışişlerinin görevlerini gören insanlar (reisul-ül küttab) bab-ı ali'deydi yani şimdiki istanbul valisinin konağında görevlerini icraa etmekteydi.
49. sayfada ise kısa bir şekilde rami mehmet paşa'dan bahsetmiştir: ''geleceğin rami mehmet paşası o zaman reis-ül küttab'dı. daha sonra diplomasi alanındaki becerisiyle dikkati çekmiş ve ileride sadrazam olmuştu.''
ve önemli bir arşiv olan aynı zaman da istanbul müftülüğü'ne çevrilen ağa kapısını da anlatmıştır: ''süleymaniye camii'nin civarındaki yeniçerilerin serdarı olan, başı olan yeniçeri ağasının oturduğu ağa kapısıdır. buranın şeyhülislamlık olması 1826'dan sonradır ve meşihatü'l-islamiyye veya bab-ı meşihat (meşihat kapısı), diye anılmıştır. cumhuriyet'in ilanından sonra da istanbul müftülüğü'ne çevrilmiştir. halen de istanbul müftülüğü'dür. burada çok önemli bir arşivimiz, şer'iyye mahkeme sicilleri kayıtları saklanır ki, fevkalade bir arşivdir. defterlerin saklandığı dolaplar, ikinci abdülhamid han'ındır...''
bir diğer ofis olan kaptan paşa'nın dairesi, bunun için de şunları söylemiştir: ''bu kasımpaşa'daydı. yavaş yavaş bahriye nezareti'ne ve günümüzde de donanma saha komutanlığına çevrilmiştir. bugün amiralimiz orada oturmaktadır. marmara ve boğazlar'a bakan komutanlık onun resmi makamıdır.''
sefaretler hakkında da özet geçmiştir ortaylı. eskiden her devletin büyükelçisi yoktu. yalnız büyük devlet vasfına sahip devletlerin büyükelçileri vardı; osmanlı imparatorluğu, ingiltere, avusturya-macaristan, rusya, fransa, italya, ispanya, almanya. bu avrupa elçilikleri de bab-ı ali'de olması gerekirken isran sefareti hariç hepsi beyoğlu tarafındadır ve iran sefareti bugün de istanbul başkonsolosluğu olarak kullanılmaktadır.
sonlara doğru da bab-ı ali'nin yakın zamanlarda yaşadığı olayları anlatmıştır. '1947'de tan gazetesi olayı ve daha daha geriye gittiğimiz zaman ünlü bab-ı ali baskını, yani enver ve talat paşa'nın -talat bey henüz paşa değil- tertibiyle kabineyi toplantı halinde basıp harbiye nazırı'nı katletmelerini, şehit edenleri hatırlıyoruz. bu çok kanlı bir hükümet darbesiydi, geçmiş devirlerde bile böylesi görülmemişti ve sadrazamın oturduğu konak, yani bugünkü vilayette eski karpostallara baktığınız zaman, makineli tüfeklerle korunan makam arabasını görürsünüz. bu bize ünlü mahmut şevket paşa'nın suikast sonucu hayattan, siyasi hayattan silinmesini hatırlatmaktadır.''
son olarak cağaloğlu semtinden, cağalazade sinan paşa'dan, semtte bulunan önemli binalardan; ünlü okullardan, içtihad evi'nden bahsetmiştir.
avrupa barok üslubnun osmanlı'ya gelişinden bahsetmiştir. 16. asırda sadece kamusal binalarda değil kullanılan konutlarda da standartlaşma yoluna gidilmiştir. mesela esnaf konaklarında duvar nakışlarının arasında istanbul resimleri bulunmaktaydı. 18. yüzyılda ise osmanlı mimarisinde avrupa barok üslubunun benerinin ortaya çıktığı görülür. sanat tarihçileri de 18. asırda osmanlı barokundan söz etmektedir.
daha sonra da barok üzerine bilgiler vermiştir; apolloniyen, diyonisyen'den bahsetmiştir. barok üslubunun bu iki sanat ile ilişkilerini anlatmıştır: ''avrupa sanat tarihçileri, sanatları apollaniyen ve diyonisyen diye iki isim altında inceliyorlar. bunlardan biri apolloniyen sanatları; yani mitolojideki tanrı apollo'ya izafe edilen bir isim. bunlar apollo'nun üstat olduğu mimari, resim, heykeldir; bir de diyonisyen sanatlar var, yani tiyatro ve bilhassa müzikal gösteri. şimdi barok sadece mimariye ve resme has bir sanat gibi, yani apolloniyen bir sanat gibi telaffuz edilmiyor. diyonisyen tarafları da var, yani bir barok müzikten söz ediliyor ve barok müziğin ne olduğu galiba mimaridekinden daha iyi tarif edilmiş vaziyette...''
ortaylı resimdeki değişikliklerden de söz etmiştir, hatta resimmlerimizdeki bu değişimin köklerini batı da aramanın yanlış olduğunu da belirtir: ''bir kere resimde garip bir şekilde perspekfif kullanılıyor. sanat tarihçilerimiz bu perspektifi daha önce de bektaşi resimleri dediğimiz geleneksel halk sanatında tespit etmiştir. zaten aslında 16. asır sonundan itibaren iran resmindeki bu gelişme azerbaycan havalisini de etkilemiştir. iran resminde, perspektifin uygulandığı resimlerde, panorama dediğimiz uzun anlatımın, devamlı anlatımın yer aldığı görülmektedir. mesela; muhteşem sıralamalarla muharebe resimleri ve şehname'den zaloğlu rüstem'in ve zal mahmut'un güreş tutma maceralarını veya safevi-osmanlı savaşlarını resmeden eserlerdir bunlar. bu eserler konakların duvarlarında yer alıyor. iran resminin 18. yüzyılda osmanlı çevrelerini, bilhassa istanbul'u çok etkilediği konusunda düşünceler var. yani resmimizdeki bu değişikliğin köklerini illa batıda aramayalım.''
barok mimari avrupa'da iki fonksiyonu yerine getirmiştir bunları da açıklamıştır: ''bunlardan bir tanesi halkın karşısında devletin somutlaştırılması ve resimleştirilmesidir. uzun monumental geniş merdivenlerle çıkan binaların fasadı, yani ön cephesi, gayet hoş süslemelerle insanların gözünü almaktadır. devlet muhteşem fakat o derecede de cana yakın binalarda somutlaşmaktadır ve devlet adeta kendini kitleye kabul ettirmektedir. ortaçağın o hüzünlü, dikenli ve insana ancak ızdırap telkin eden sanatı, yerini yaşayan cıvıl cıvıl bir mimariye bırakmaktadır.''
barok dönemi resim sanatını topkapı sarayı'nda harem ve diğer bölümlerin bazı pavyonlarında görebileceğinizi de söylemiştir ortaylı: ''bunların çok üstün eserler olup olmadığı tartışılabilir. ama besbelli ki cemiyet yenilik aramaktadır ve yenilik toplumların en masum isteğidir. benzer sanat bugün mesela, cebeli lübnan'da muhtara'daki, beytuddin'deki dürzi emirlerinin saraylarında görülmektedir. istanbul'un resim sanatı ve süsleme sanatı kendisini taşraya da taşımaktadır.''
barok üslubunu taşıyan mimarilere de örnekler vermiştir; filibe'nin, gobrov'un konaklarında, balkanlar'da, bosna'da, voskopol'un konaklarında, yunan adalarında, mora'da bilhassa naupliya'da (anaboli dediğimiz), ege bölgesinde izmir, aydın ve tire'de birgi'deki konaklarda bunu gözlemek mümkündür. aynı eğilim trabzon'un konaklarında ve o zamanki geniş trabzon vilayetinin giresun gibi sancaklarında, suriye'de, akka'da da kendini hissetirmektedir.''
daha sonra da istabul'dan örnekler vererek devam etmiştir: '' istanbul'u evlerinin tavanında, duvarında görmek istiyorlar. mimarimizde bitki süslemelerine dayanan barokun kendi, kurak motiflere ve çizgilere dayanan bir başat mimari, bir ön cephe mimari geliştirmektedir. işte bunu istanbul'daki nur-u osmaniye camii'nde, çok abartılmış bir şekilde tophane'deki nusretiye camii'nde, dahası var sağda solda birtakım sebillerde görmektesiniz...''
ve bu dönemin vezir ve paşa konakları eski dönemlerdekinden daha mükemmel olduğunu da söylemiştir: '' mükemmel olduğu için de hem taşrada hem de istanbul'da bugüne kadar uzanan örnekler bu devre aitti. daha evvelki asırlara ait konut mimarisi, yani sivil mimariye ait eserler çok sayılıdır. belki türk insanı o zaman savaşıyor ve kamusal binaları büyük gösterişle yapıyor; fakat 16. yüzyılda alman seyyahı salomon schweigger, kendi bakış açısına göre: 'bunlar, sadece allah'ı kandırmak için ona büyük mabedler yapıyorlar.' diyor. bu tabii bir dindarlığın başka türlü değerlendirilmiş biçimidir ve 17. yüzyılın insanı dindardır.''
18. asır insanının değiştiğini de vurguluyor. hatta istanbul'un kağıthane, göksu gibi suyolu merkezlerinde ayrı bir eğlence türünün ortaya çıktığını sadece paşaları ve vezirleri kapsamadığını esnaf loncalarının da burada eğlendiklerini belirtir: ''birtakım halk sanatları, karagöz, ortaoyunu gibi dalların buralarda inkişaf ettiği anlaşılmaktadır. kağıthane eğlenceleri, türklerin hem hoşuna gitmiş hem de mutaasıb ve fakirleşen çevlerin hasetini çekmiştir. o yüzdendir ki hem ayaklanmada hem de çok önemli sanayileşmenin başladığı kağıthane, lengerhane, demirdöküm merkezleri kurmak gibi işlemlerde bu kasırlar acımasızca yıkılmıştır. bunlar fuzuli olarak addedilmiştir. ama sadece patrona halil'in gergerdesi olduğu asiler değil devleti idare edenler de bu gibi konak ve kasırları yıkıp yerine bazı sınai tesisleri kurmayı kendileri için çok hayırhah bir davranış olarak görmüşlerdir. haliç'te bugün kalıntılarını gördüğümüz veya hala kullandığımız kağıthane, feshane veya tersane'ye ait lengerhane gibi tesislerin bulundukları yerlerde, bir zamanlar çok şirin, kayıkhaneli konaklar, yalılar daha içeride de kasırlar vardır...''
sonlara doğru lale devri'nden bahsetmiştir. nedim'in pür neşesinden, şeyh galib'in mistisizminden: ''şu kadarını unutmayalım; biz lale devrindeyiz. insanlar zengininden fakirine, ilmiyye sınıfının en seçkin insanlarından, ebu ishakzade'lerden tutunuz kayıkçılara, kasaplara kadar lale soğanı yetiştiriyorlar, yeni lale türleri ortaya çıkarıyorlar. lale istanbul'da bir moda haline gelmiş. o kadar ki tezkire-i şükufeciyan bizim tarihimizde lale yetiştiricilerinin biyografilerini ihtiva eder. bu eşsiz kaynağı okuduğumuz zaman göreceksiniz ki, türk cemiyeti 18. yüzyıllda ayrı bir tarzın içine girmiştir. bilhassa bizim okul tarih derslerimizde bir israf, bir lüzumsuzluk olarak addedilen ve ardından kanlı ve cahil bir isyanı davet ettiği için adeta suçlanan lale devri, bir medeniyetin açılması ve gelişmesi için adeta lüzumlu bir üslup değişikliğidir.''
son olarak da türk medeniyetinin batı avrupa ile olan kültürel etkileşiminden bahsetmiştir: ''avrupa kıyafetiyle, camıyla, kumaşıyla türkiye'ye akmaktadır; ama aynı şekilde buradan da benzer şeyler avrupa'ya akmaktadır. bahçelerimizi fransız üslubunda düzenlemeye başladığımız söyleniyor. bu doğru; ama ne yazık ki elimize eskizleriyle ve kalıntılarıyla geçmediği için iyi bilinmiyorsa da, bir türk bahçe tipi, bir iran bahçe tipi süslemenin olduğu anlaşılıyor. aynı şekilde bizim kılıklarımız, türbanımız, cüppelerimiz, kumaşımız avrupa'yı etkilemekte ve turquerie dediğimiz bir moda yayılmaktadır. dolayasıyla 18. yüzyılda türk medeniyeti batı avrupa ile bir kültürel alişveriş içine girmektedir. bunun önemi üzerinde de durduk. çünkü şu sıralarda fransa'da sadece tarihçiler ve türk tarihi çalışanlar değil; fransa tarihçileri hatta sosyologlar da, dönemin türk eserleriyle, sefaretnamelerle ilgileniyorler. çeviriler yapılıyor ve bu onların düşüncesine yeni bir boyut getiriyor. o takdirde 18. yüzyıla bizim de yeni bir boyutla, yeni bir görüşle bakmamız gerekir...''
bu bölümde iki resim bulunmaktadır:
nur-u osmaniye camii iç avlusu - thomas allom (syf: 57)
küçüksu'da müzisyenler - william henry barlett (syf: 59).
fatih sultan mehmet'ten, tahta iki kere çıkmasından, konstantinapolis'i fethetmesinden, boğazkesen hisarı'nı dört ay içinde inşa ettirmesinden ve pek çok konudan bahsetmiştir: ''istanbul'un fethi ateşli silahların ve modern askeri tekniklerin kullanıldığı rönesans tipi bir savaşın doruğundaki bir olaydır. çünkü rönesans devri boyunca cereyan eden savaşlarda italya'da şehir devletleri kiralık askerler aracılığıyla savaşıyordu. bunlara condottiere denirdi. bunların başındaki komutanlar adeta savaş müteahhitleriydi ve italya'nın orduları savaşta askerleri telef olmasın diye savaş değil adeta bir nevi satranç oyunu geliştirmişlerdi. mesela italya'ya müdahale eden fransa'nın savaşı, çok daha sonraki avusturya savaşları, hatta 1618-48 arasındaki 30 yıl savaşları bile modern silahların, ateşli silahların çok etkin bir biçimde kullanılmaktadığı muharebeler sayılmaz. bu konuda avrupa'da sadece macar krallığı bir nebze öncüydü.''
italyan gözlemci barbaro ve bizanslı tarihçi halkokondiles'ten ve bu kişilerin kuşatma ordusunun sayısı hakkındaki söylediklerini de yazmıştır. bizans halkının son ana kadar meryem ana'nın onları kurtaracağına olan inançlarından da bahsetmiştir: '' son gece ayasofya'daki ayinde imparator, meryem ana'nın geleceğini tebliğ etti. halk hala, türkler içeri girdiği zaman, meleklerin duvarları yarıp ortaya çıkacakları ve türkler'i kovacakları beklentisi içindeydi. menkıbeler felaket anında canlanırlar. bin yılı aşkın bir süre bütün dünyanın hayranlıkla tasvir ettiği hıristiyanlığın bu büyük merkezi yeni bir kuvvetin eline geçiyordu. ayasofya halkın gözünde düşmüştü; çünkü katolik dünyayla birliğin simgesiydi. katoliklik'i roma'nın halkı teoloji, ilahiyat mülahazalarıyla reddediyor değildi. onlar için katoliklik 1204'de muhteşem şehri işgal eden, hileyle, onun bütün zenginliklerini hatta ayasofya'nın önğndeki hipodromda etrafı pirinç levhalarla kaplı dikilitaşın pirinç kaplamalarını bile yağmalayacak kadar görgüsüz, kan dökücü ve bütün kütüphaneleri yok eden latin istilası demekti. bu nedenledir ki, hem bizans'ın son başbakanı notoras hem gennedios gibi halkın çok itimat ettiği ruhaniler, 'bu memlekette, freng'in ekmeğindense türkün sarığını ve kılıcını tercih ederiz.' demişlerdir. fetihten sonra şurası açık bir bir vakıadır: şehir teslim olmadığı için üç gün boyunca ganimete, yani yağmaya müsaade edilir. bu bir kuraldır. eğer şehir bir ayda teslim edilseydi bu olmayacaktı. hiç kuşkusuz ki, bizans'ın son imparatoru, 'bunu yapmaktansa ölürüm. ben en büyük ve hakiki hıristiyan imparatorluğun başındayım' demiştir. son imparator konstantin paleologos'un naaşı cesetlerin arasında bulunmuştur ve fatih kendisine dini tören yaptırmış gereken saygıyı göstermiştir...''
istanbul'un fethinin etkilerinden, bunun hazmedilmesinin batı hıristiyan dünyası ve doğulular için mesele olduğundan bahsedilmiştir. fetih olayına akkoyunlu devleti'nin verdiği tepkiden, akkoyunlu devleti'nde resmi tarih olan kitab-ı diyarbakırıyye'de fetih olayının hiç değinilmeden geçildiği de belirtilmiştir: ''çünkü istanbul'un alınışı mühim bir olay ve akkoyunlulara değil, rakib hanedana nasib olmuştur. ayrıca tabii unutmayalım, akkoyunlu hükümdarı uzun hasan, kommen sülalesinin yönettiği ve 1204'teki haçlı felaketinden sonra kurulan trabzon pontus imparatorluğu hanedanıyla akrabadır. o yüzden de geleceğin safevi şah ismail'i baba tarafından ünlü müslüman türkler, ana tarafından da mavi imparatorluk kommenus kanı taşımaktadır. kendisi kommenlerin torunudur. evet, böyle bir devletin de tabii osmanlı hakimiyetini pek hoş karşılamayacağı açıktır...''
daha sonra da kırım hanlığı'nın, osmanlı devleti'ne bağlanmasından bahsetmiştir: ''yıkılan altınordu devleti'nin yerine kuzeydeki kıpçak türk devletleri arasındaki kavgadan çıkan hanedan idaresindeki kırım hanlığı paçayı kurtarmak için derhal osmanlı devleti ile bir ahidname yaparak düpedüz bir sözleşme hükümranlığı kurarak, osmanlı'nın etkisini tanımayı yeğ tutmaktadır. bu olaydan sonra, 1475'ten sonra kırım yarımadası'nın kefe ve sudak kadar uzanan önemlice bir bölümü doğrudan doğruya bir osmanlı sancağı olarak merkeze bağlanacaktır. üst tarafları da vasal, bağımlı, statüdeki kırım hanlığı'nın yönetimine bırakılacaktır.'' *